Gönderi

Pamukkale’deyim. İnsanlar, yaklaşık 35 derece sıcağın altında oflayıp puflayarak, ter içinde yürüyorlar. Yakıcı güneş ışığı beyaz zeminden yansıyıp çileyi ikiyle çarpıyor. Rüzgâr, saç kurutma makinesinin en sıcak ayarında esiyor. Onlarca farklı dilde havaya savrulan cümleler bir süre havada asılı kaldıktan sonra eriyerek buğulu bir uğultuya dönüşüyor. Bir yandan kalabalığı yararak yürümeye çalışıyor bir yandan da ayağıma sert taşlar batmasın diye adımlarıma dikkat ediyorum. Bu sırada o doğal güzelliğin ortasında doğallıktan alabildiğine uzak bazı manzaralar çarpıyor gözüme. “Yok” diyorum kendi kendime. “Bu konuyla ilgili çok fazla yazı yazdım. Artık yeter!” Ama kendimi kontrol edemiyorum. Etrafımda yaşananlar cümle cümle birikmeye başlıyor zihnimde. Mesela hemen önümde bir adam var. Gergin bir yüzle arkadaşına telefonu uzatmış, kendisini hangi açıdan çekmesi gerektiğini tarif ediyor. Sonra yerine geçip pozunu vermeye hazırlanıyor. Gergin yüzdeki dudaklar tam gevşeyecekken, kamera açısına birileri giriyor. “Pardon, fotoğraf çekiliyoruz ama…” diye sesleniyor hafif sinirli bir ses tonuyla adam. Açı ayarlanıp, poz verildikten sonra da biraz önce terden, kalabalıktan ve yorgunluktan gerilen yüze aniden müthiş bir gülümseme yayılıyor. Omuz dikleşiyor, vücut hatları yerine oturuyor ve o kargaşanın içinde bir anlık bir saadet yaşanıyor. Birkaç kare fotoğraf çekildikten sonra kaşlar yine çatılıyor ve ellerle telefona gölge yaparak çekilen pozlar inceleniyor. Ardından birkaç yeni talimat verip bu sefer havuzun içine giriyor adam. Telefon açısı ayarlanınca yüze yine aydınlık bir gülümseme yayılıyor. Yürümeye devam ediyorum. Travertenlerin devasa bir podyuma dönüşmüş durumda. Telefon kamerasıyla buluştuğu anda gülümseyen yüzler ve en iyi açıyı yakalamak için dört açılmış gözlerle dolu etraf. Hani diyor ya şair, “Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında…” Herkes bu durumda işte. Gerçekten yaşananla anlatılan arasındaki sınırda tedirgin ve yorucu bir mesai yapıyorlar. Modern insanla popüler kültürün haz odaklı ilişkisinden doğan en gayri meşru ihtiyaç, şöhret tutkusu olabilir. Ama sonsuz bir podyumda her an poz verir gibi yaşamak ruhları fena halde yoruyor. Nasıl aynı anda kendimize hem bu kadar yakın hem de bu kadar uzak olabiliyoruz? Her yerde sadece kendimize odaklanacak kadar yakın ama hiçbir zaman gerçek benliğimizle buluşamayacak kadar uzak! Hepimizde “insanları çok mutlu olduğumuz konusunda ikna etme” çabası var. Anları ölümsüzleştirme iddiasıyla kullanılmaya başlayan kameralar, en güzel anları katlediyor. Maslow’un piramidi yerle bir oldu. Barınma ve güvenlik basamaklarından önce artık tanınma ve beğenilme ihtiyacı var. Şöhret açlığı öyle illet bir şey ki insanı atıştırmalık cinsten, abur cubur dürtülerle kontrol altına alıyor. Bu arada popüler kültürün vizyon belgesinde yazanlarla gizli gündemi arasındaki fark bütün insanları aptal yerine koyuyor. Çünkü bir yandan “Kendiniz olun, kimseyi takmayın, kendinizle barışın, kimsenin sizi yönetmesine izin vermeyin” sloganları çığlık çığlığa ortalıkta dolaşıyor. Bir yandan da hayatı sadece el âleme göre şekillendirmeniz için tasarlanan araçlar sürülüyor piyasaya. Fonda özgürlük şarkıları çalıyor ama sahnede başkalarının güdümünde yaşanan sahte hayatlar akıyor. Hayatı sadece göstermek için yaşayanların göstermelik hayatları, kurguyla gerçek arasında yalpalayan bulanık zihinler biriktiriyor toplumda. Reyting kaygısıyla çekilen çileler de gişede yaşanan hayal kırıklıklarıyla bunalıma dönüşüyor. Bu kadar yorucu bir hayat olabilir mi?
Salih Uyan
Salih Uyan
·
116 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.