Artık şunu kabul edelim: Ruhumuzu tam olarak hayata yansıtamadığımız zaman özgürlükten bahsedemeyiz! Zaaflarımız ortaya çıkar ve kullanılırız. Bu geçeği fark etmek için uzaklara gitmeyin. Eşiniz, çocuklarınız, anneniz, babanız veya kardeşiniz, kısacası en yakınlarınız, özgürlüğünüzü asıl kısıtlayanlar olarak yanı başınızdadır. Zaman içinde giderek daha çok kaptırdığınız özgürlüğünüzü geri almaya çalıştığınızda ise hedef tahtası olursunuz.
"Sen çok değiştin, bir acayip oldun, seni tanımakta güçlük çekiyorum" derler. Kölelikten kurtulmanıza kimse izin vermek istemez. Bencil biri olmakla itham edilmeye başlarsınız. Bu çatışmanın derecesi kaptırdığınız özgürlükle doğru orantılı gelişir. Sizin mutluluğunuz veya yaşamdan zevk almanız kimseyi ilgilendirmez. Sen kölesin ve öyle kalmalısın mantığı ön plandadır.
Bu nedenle ruhunuz daha en başından kaptırmamanızı öneriyorum ancak ne yazık ki geleneksel yetiştirme tarzımızın temel mottosu "büyüklerini sayacaksın, küçüklerini seveceksin" olduğu için öncelikle kendinizi sevmeniz ve kendinize değer vermeniz gerektiği aşılanmamaktadır. Böyle bir inançla büyütülen bir çocuk, iileride kendisini bulmakta elbette çok güçlük çeker. Vicdan, suçluluk duygusu içimizi kemirir. Ben nerede yanlış yapıyorum diye hayıflanıp durursunuz. Çıkış yolu bulamazsınız. Mutsuzluk, huzursuzluk, isteksizlik, yaşamdan zevk almama bu koşullarda yaşanan duygulardır. Sizi doktora yönlendirirler ve "her şeye sahip olduğu halde derdin ne?" diye itham ederler. Kendinizi suçlu hissedersiniz. Doktorunuz ise bu durum karşısında kolayca depresyon tanısı koyarak derecesine ve etkilerine göre ilaçları başlatır.
Artık hissedebilen bir insan olmaktan çıkarsınız bir robot gibi etrafa uyum göstermek için çabalayıp durmaya devam edersiniz.