Gönderi

224 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
5 günde okudu
DENİZ FENERİ Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’dan sonra okuduğum ilk eseriydi Deniz Feneri. Yani kurgu kalemiyle ilk kez tanıştım. Sonucunda ise hayran kaldım. Virginia Woolf’un karakterlerindeki derinlik inanılmaz, katman katmanlar. Hikâye boyunca her karakterin diğer karakterlere karşı hislerinin sürekli zıt duygular arasında gidip gelmesi; kitapta tahakkümün somutlaşmış hali olan Mr. Ramsay’nin kendi içindeki kibir ve sevilme/şefkat görme isteğinin bitmek bilmez çekişmesi; resmini bitirmeye uğraşan Lily’nin sanatıyla ilgili duyduğu çelişik duygularla dolup taşması… Neticede insan tam olarak böyle karmaşıklıklarla dolu bir varlık. Tek notalı değil, katman katman. Bu yüzden metnin kendisi de böyle, aynı anda birden fazla olay oluyor, birden fazla zamanda yolculuk yapıyor karakterler, geçmişle o an arasında, tek bir anda birden fazla his arasında akış içindeler. Hermione Lee, Woolf’un sık sık parantezlere başvurmasının nedeninin bu olduğunu belirtmiş (Lee, 2000, 9). Bir zamandayız, başka zamana ait anlık bir düşünce bir parantez içinde belirip yok oluveriyor, ya da biz düşünceler içindeyken etrafımızda olup biten pek de bilincinde olmadığımız şeyler küçük parantezler içinde akıyor. İnsan sürekli kendi iç dünyası tarafından içinde bulunduğu sosyal bağlamdan çekiliyor ve geri geliyor, çekiliyor ve geri geliyor. İnsan zihninin işleyişinin kelimelerle resmedilmesi bundan daha güzel yapılamazdı sanırım. Bunun getirdiği yoğun bir görecelilik var kitapta. Karakterlerin olaylara ve diğer karakterlere yönelik düşünceleri, yorumları tamamen öznel. Örneğin kitabın “Pencere” isimli ilk kısmının 7. bölümünde (Woolf, 2022, s. 38-41), Mrs. ve Mr. Ramsay arasında gerçekleşen olayın yazılma biçimi beni kendisine hayran bıraktı. İki farklı karakterin neleri düşündüklerini, birbirlerinin hareketlerini okuyarak birbirlerini anlamaya çalıştıklarını, buna göre öfkelenip yumuşadıklarını, bir davranışsal tepki meydana getirdiklerini yazmış Woolf. Bunun üzerinden bir erkek-kadın, bir karı-koca dinamiği sunmuş. Her ikisinin iç dünyasında gerçekleşen bambaşka şeylerle, eşinde neden olduğu duygular arasındaki çatışma ve uyum inanılmaz anlatılmış. Mrs. Ramsay’in yaşadıkları olayı içinde anlamlandırışı bambaşka, Mr. Ramsay’ninki bambaşka. Bir de üçüncü bir perspektifi var bu olayın, olayı yaşayan bu iki karakterin dışında dış bir göz: Lily’nin Mrs. ve Mr. Ramsay arasındaki bu tarz olaylarda onları nasıl gördüğünü ve olayı nasıl anlamlandırdığını okuyoruz örneğin “Fener” adlı son bölümde (Woolf, 2022, s. 209). Zihinlerde yolculuk yapıyoruz ve gerçekliğin her zihinde büründüğü şekle şaşkınlıkla bakakalıyoruz. İnsanın kendi zihninde dönüp bitenlerle dışarıdan kendisine bakılan gözlerin anladıkları arasındaki bu gerilim sık sık dile getirilmiş kitapta: “…herkes, dışarıya verdiğimiz görüntünün, bizi başkalarına tanıtan şeylerin çok çocukça olduğunu mutlaka hissediyordu. Bunun altı tamamen karanlık, her yere yayılıyor, ulaşılamaz bir derinliği var; ama ara sıra yüzeye çıkıyoruz ve siz yalnız o kısmını görüyorsunuz, diye düşünüyorlardı” (Woolf, 2022, s. 65). Peki aynı şeye bakıp bu kadar farklı şeyler gören ve düşünen insanları bir arada tutan şey ne? Lily kitap boyunca aşka dair sorgulamalarında bunu arıyor belki de? Sanatın anlamlandırma gücüne sığınmasının sebebi de bu belki de: bir cevap arıyor: “İnsanlar bu kadar dışarı kapalıyken onlar hakkında şunu veya bunu bilmek nasıl mümkün oluyor diye sordu kendine. Sadece havaya dokunulamayan ve tadı alınamayan bir tatlılık ve keskinlik yayan kubbe biçimli kovanın etrafından ayrılmayan bir arı gibi belki; insan da, dünyadaki bütün ülkelerin üzerini kaplayan o geniş havada tek başına uçtuktan sonra, kıpır kıpır uçup vızıldayarak kovanlara dadanan arılar gibiydi, bu kovanlar da insanlardı” (Woolf, 2022, s. 53). Tıpkı arılarda olduğu gibi insanlar birbirlerinden bambaşka deneyimler yaşıyor olsa da, hiçbir insan bir diğer insanı bütünüyle anlayamasa da, en nihayetinde insan insanla birlikte olmaya muhtaç. Şu söz de Woolf’un zihinlerin göreceliliğine rağmen insanların bir aradalığını çok güzel ifade etmiş: “Kendisininkinden farklı olarak onun bakışı da buydu. Ama birlikte bakmaları onları birleştirmişti” (Woolf, 2022, s. 99). Okur olarak Deniz Feneri boyunca önümüze atılan sahneler ve bilinçlerde akışan düşüncelere yönelik hissettiğimiz şey de bu sanırım. Hepimiz bu karakterlere ve anlattığı hikâyeye yönelik farklı algılarla, duygularla, düşüncelerle dolup taşabiliriz, ama neticede hepimiz Deniz Feneri’ni okuyoruz. İnsan ilişkileri ve algıdaki bu göreceliliğin dışında kitapta kokusunu en buram buram hissettiren tema emperyalist ve ataerkil sisteme yönelik eleştiri gibi geldi bana. Lee bunu çok güzel özetlemiş: “Ramsay ailesinin arkasında bir emperyalizm tarihi yatar. Mrs. Ramsay’nin akrabaları Hindistan’a hükmetmektedir ve Mr. Ramsay de sosyal olarak alışılmadık bir tip olmasına ve zengin olmamasına rağmen eğitim kurumunun bir parçasıdır. Ayrıca onun da kendi imparatorluğu vardır; aile denilen o küçük ada. Mr. Ramsay’de metaforlaştırılan erkeğin liderlik vasfı kısmen mizahi bir fantezi, fakat aynı zamanda ciddidir. Mr. Ramsay kahraman fakat zorbadır. Karısına yönelik sergilediği zarif hürmet ve tahakküm karakteristik bir özellik olmakla birlikte ataerkil sistemin bir ürünüdür. Napolyon, Carlyle ve Fransız Devrimi erkeklerin sohbetlerinde sıklıkla dile getirilerek, erkeklere özgü bir gelenek olan emperyalist despotluğa karşı konulduğu açıklığa kavuşturulur. Kimin tarafından mı karşı konulmaktadır? Alternatif anaerkil diliyle Mrs. Ramsay tarafından; Lily’nin resimleri tarafından; William Bankes’in bilimsel nesnelliği tarafından; (muhtemelen homoseksüel olan) Augustus Carmichael’in mistik, şahsi olmayan Farsça şiirleri tarafından ve çocuklar tarafından” (Lee, 2000, s. 20-21). Woolf’un kitap boyunca çoğunlukla Mr. Ramsay ve Mrs. Ramsay ile Lily ve Charles arasında ortaya koyduğu kadın-erkek dinamikleri ataerkilliğin yaratmış olduğu yapay ve zorlama ilişkileri gün yüzüne çıkararak, bu düzenin aslında kadından çok erkeği savunmasız ve incinir hale getirdiğini gözler önüne seriyor. Saygınlığını, gücünü, tahakkümünü, yani tahtını daima korumak zorunda hisseden Mr. Ramsay ona yönelik en ufak bir tehditte tedirgin, stresli ve öfkeli bir kişiliğe bürünüyor. Bu nedenle daima övülmeye, sevilmeye ve şefkat gösterilmeye muhtaç yalnız ve kırılgan bir adam haline gelmiş. Bu durum akşam yemeğinde Walter Scott romanlarıyla ilgili çıkan tartışmada Mrs. Ramsay’nin hislerinde çok güzel dile getirilmişti bence. William Bankes olağan bir şekilde onun romanlarını sevdiğini dile getirdiğinde Charley bunu kişisel bir mesele olarak algılayıp sinirleniyor, Scott’ın romanlarının sevilebilir bir yanı olmadığını dile getirmeye başlayarak kendi “akademik” perspektifinden ciddi eleştiriler yöneltmeye başlıyor. Bu tartışmada Mrs. Ramsay, Charley’nin bu tavrının kendisini ispatlama çabasından, “ben, ben, ben” arzusundan kaynaklandığını, ancak evlendiğinde ya da profesör olduğunda bir nebze yumuşayabileceğini düşünüyor. Yani başarı ve tahakküm elde ettiğinde… Ancak hemen ardından biri, Scott romanlarının uzun süre popüler olmayı sürdüremeyeceğini ima eden bir soru soruyor ve Mrs. Ramsay aniden Charley’nin sahip olsaydı daha egosuz bir insan olacağını düşündüğü niteliklerin her ikisine de sahip (evlenmiş ve profesör olmuş) olan kendi eşi için bir tehlike seziyor: “Kocası için bir tehlike sezdi. Böyle bir cümle mutlaka ona kendi başarısızlığını hatırlatan bir şeyin söylenmesine yol açacaktı. […] (Bu tarz kibirden tümüyle arınmış biri olan) William Bankes güldü ve modadaki değişikliklere hiç önem vermediğini söyledi. […] Ondaki bu dürüstlük Mrs. Ramsay’ye çok hayranlık verici göründü. Hiçbir zaman bu beni nasıl etkiler diye düşünmüyordu. Ama eğer huyunuz farklıysa ve hep övülmek isteyen, hep yüreklendirilmesi gereken biriyseniz, doğal olarak huzursuz olmaya, birinin size ah, ama sizin çalışmalarının kalıcı olacak Mr. Ramsay filan demesini istemeye başlıyordunuz.” (Woolf, 2022, s. 109) Yani ataerkil düzende erkek, başarı ve tahakküm elde etmedikçe kendini ispatlama çabası içinde bocalarken, bunları elde ettiğinde de onları korumaya yönelik sürekli bir tedirginlik içinde yalnızlaşmış bir adama dönüşüyor. Son olarak sanat ve sanatçı teması akıyor hikâye boyunca. Lily ve resmi üzerinden elbette. Sanki Woolf kendi edebi yolculuğunu onun üzerinden anlatmış gibi. Ben üç yönden sezinledim bu ilişkiyi; Lily’nin sanata gerçekliğin bir kopyası olarak değil, gerçekliği bir anlama çabası olarak yaklaşması; dolayısıyla gerçekliğe dair kendi deneyimini, ruhunu, algılarını, duygularını yansıtacak şekilde meydana getirdiği sanatının çok kişisel, çok mahrem olması ve bunun görünür olacağını düşünmekten bir yandan ürkerek bir yandan heyecan duyması; son olarak da sanatında nihayet kavuştuğu ritim. İlk durum, Woolf’un tüm hikayesini kucaklamış olan başta da bahsettiğim öznellik ve görecelilik durumu. Örneğin William Bankes, Lily’ye resmindeki mor üçgenin ne olduğunu sorduğunda Lily “Mrs. Ramsey” diye cevap veriyor ve Bankes şaşırıp bunun hiç de bir insan figürüne benzemediğini söylediğinde de “zaten gerçeğe benzesin diye bir çabası olmadığını” belirtiyor. Aynı şekilde Bankes resmine dair planlarını açıklamasını istediğinde “Ona bu manzarayı nasıl yapmak istediğini gösteremezdi, elinde fırçası olmadan bunu kendi bile göremiyordu” (Woolf, 2022, s. 55) diye düşünerek bocalıyor. Tüm bunlar bana, sanatın tamamen gerçekliği yorumlama çabası, dürtüsel ve öznel bir uğraş olduğunun ifadesi gibi geldi. Nitekim Lily resminin “otuz üç yaşının tortusunun, bütün o yıllar boyunca her gün söylediği veya gösterdiği her şeyden daha gizli bir şeyle karışmış olan bir yaşanmışlıktan geriye kalanların” (Woolf, 2022, s. 54) olduğunu düşünüyor ve bu yüzden sanatına yönelik Bankes’in nazik anlama çabası Lily’ye bir korku ve heyecan karmaşası yaşatarak şunları hissettiriyor: “Ama artık resmi görülmüştü; artık ondan alınmıştı. Bu adam onunla son derece mahrem bir şeyi paylaşmıştı. Bunun için […] o ana ve o yere şükrederek, dünyada daha önce hiç fark etmediği bir gücün varlığına –yani o uzun dehlizde artık yalnız değil, biriyle kol kola yürünebileceğine– inanarak –yaşadığı en tuhaf ama en coşku verici duyguydu bu– boya kutusunun kapağını gerektiğinden çok daha sert bir şekilde kapattı” (Woolf, 2022, s. 56). Ama Lily sanatıyla ve onu paylaşmakla ilgili tüm bu keşiflerine rağmen bu resmini bitiremiyor. Çünkü tabiri caizse önce “doğru ritmi” bulması gerekiyor. Woolf, Lily’nin ikinci bölümde yaşadığı bu aydınlanma anını aniden beliren bir ritmin farkına varması, o ritme uyarak belirli bir ahenk içinde sanatını yaratmaya başlaması şeklinde tarif etmiş. Woolf’un sanatının en özgün tarafı da bu ritim aslında. Vita Sackville-West’e yazdığı mektupta bunu açıkça dile getirmiş: “Üslup çok basit bir meseledir: ritimden ibarettir” (Nicolson, 1977, s. 247). Ursula Le Guin, Woolf’a referansla Zihinde Bir Dalga olarak isimlendirdiği eserinde, edebiyatın vazgeçilmez unsuru olarak işaret ediyor bu “ritim” denen şeye (Le Guin, 2017, s. 161). Lily’nin keşfettiği şey de bu; zihnindeki bir dalga: “…sanki gördüğü şeyin (sürekli bir çalılığa, bir tuvale bakıyordu) dayattığı ritme kapılmış gibiydi, öyle ki, eli canlılıkla titrerken bu ritim onu da kendi akışıyla kapıp götürecek kadar güçlüydü” (Woolf, 2022, s. 165). Kitabın son cümlesi, hikâyenin sona ermesine paralel bir şekilde Lily’nin resminin de bitişinin alameti: “sonunda görmek istediğini görmüştü” (Woolf, 2022, s. 215). Woolf da Lily de zihinlerinde beliren dalganın ritmine takılarak sanatlarını tamamladılar ve ancak o an zihinlerinde belirmesini istedikleri görü onlara görünmüş oldu. Referanslar: Le Guin, Ursula K. (2017) Zihinde Bir Dalga. Çevirmen Tuncay Birkan vd. İstanbul: Metis. Lee, Hermione (2000). “Introduction” To The Lighthouse by Virginia Woolf. London: Penguin Classics. Nicolson, Nigel (1977), editör. The Letters of Virginia Woolf: Volume III: 1923-1928. London: The Hogarth Press. Woolf, Virginia (2022). Deniz Feneri. Çevirmen Sevda Çalışkan. İstanbul: Türkiye İş Bankası.
Deniz Feneri
Deniz FeneriVirginia Woolf · İş Bankası Kültür Yayınları · 20215,9bin okunma
·
291 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.