Gönderi

Bir nöbet geçirmiştir
Durduğu her yolun sonunu karanlık, karışık ve çıkmaz görüyor bu insan: bir nöbet geçirmiştir, yürüdüğü düz ve aydınlık yoldan ayrılmış, zihin çöküntüsünün vehmettirdiği keskin yarasa çığlıklarının çağrısına uyarak bu yabanıl ormanın ortasına düşmüştür. Bir anda, sahici sandığı o çığlıkları da yitirmiştir; kulağında, yalnız yankılar çınlayıp durmaktadır ve kendisini kestiremediği yönlere çağırıp durmaktadır, o da her çağrının ardından, yokluğa hükümlü iradesiyle, birkaç adım koşup bocalamaktadır. Bir ağaç boşluğunda, yaprakların arasından ölgün ay ışığının vurduğu ıslak bir toprak parçası üzerinde durmuş beklerken orman perilerinin ürkütücü sesleri bir an kesilir gibi olmakta ve o zaman birden nasıl olup da orada, o bulunduğu yerde olduğunu anımsamaya çalışmaktadır ama boşuna. Bir mutlu dönemin uzak anıları belleğinin uzak çeperlerine usul usul vurmaya, dokunmaya kalmadan, cin çığlıkları, yarasa haykırışları yeniden onu anımsamasının bir anlık bilincinden uzaklaştırarak kendi ölü ve yönsüz mekânına çağırıp sürüklemektedir. Bu sürüklenişte bir dikkat yoktur, bilinç yoktur, hiçbir şey yoktur. Bir içgüdü bile yoktur. Her şey, bir aldanıştan ibarettir. Büyülenmiştir bu insan, hiçbir şeyine sahip değildir: ne bedenine ne iradesine. Zihni karışıklık içindedir. Vücudu uyuşmuştur, devinme yeteneğini yitirmiştir. Şaşırması bile kalmamıştır. Keder ve umutsuzluk içindedir. Nereden gelip nereye gideceğini bilemediğinden o derin kederi içinde, anlamsız gözlerle ürkek ürkek, kendisine karanlıktan, çıkmazdan, yokluktan başka bir şey vaat etmeyen yolun belirsiz, korkunç ufkunu gözlemektedir. Kimi zaman, yaşamasının gereksizliğini düşünerek intihar bunalımlarına düşmektedir, cezalandırılması için yalvarmaktadır, cezalandırılması için kendini düşmanının eline bırakmaktadır. Ama suçu nedir bu insanın? Kesin bir karşılığı yoktur zihninde bu sorunun. Bir şey yitirmiştir, o "şey" kendi özüyle, varlığıyla yakından ilgilidir, hani, bir emanettir, yitirmemesi, sürekli göğsünde taşıması gerekli bir şeydir yitirdiği, uzaktan, usul usul sezinlemektedir bunu, ama tam bir zihin açıklığıyla kavrayamamaktadır. İnsanlık için değer taşıyan o şeyin yitirilmesinin kefareti kendi hayatıdır, bunu ödemeye hazırdır. Ne olduğunu anımsayamadığı yitiğini bulmak için oraya buraya bakınmakta, el yordamıyla aranmaktadır. Yalvarmaktadır. Ama kederinin dışarıya vuran karanlığında kendini kurtaracak ışığı nasıl bulabilsin? Çok aldatılmıştır. Yıllarca, kendi dışında yanıp sönen uydurma ışıkların, seslerin ardından umutsuzca, hüzünle, boşu boşuna koşup durmuştur. Yakaladığını sandığı anda, bir kez daha aldatıldığını görmüştür. Bu aldanışlar, bu yitirilmiş ülkü, bu iç karanlığı onu devinimden alıkoymaktadır, kendi kendini yiyip bitirmeye yöneltmektedir, sıkıntısının şiddetiyle yüreği daralmaktadır. İçinde ve dışında boyuna gerilediğini, büzüldüğünü duymaktadır. Bir malihülya çöküntüsü içinde kıvranıp durmaktadır. Buraya nasıl geldi bu insan? Bu orman karanlığına, bu ürkütücü, yolsuz, izsiz yere? Baştan beri burada değildi. Yanlış bir sese uydu, yanlış bir çağrıya kapıldı. Yeryüzünün cennetiolan bir 'yerde' yaşarken, o cennetin sınırlarını zorlamak istedi. Ne ki, bunu yaparken kendi cennetini yadsıdığını ayırt edemedi. O yanlış sesin, yanlış çağrısına uyarak ülkesinden ayrıldı. Bir sevi ülkesindeyken, beze ülkesine düştü. Korkusuzluğun, güvencenin egemen olduğu yerden, ecinnilerin, sanrıların depreştiği bir yabancı iklime düştü. Bir uyku hâlindeydi. Bu durumdayken, o yabancı ses, kendisinden ve kendi ülküsünden kuşkulandırmayı başardı bu insanı. İlkin kendisinden kuşkulanmaya başlarken gide gide tamamıyla yadsıdı kendini. Kendine, ülküsüne inancını yitirdi. Çünkü böyle buyuruyordu o yanlış ses. Ve her şey bu noktada başlıyordu. Mutlak doğru habercilerin uyarıları bir kez daha doğrulanıyordu: inancını yitirenler, işi aldatmaktan ve göz boyamaktan ibaret olan bir yaratığın iğvasına kapılacaktır, inananlarsa inançlarında direnecektir. Böyle oldu. İnancını yitiren insan, güneşin hep batış hâlinde olduğu bir iklimin kucağında buldu kendini, yitirilmiş cennetinin özlemi içini yaka yaka. İçinin yandığını, bu fiziksel acıyı elbet duyuyor. Ne ki, kökenini bir türlü anlayamıyor bu acının, bu, içinde kördüğüm olmuş keder karanlığının. Baştan beri, hep bu acıyla yaratıldığını sanıyor. Bu umutsuz karanlıktan nasıl kurtulur? Kurtulur mu? Çektiği sonsuz acılar, işlediği yanlışın kefareti sayılmasın mı? Kendini denetleyebilene umut kapıları sonsuzca açıktır. Yeryüzü dolusu yanlışa, yeryüzü dolusu bağış vaat ediliyor. Ne var ki, kendine getirmek için çok sarsmak gerek onu. Dengesini yeniden bulduruncaya değin sarsmak gerek. Bir kez kendine gelip de o bir adı yürekten andı mı, yeniden aydınlığa döndürülecektir yüzü. O zaman, yeniden, umabilme yeteneğini kazanacaktır. Umutlu oldukça da umduğu verilecektir ona.
Sayfa 15 - İz YayinlarıKitabı okudu
26 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.