Gönderi

Liberalizm çoğu zaman ısrarla, özgürlük ve tercihle ilgili fikirler ile ilişkilendirildi. Siyasî bir amentü olarak liberalizm, muhtemelen 19. Yüzyıldan önce varolmamıştı ama liberalizm, daha önceki üç yüzyılda gelişen fikirler ve teorilere dayandırıldı. Liberal fikirler, Avrupa’da feodalizmin çöküşü ve onun yerine gelişen bir piyasa toplumunun veya kapitalist toplumun bir sonucu olarak ortaya çıktı. Liberal fikirler radikaldi: Bu fikirler, temel reformlar hatta zaman zaman devrimsel değişimi talep ediyordu. Liberaller mutlakiyetçiliğin yerine anayasal, daha sonra da temsilî demokrasiyi savunmuşlardır. Liberaller, toprak sahibi aristokrasinin İktisadî ve siyasî imtiyazlarıyla beraber, sosyal konumun “kazara doğum” ile belirlendiği feodal sistemin hakkaniyetsizliğini eleştirmişlerdir. Ayrıca, dinde vicdan özgürlüğü hareketini desteklemişler ve yerleşik kilise otoritesini sorgulamışlardı. Batılı siyasal sistemler de liberal fikir ve değerlerle şekillenmiştir. Öyle ki, bu sistemler çoğunlukla liberal demokrasiler olarak sınıflandırılırlar. Bu sistemler, anayasal sistemlerdir. Yani, hükümet iktidarını sınırlama, yurttaş haklarını koruma arayışındadırlar ve siyasal yetkinin rekabete açık seçimlerle elde edilmesi anlamında da temsilidirler. Liberal demokrasi öncelikle, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da gelişmiş, gelişmekte olan ülkelerin bazılarında, 1989-1991 devrimlerinden sonra Doğu Avrupa’da da köklenmiştir. Batı tarzı liberal rejimler, bağımsızlığa kavuşmanın mirası olarak kalmıştır ama başarı derecesi farklılık göstermektedir. Hindistan, dünyanın en büyükliberaldemokrasisidir. Ancak başka yerlerde liberal demokratik sistemlerin, sanayi kapitalizminin yokluğuna ya da yerleşik siyasî kültürün doğasına bağlı olarak zaman zaman çöktükleri görülür. Bunun aksine, çoğu Batılı ülkenin siyasal kültürü, liberal-kapitalist değerler esası üzerine inşa edilmiştir. İbadet özgürlüğü, ifade özgürlüğü, mülkiyet hakkı gibi fikirlerin hepsi liberalizmden türetilmiştir. Bu fikirler Batı toplumlarında öylesine kök salmıştır ki, bunlara yönelik meydan okuma, hatta sorgulama oldukça nâdirdir. Liberaller, bencil çıkarı ve bencilliğin gücünü kabul ederler. Bunun kaçınılmaz sonucu da rekabet ve çatışmadır. Bireyler kıt kaynaklar için mücadele ederler; iş dünyası kar artırmak için rekabet eder; devletler güvenlik veya stratejik avantaj için çarpışırlar vs. Aslında liberalizm, sanayileşmiş Batı’daki hâkim ideoloji durumundadır. Hatta bazı siyaset düşünürleri, liberalizm ile kapitalizm arasında zorunlu ve kaçınılmaz bir bağ bulunduğunu da iddia ederler. Bu iddia, liberalizmi eleştirenler kadar liberalizm taraftarlarınca da dile getirilir. Örneğin Marksistlere göre liberal fikirler, kapitalist toplumda mülkiyet sahibiyönetici sınıfınİktisadi çıkarlarının yansımasından başka bir şey değildir. Marksistler, liberalizmi “burjuva ideolojisi’nin klasik örneği olarak görürler. Öte yandan Friedrich Hayek gibi düşünürler, İktisadî özgürlüğün -özel mülkiyete sahip olma, kullanma ve elden çıkarma hakkı siyasî özgürlüğün zorunlu teminatı olduğu iddiasındadırlar. Bundan hareketle Hayek, liberal demokratik sistemin ve sivil özgürlüklere saygının sadece kapitalist İktisadî düzen bağlamında gelişebileceğini öne sürer. Sonuçta liberalizm, değişim ve reformdan ziyade, geniş ölçüde liberal olan mevcut kurumlan korumayı savunan muhafazakar bir nitelik edinmiştir. Liberal fikirlerin de diğerleri gibi değişmeden kalması mümkün değildir. 19. Yüzyıl’dan günümüze sanayileşmedeki ilerleme, liberalleri erken dönem liberal fikirleri sorgulamaya, bazı açılardan da gözden geçirmeye sevk etmiştir. Yurttaşlarının hayatlarına devletin müdahalesinin mümkün olduğunca azaltılması gerektiğini savunan erken dönem liberallerinin aksine; modern liberaller yönetimin, sağlık, konut, ödenek, eğitim gibi hizmetlerin verilmesinden; aynı şekilde ekonominin yönetimi veya en azından regüle edilmesinden sorumlu olması gerektiğine inanırlar. Bu durum, liberalizm içinde iki düşünce gele­neğinin ortaya çıkmasına yol açmıştır: Klasik liberalizm ve modern liberalizm. Bunun sonucu olarak bazı yorumcular liberalizmin, devletin arzulanan rolü konusunda çelişkili inançları benimseyen, tutarsız bir ideoloji olduğunu öne sürerler. 20. Yüzyıl boyunca liberalizmi, ahlâkî olarak tarafsız resmetmek moda oldu. Bu anlayış, liberalizmin “iyi” olana değil de “haklara” öncelik verdiği inancında yansımasını buldu. Başka bir ifadeyle liberalizm; insanların ve grupların kendi tanımladıkları iyi hayat her ne ise peşinden gidebilecekleri koşulların tesis edilmesi mücadelesini verir ama bunu yaparken, iyinin ne olduğuna ilişkin özel bir nosyonu desteklemeye çalışmaz veya bu yönde reçeteler sunmaz. Bu açıdan liberalizm, salt bir ideoloji değil, “meta-ideoloji”dir. Yani, siyasal ve ideolojik tartışmanın yer alabileceği zeminleri oluşturan kurallar bütünüdür. Ancak bu, liberalizmin salt bir “kendi işini yap” felsefesi olduğu anlamına gelmez. Liberalizm bir taraftan açıklık, tartışma ve kendi kaderini tayin hakkını önemserken, diğer yandan, ayırt edici niteliklerinden biri de güçlü bir ahlâkî hamle olmasıdır. Liberalizmin ahlâkî ve ideolojik tutumu, kendine özgü değer ve inanç kümesine teslimiyetle açığa çıkar. Bu değerlerin en önemlileri şunlardır: ► Birey ► Özgürlük ► Akıl ► Adâlet ► Hoşgörü ve farklılık BİREY Modern dünyada birey kavramı öylesine âşinâ bir kavramdır ki, bu kavramın siyasî önemi çoğunlukla gözden kaçırılır. Feodal dönemde kendine ait çıkarları olan ya da kişisel ve özgün kimliklere sahip bireyler anlayışı neredeyse yoktu. Daha ziyade insanlar, ait oldukları sosyal grupların üyeleri olarak görülürlerdi: Aile, köy, yerel cemaat veya sosyal sınıf. Bireyin önceliğine inanma, liberal ideolojinin tipik temasıdır. Ancak bu inancın liberal düşünceye etkisi farklı açılardan olmuştur. Bu anlayış, bazı liberallerin toplumu, salt kendi ihtiyaç ve çıkarlarını tatmin etme arayışındaki bireylerin toplamı olarak görmelerine yol açmıştır. Aslında bu görüş, 'toplum’un kendi başına varolmadığı ama salt kendi kendine yeten bireylerin toplamı olduğu inancını doğurabilir. Böylesi uç bireyci bir anlayış, bireyin bencil, zorunlu olarak çıkarcı ve kendi ayakları üzerinde durabilen bir varlık olduğu varsayımına dayanır. ÖZGÜRLÜK Liberaller için bireysel özgürlük, üstün siyasî değerdir ve liberal ideolojide birçok açıdan birleştirici unsurdur. Ancak liberaller, bireyin mutlak anlamda özgürlük hakları olduğunu kabul etmezler. John Stuart Mill, On Liberty ( Hürriyet Üstüne, [1859] 1972, s. 73) adlı eserinde, “medenî topluluğun herhangi bir üyesinin iradesine rağmen üzerinde kullanılabilecek meşru gücün yegâne amacı, ‘diğerlerine zarar vermesini engellemek”, olduğunu öne sürer. Mili, bireylerin mutlak özgürlük kullanacakları “kendileriyle ilgili” eylemler ile diğerlerinin özgürlüklerini kısıtlayabilecek ya da onlara zarar verebilecek “diğerleriyle ilgili” eylemler arasında net bir ayrım yapar. Mili, birey üzerinde, kişinin kendisine fiziksel veya ahlâkî olarak zarar vermesini engellemek üzere tasarlanmış olsalar bile hiçbir kısıtlamayı kabul etmez. Bu türden bir görüşe göre örneğin, otomobil sürücülerinin emniyet kemeri takmalarını veya motosiklet kullanıcılarının kask takmalarını zorunlu kılan yasalar veya bir bireyin ne okuyacağını ya da dinleyeceğini sınırlayan her tür sansür kabul edilemez niteliktedir. Liberaller, özgürlüğün değeri hususunda hemfikir olsalar da, birey için “özgür” olmanın ne demek olduğu konusunda her zaman aynı görüşü paylaşmazlar. AKIL İnsanlar, rasyonel düşünen varlıklar olmaları derecesinde, kendi çıkarları için en iyinin ne olduğunu tanımlama ve onun peşinden gitme yeteneğine sahip olurlar. Paternalizm, bireyleri, kendi ahlâkî tercihlerini yapmaktan ve gerektiğinde kendi hatalarından ders çıkarmaktan alıkoymakla kalmaz, aynı zamanda, başkaları için sorumluluk yüklenmiş kişilerin kendi konumlarını (yine kendi) amaçları uğruna kötüye kullanma ihtimâlini de yaratır. Rasyonalizmin bir diğer mirası da, liberallerin, güçlü bir şekilde ilerlemeye inanma eğilimleridir. İlerleme tam anlamıyla gelişmek, ileriye doğru hareket etmek demektir. Liberal bakış açısına göre, özellikle bilimsel devrim marifetiyle ortaya çıkan bilgi artışı, sadece insanlara dünyalarını anlama ve açıklamayı mümkün kılmakla kalmadı; bu dünyanın daha iyi şekillendirilmesine de yardımcı oldu. Kısaca aklın gücü insanoğluna, kendi hayatlarının sorumluluklarını yüklenme ve kendi yazgılarını belirleme kapasitesi bahşetmiştir. İnsanlar kendilerini bilgi edinmeyle ve önyargıyla beraber batıl inancı terk etme yoluyla geliştirebilirler. Özellikle modern liberal anlayışta eğitim, kendi başına, özünde iyidir. Eğitim, kişisel olarak kendini geliştirme ve geniş ölçekte de tarihsel ve sosyal ilerlemenin hayati aracıdır. Liberaller, güç kullanımının sadece nefsî müdafa durumunda veya baskıya karşı koyma aracı olarak haklılaştırılabileceğine inanırlar. Ancak bu kullanım her zaman sadece akıl ve muhakemenin başarısız olması durumunda söz konusu olabilir. ADALET Liberal adâlet teorisi, çok çeşitli alanlardaki eşitlik inancına dayanır. Her şeyden önce bireycilik temel bir eşitliğe teslimiyeti ifade eder. Her bireyin eşit ahlâkî değerde olduğu anlamında, tüm insanların eşit olarak “doğdukları” kabul edilir. Doğal haklar veya insan hakları nosyonunda içkin olan fikir de budur. İkinci olarak, temel eşitlik, biçimsel eşitlik inancını da bünyesinde barındırır. Buna göre tüm bireyler, özellikle hak dağılımı açısından toplumda aynı biçimsel statüden faydalanmalıdırlar. Sonuçta liberaller; cinsiyet, ırk, renk, inanç, din ya da sosyal arka plan gibi etkenler temelinde bazılarının sosyal imtiyaz veya avantajlardan yararlanıp diğerlerinin ise dışlanmasına şiddetle karşı çıkarlar. Haklar; erkekler, beyazlar, Hıristiyanlar veya zenginler gibi hiçbir grubun tekeline verilmemelidir. Biçimsel eşitliğin en önemlileri yasal eşitlik ve siyasî eşitliktir. Yasal eşitlik, “hukuk önünde eşitliği” vurgular ve yasal çerçeveyle ilgili olmayan tüm etkenlerin, kesinlikle yasal karar alma süreciyle ilgili olmadığını ısrarla belirtir. Siyasî eşitlik ise “tek kişi, tek oy; tek oy, tek değer” fikrinde içkindir ve demokrasiye yönelik liberal sadakâtin temelini oluşturur. Üçüncü olarak liberaller, fırsat eşitliği inancım benimserler. Her bir bireyin toplumda yükselişi ve düşüşüyle ilgili eşit şansı olmalıdır. Bu anlamda hayat oyunu, aynı düzeydeki oyun sahasında oynanmalıdır. Bu, tüm ödül ve sonuçların eşit olması gerektiği ya da hayat ve sosyal şartların herkes için aynı olması gerektiği anlamına gelmez. Liberaller, sosyal eşitliği arzulanabilir bir şey olarak görmezler, çünkü insanlar aynı doğmamıştır. Bir liberal için eşitlik, bireylerin sahip oldukları eşit olmayan beceri ve yeteneklerini geliştirmek için eşit fırsata sahip olmaları demektir. Bu da, tam anlamıyla yetenekli veya beceriklilerin yönetimi anlamına gelen meritokrasi anlayışına yol açar. Martin Luther King’in ifadesiyle, “karakterlerinin içeriği’ ne göre değerlendirilirler. Geniş anlamda, sosyal eşitlik adil değildir. Çünkü bu eşitlik, eşit olmayan bireyleri eşitlermiş gibi telakki eder. Ancak liberal düşünürler adâletin bu türden geniş ilkelerinin pratikte nasıl uygulanması gerektiği hususunda fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Klasik liberaller, hem İktisadî hem de ahlâkî zeminlerde katı bir liyakat yönetimi benimserler. Klasik liberaller İktisadî olarak, özendirici, teşvik edici şeylere olan ihtiyacı aşırı derecede vurgulamışlardır. Modern liberaller ise sosyal adâleti bir dereceye kadar, sosyal eşitliği ima eder şekilde ele almışlardır. Örneğin John Rawls, A Theory of Justice (Bir Adâlet Teorisi, 1970) adlı eserinde, İktisadî eşitsizliğin sadece toplumdaki en yoksulların menfaatine işlediğinde haklılaştırılabileceğini öne sürmüştür. Klasik liberallerin inancına göre, feodalizmin yerini alan piyasa ya da kapitalist ekonomi, her bireyin kendi değerlerine göre başarılı olabileceği sosyal koşulları yaratmıştır. Bunun aksine modern liberaller ise dizginlenmeyen kapitalizmin, bazılarına ayrıcalık bazılarına da zarar verecek şekilde yeni sosyal adâletsizlik biçimlerine yol açtığı inancını taşırlar. HOŞGÖRÜ VE FARKLILIK Liberal sosyal etiğin ayırt edici özelliği, ahlâkî, kültürel ve siyasî farklılığı kabul etme, bazı durumlarda da göklere çıkarma arzusudur. Aslında çoğulculuk veya farklılığın köklerinin bireycilik ilkesiyle beraber insanoğlunun ayrı ve özgün yaratık olduğu varsayımında yer aldığı söylenebilir. Ancak liberal farklılık tercihi, çoğunlukla hoşgörü ile ilişkilendirilir. Hoşgörü, özel alan olarak görülen zeminlerdeki tüm meseleleri kapsayacak şekilde genişletilmelidir. Ahlâkî meselelerle ilgili olan din gibi alanlar, tamamen bireye terk edilmelidir. Sonuçta hoşgörü, negatif özgürlüğün teminatıdır. Hoşgörü ve farklılık fikrini anlayıp paylaşmak, temel çatışmalarla parçalanmış olmayan dengeli bir topluma ait liberal inançla da ilişkilidir. Bireyler ve sosyal gruplar çok farklı çıkarların peşinden gitmelerine rağmen liberaller, çatışan çıkarlar arasında derin bir uyum veya denge olduğunu kabul ederler. Örneğin, işçilerle işverenlerin çıkarları farklıdır: İşçiler daha iyi ücret, daha kısa çalışma saatleri ve iyileştirilmiş çalışma koşulları isterler; işverenlerin arzusu ise ücretler de dâhil olmak üzere tüm üretim maliyetlerini mümkün olan en düşük düzeyde tutarak kârlarını artırmaktır. Ancak bu çatışan çıkarlar aynı zamanda birbirlerini tamamlayıcı niteliktedir: İşçilerin işe, işverenlerin de işgücüne ihtiyaçları vardır. Bir başka ifadeyle, her bir grup, bir diğerinin amaçlarının gerçekleştirilmesi için zaruridir. Bireyler ve gruplar kendi çıkarlarının peşinden gidebilir ama doğal dengenin kendini kabul ettirme eğilimi vardır. Denge ilkesi, liberalizmi, çatışmacı toplum modeli geliştiren geleneksel sosyalizmden ve ahlâkî, sosyal, kültürel farklılığı düzensizlik ve istikrarsızlıkla ilişkilendiren muhafazakârlıktan ayırır.
·
126 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.