Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

224 syf.
9/10 puan verdi
·
12 günde okudu
Ateşten Gömleği Soyunmak İçin Ateşten Ölmek ve Ateşten Gülmek Gerek
*** Dikkat, kitap içeriği içerir!!! Bir eseri yazarından ayırmak, tutmuş yoğurttan mayayı ve sütü geri kazanmakla iştigal olur. Artık istesem de ayıramam fakat soğumuş yoğurdu, ağız yakmayacak kadar ısıtıp yiyeceğim. Neyse ki yazar, eserinin sonunda veryansın marjımızı bir nebze daha genişletiyor. Önce yazara dair 18 küçük not aktarıp akabinde esere dair karalayacağım. İnceleme, bazı his ve düşünceler ile son bulacak. YAZARIMIZ 1) Annesini küçük yaşta kaybeder. Henüz 7 yaşındayken büyük gösterilip girdiği bir Amerikan kız kolejinden, öğrencilerden birinin fişlemesi üzerine II. Abdülhamit tarafından uzaklaştırılır. Yaptığı başarılı bir çeviri üzerine aynı padişah tarafından nişan ile ödüllendirilir ve aynı okula döner. Nihayet, bu okulun lisans dereceli ilk Müslüman mezunu olur. 2) Türk feminizminin öncü isimlerinden olan yazar, öğretmenine aşık olur ve mezun olur olmaz evlenirler. Gelin 17, damat 37 yaşındadır. Hocasının ismini kendi ismiyle beraber kullanmaya başlar. Kocası, üzerine kuma getirmek isteyince boşanırlar fakat kadının ona olan aşkı devam edecektir. "Halide Salih", boşandıktan sonra "Halide Edib" olur. 3) Batıcı, feminist ve liberal bu kadının iki çocuğu: Ayetullah ve Hikmetullah'tır. Belki bu isimleri kumacı muallim koymuş, o da feminizmini aşkına kurban edip itiraz etmemiştir. Belki edememiştir. Belki de o zamanlar feminizmi pek körpeydi. 4) İkinci kocasıyla evlenirken, kendisi damattan binden çok kilometre uzaktadır. Babasına verdiği vekalet ile nikâhı Bursa'da kıyılır. Bu ikincisiyle, insan olarak iyi ve kaliteli biri diye duyduğu muhabbete binaen evlenir fakat kumacı muallimine yanmaya, onu kıskanmaya devam etmiştir. Baş ağrıtmayan "yüksek medeniyet", geçmişe konfor içinde yanma imkânlarını tanısa gerek. 5) 1908 sonrasında esen özgürlük meltemi içinde feminizmin dozunu artıran yazar; 31 Mart olaylarında can güvenliği nedeniyle İstanbul'dan Mısır'a kaçacak, oradan İngiltere'yi bir ziyaret edecek ve ayaklanma bastırılınca dönüp yine yazacaktır. 6) Mustafa Kemal'in selefleri tarafından yürütülen ve onun yeni bir devlet kurmasını mümkün kılan Tehciri'e daha o dönem şiddetle karşı çıkmış, Tehcir'i savunanların elini sıkmaktan dahi imtina etmiş ve onları daha o günden "katil" olarak nitelemiştir. İş bittikten, bir devlet kurulduktan sonra diplomasi, Mustafa Kemal'e dahi Tehcir'i tenkite cevaz vermiş olabilir. Fakat iş bitmeden evvel kim hangi ayakkabıda dikilmiş, topuğuna mı basmış, iyice mi giymiş, giymişse vurmuş mu yoksa tam numara mı diye bakarız. 7) Osmanlı, Birinci Dünya Savaşı'nda Suriye coğrafyasını henüz kaybetmemişken Suriye'ye özerklik verilmesini savunmuştur. Eğer o kafa bugün yaşasaydı neyi nasıl savunurdu bilemem. Bildiğim, her hâlükârda yalnız olmayacağı. 8) İttihat ve Terakki'nin hekim öncülerinden, Teşkilat-ı Mahsusa'nın ve adli tıpın kurucularından, milliyetçi ve hatta Turancı olan Bahaddin Şakir şu fikirde idi: "Yetişecek kıymetli gençleri, bu kadın ile temas etmekten men etmelidir!" 9) Bir ara Türk Ocağı camiasına yakınlaşıp Turancılık fikrini savunan yazılar yazmaya başlasa da Türk Ocağı'nı ondan kurtarmak isteyen Ziya Gökalp, onun için şunu diyecektir: "Bozgun edebiyatı yapıyor." 10) Birinci Dünya Savaşı sırasında Cemal Paşa'nın daveti üzerine okullar açmak için Suriye ve Lübnan taraflarına geçer. Beyrut'ta önceden Fransızların kullandığı bir binayı yeni bir Osmanlı kız mektebine dönüştürürken, içerideki kilise kısmını Cemal Paşa'ya RAĞMEN muhafaza etmeyi başarır. Aynı dönemde yazdığı Yusuf Peygamber ve kardeşlerini konu alan eseri oralarda defalarca oynanır. Sahi bu arada, Gökalp, yazarı davet eden Cemal Paşa'yı, Talat ve Enver Paşaların yanına bu davetten önce de pek yakıştırmaz. 11) Mustafa Kemal Paşa Anadolu'da Milli Mücadele'ye çabalarken yazarımız Amerika'nın mandası altına girmemiz gerektiğini savunuyordu. Bu, muhtelemen bugün içinde yaşadığımız sınırlar dahilinde bir Amerikan mandası değildi çünkü bu sınırları Milli Mücadele'ye borçluyuz. O bu fikirleri savunurken Misak-ı Milli'yi ne Mustafa Kemal henüz tespit etmişti(?) ne de Meclis-i Mebusan henüz tasdik. Acaba kurtuluşu kendinde gördüğü bu okyanus ötesi manda, halkı Bilecik'ten Yozgat'a kadar bir yerde mi kurtaracaktı? Yoksa halkı bu avuç içinde sıkıp boğacak mıydı? Neyse ki yıllar sonra Nutuk'ta, kimi tenkitlerden payesini alacaktır. Yazarımız, aynı dönemlerde Karakol isimli istihbarat örgütüne girip Kuvâ-yi Milliye birlikleri için Anadolu'ya silah da kaçırıyordu. İşte o zamanların İsmet Paşa gibi feraseti bulanık, kafası arafta simalarından biri. 12) İzmir'in işgali üzerine İstanbul'un muhtelif meydanlarında protesto mitinglerine katılmış ve tesirli nutuklarıyla İngilizlerin nazar-ı dikkatini celp etmiştir. İstanbul'un resmen işgalini takiben, İngilizlerin altı kişilik ilk idam listesindeki üç kişi: Mustafa Kemal, yazarın ikincisi eşi ve kendisidir. Padişah bu idam listesini onaylayınca karı koca at sırtında İstanbul'dan kaçar ve Ankara'ya geçerler. Daha sonra ABD'ye intikallerini sağlamak üzere, Ayetullah ve Hikmetullah'ı İstanbul'da bırakır. Kaderin işine bir bakın hele: Onlar at üzerinde Ankara'ya giderken kumacı muallim, ruhsal bunalım nedeniyle hastanede tedavi altındaydı ve bir buçuk yıl kadar sonra vefat edecektir. Yazara dönersek, Ankara'ya geçmekle artık beş yıl boyunca kâh kıyamda durup kâh secdeye varacağı safını tutmuştu. 13) Anadolu Ajansı fikrini Mustafa Kemal'e sunan ve onay alınca kurup çalıştıran bir iki kişiden biriydi. 14) Büyük Taarruz sonrasında Ordu ile İzmir'e dek yürümüş ve savaş sona erince Ordu'dan Başçavuş rütbesi ile bir astsubay olarak ayrılmıştır. 15) Çok taze bir devrimin hemen ertesinde, daha 1925 yılında, birçokları bu yeni heyecan ile yaşama motive olurken yazar ve kocası, Türkiye Cumhuriyeti'ni terk etmeyi gerektirecek denli siyasi konumlanışları ile ne iflah olmaz birer liberal olduklarını ifşa ettiler. Doktor kocası da Meclis Hükümeti'nin ilk sağlık bakanı seçilmiş fakat ilk fırsatta Mustafa Kemal'den ayrışmıştır. Birçokları gibi. O kadar ki Halide Edib'in bir ara Mustafa Kemal'e bombalı bir çiçek buketi vereceği ve sonra bundan vazgeçtiği rivayet edilir. Devrimi baltalayacak erken fikirlerin hülyasına kapılan bu çifte Takrir-i Sükun gömleği dar gelse gerek, 14 yıl yurt dışında (İngiltere ve Fransa) yaşadılar. Ve 1928'de ABD'ye uğradığı vakit, Ankara'ya geçerken İstanbul'da bıraktığı oğullarını ilk defa görüyor. 16) Bir zamanlar Beyrut'ta açtığı kız mektebinin Fransızlardan kalan binasındaki kiliseyi bozmayan yazar, yurt dışında yaşadığı dönemde genç bir İslam üniversitesine destek kampanyası için Hindistan'a davet edilir ve buna icabet eder. Hindistan, o dönem Birleşik Krallık'tan bağımsızlığını henüz kazanmamıştır. Bu üniversitenin İslam'a ne kattığı ve ondan ne eksilttiği bu yazının konusu değil. Muhtelemen başka yazının da konusu olmayacak. 17) Halide Edib, Atatürk'ün vefatından sonra, 1939 yılında eşiyle ülkeye dönecek ve "Mustafa Kemal Paşa haklıymış." diyecektir. 18) Samimi muhalefetinden midir yoksa mandacılık ukde mi kaldı bilmiyorum, 1950 senesinde Adnan Menderes'in başını çektiği Demokrat Partiden milletvekili seçilir. Arafta kalmaya alıştığından mıdır yoksa vicdanına mı sinmedi bilmiyorum, vekilliğe bağımsız olarak devam eder. 1954'te siyaseti bırakır. 1955'te ikinci eşini toprağa verir, dokuz sene sonra yanı başına gömülür. ATEŞTEN GÖMLEK 1) Yüzeysel Olarak 1918 Eylül - 1921 Eylül dönemini bir gazinin anılarından okuyoruz. Gazi, anılarını taptazeyken, 1921 Kasım ayı başında kaleme almaya başlıyor ve Aralık ayı ortasında bitiriyor. Böylece kitap da bitiyor. Esasen bu, bir roman. Kısa ama yüklü cümleler yok değil. Tasvirler güzel, belki birkaçına zorlama demek mümkün. Kurgusu şaşırtıcı. Mekanlar, çoğumuzun aşina olduğu yerler ve bu gerçeklik hissini artırıyor. Eskimiş kelimelerle uğraşamam diyenler, yine Can'ın günümüz Türkçesi ile çıkardığı hâlini tercih etsin. Yazarı, yazarın mürekkebi kağıdı ıslatırken kendi seçtiği veya seçmek zorunda olduğu kelimelerle tanımak isteyenler bunu alsın. Zaten en sona sözlük eklemişler. Tarih, edebiyat falan okuyanlar, kelimelere aşinalık için bunu alsın. 2) Aşk Ateşten gömlek, Anadolu'nun giydiği kan ve barut muydu yoksa içli adamların giydiği aşk mı anlamak güç. Yazar, tutkuyla karışık aşkların en güzel tarifelerinden birini, meftun bir adamın hem gözünden hem gönlünden çarpıcı bir aktarımla sunduğu için anlamak güç. Bir kadın olarak, ancak bir erkeğin bir kadına duyabileceği koyu bir sevdayı nereden ve nasıl bu denli öğrenebildi, sevdanın dehlizlerine nasıl böyle inebildi de romanına aksettirebildi hâlâ şaşıyorum. Yazar, sevdiği kadını başka adama nişanlamakla meşgul bir karakteri var etmekle, Anadolu'da bir Meksika dizisini nasıl çeviriyor, hâlâ gülüyorum. 3) Kadınlar Dönemin İstanbul'unda bugüne artık yalnızca tarz ve tandansça koşut olan ve kadınları Şişli kadınları ile İstanbul kadınları olarak bölen ayrım kitapta da epey tasvir edilmiş. Fakat bugün yalnız İstanbul'dakilerin değil, Şişli kadınlarının da diledikleri vakit bir Atatürk'ü vardır. Peki yazar, kendi hayatında Şişli'ye görece yakın bir çizgi çizdiği hâlde neden romanının merkezine İstanbul kadınından bozma bir İzmir kadınını oturtuyor? İngiliz düşkünü Şişli kokoşlarının parfümlerini mi kırılgan topuklarını mı siperlere yakıştıramadı yoksa kafalarını mı bu savaşın mantalitesine yaklaştıramadı bilinmez. Belki Şişli madam kokolarına inat bir kahramanı var etmekle, bir zamanlar aklını çelen şeytanlarına bir çelme ile günah çıkartmış; belki de Başçavuşluk rütbesine dek yükseleceği yolda, bir ara kendisi kahramanı olmuştur. 4) Görülenlerden Bazıları Bu kitapta, DÜZENSİZ BİR BİRLİK İÇİNDE sağda solda, ortalıkta dolaşan genç bir kadının sadece varlığı ile bile nizamı nasıl zorlayacağını gördüm. Bıraksan içip içip aşkla karışık bir gang bang bang ile ateş edecek abaza milis ruhların, sırf bedenleri cephe atmosferi ve koşulları gereği bunu yapmaktan aciz olduğu için bir kadının ancak sigarasını yakmakta yarışan ince ruhlar olarak kalıverdiklerini gördüm. Zaman zaman bu ihtirasların, tüm cinsiyet farklarını silip süpüren bir kardeşlik ve minnet hissine nasıl dönüşebildiğini de gördüm. En çetin ve çelik görünen adamların verdiği yılmaz mücadeleleri, aslında onları yalnız kaldıklarında çocuklar gibi ağlatan zayıflıkların motive edebildiğini gördüm. Başı sarıklı bir Anadolu köylüsünün İstanbul'un ihanetine kani olduğu saniyelerde, bir yakınının cenaze haberini almış gibi mütessir olduğunu gördüm. (Bu travma nesiller boyu sindirilemeyecek ve vaziyetin inkarı ile rahatlamak furyasına evrilecektir. Savaştan sonraki bazı inkılaplar, hiç var olmayan bir yok oluştan daha itici gelecek ve bu inkâr sahiplerini inkârlarına en samimi bir iman ile bağlayacaklar.) Kimi düzensiz çete reislerinin fedakâr ve samimi bin hizmetlerine karşılık bir başlarını keserken, gözlerimize bir kırpmanın ve bir damlanın ne çok haram olduğunu gördüm. Güya İstanbul'un güvenliğini almaya gelmiş Fransız zenci askerlerinin, çıkardıkları kırmızı dillerini seyrettim. Silah kaçakçılığının ne çok zahmetli bir iş olduğunu da gördüm, yoruldum. Şişli kadınlarının "tutucu yobaz", İstanbul kadınlarının ise "Frenk gevuru" gibi telâkki ettiği İttihat ve Terakki mensuplarının; iki arada bir derede sıkışmışlığını da ne yazık ki gördüm. (Bunda kendi hataları da yok değildir. Kitapta yazmaz ama tahttan indirdikleri İslamcı padişaha Osmanlıcılık şovu yapacaz diye azil kararını ona, Yahudi bir mason ve bir Ermeninin de bulunduğu bir heyetle gönderecek olmaları ve bu hareketin yarın ne İslamcılığa ne milliyetçiliğe uyacak olması da onların talihsizliğine örnek teşkil ediyor. Ama Şişli kadınının kızdığı örnek başka. Neyse. Yine kitapta yazmaz ama nihayetinde, Abide-i Hürriyet Anıtı, Şişli'ye dikilmiştir. Bu manidar yer seçimi "İstanbul"dan kaçıp bir kucağa sığınmak mıdır yoksa gönderi Şişli'nin gözüne dikilen bir fetih bayrağı mı acaba?) 5) Kuvâ-yi Milliye Çadırında Seks Görüyoruz ki henüz düzenli orduya geçilmeden evvel, çeteleri komuta etmek üzere Anadolu'da görevlendirimiş Harbiyeli genç bir zabit, buralarda birtakım sevda yangınlarını teskin için kendini sefahata vuruyor ve korumakla görevli olduğu köylerin kızlarıyla geceleri Kuvâ-yi Milliye çadırlarında içip içip seks yapıyor. Ya hu bu zabit, yolu dönemin Milli Savunma Bakanlığı koridorlarına düşecek kadar mühim üstelik. Evet, henüz düzenli ordu yoktur fakat zaten bu zabit, çeteleri dizginlesin diye gönderilmiş bir Harbiye mezunu. Dahası, gayrinizami birliklere karşı gayz içinde ve bir an önce düzenli ordu kurulsun isteyen bir zabitimiz. Neymiş? Komutanımın cephede aşk acısı varmış da böylece unutacakmış! Hassssss mıdır ulan bu! Hem de bir değil, iki değil; defaatle. Şimdi şu iki ihtimalden biri muhakkak: Bunlar ya yazarın kafasının içinde sevişiyorlar ya çadırın içinde. Bu hassas bir konu olduğundan, bu iki senaryo için ayrı ayrı yorumlar yapmak icap ediyor. Fakat her halde hududunu aşan yalnız bir kişi var! 5.a) Yazar Seviştiriyorsa Edebiyatın; NORMalin fantazyayı içine hapsettiği demir parmaklıkları eğip bükerken, NORMalin fantazyanın iki bacağı arasına giydirdiği bekaret kemerlerini delip geçerken ve bileklerine halhal niyetine taktığı prangaları parçalarken iki kapak arasına sıkışmış bir meşruiyeti vardır. Halide Edib bu meşruiyetten mi güç almıştır yoksa muhteris ruhunda kaynayan serbestiyet magmasının birkaç damlası sıçrayıp sayfalarını mı yakmıştır da Kurtuluş Savaşı'nı vermekte olan bir Kuvâ-yi Milliye zabitine, Anadolu köylerinin kızlarıyla, askeri çadırlarda seks yaptırıp, bunu nesillere bir roman ile mal etmiştir bilmiyorum. Yazar bir başka eserinde bir kadının haklarını, başta severek evlendiği kocasını terk etmek pahasına yeni aşkının ve ihtiraslarının peşinden gitmeye varana dek genişleten mezhebi ile daha o günlerde bugünün garp filmlerini ve dizilerini aratmamış olsaydı, edebiyatın meşruiyet sağladığı iki kapak arasında üç satır bir fantezi kurmuş deyip, sonra o üç satırın üzerini iskarpinle değil ama postalla çiğneyip geçmek mümkün olacaktı. Oysa yazar, ilk kocası ile hâlâ nikahlı iken başka adama kaçıp onunla yaşayan mezkûr eserindeki tipolojinin anasıdır. Köy kızlarının rızası dahilinde de olsa böyle savaşta böyle manzarayı kabul etmek mümkün müdür? Yaşları çok küçük değilse kızlar, rızaları ile bu romanda zabitin iffetini değil ancak kendi ırzlarını kurtardılar. Oysa şimdi ben, sosyal-liberal bu kadından Kurtuluş Savaşı'nın hem iffetini hem ırzını kurtarmak istiyorum! Cumhuriyet kanunları eşini aldatmayı suç saymasa yurtta kalır mıydı? Bu kanunu kaldıranlar devrinde yaşasaydı, onların listelerinden de milletvekili olur muydu? Bilmiyorum! 5.b) Yazar Aktarıyorsa Yok eğer yazar bunları yazmakla cephede gördüğü, etraftan duyduğu bazı çadır gerçeklerini romanına aksettirmiş ise demek cam bir teraryumdan ibaret olan kafatasımı bir taş ile bin parçaladığı hâlde ruhundan bin özür dilerim. O üniformayı giydikten itibaren 20 yaşında genç bir adam da olsa, bir zabitin o gönüllü kızlara vereceği cevap ancak şu olabilir: "Dönünüz evinize!" Hele şu savaş bir bitsin, dön şehrine, dilersen kalabalığa karış, mânin mi var? Yine de mümkünse ordudan istifa edip karış. Fakat şunu da görmek lazımdır ki bu münferit bir hadisedir. Aksi halde Anadolu'nun belleğinden bir asırdır hiç çıkmayacak şu travmaları her ağızdan duyagelirdik: "Anadolu kadınları Kurtuluş Savaşı'nda bekaretlerini yitirdiler." Haşa, askerlerimiz kadınları ancak düşmandan korumuştur. Büyük başlardan biliyoruz ki aksi yöne sapanlar, hak ettikleri tokatlarla kızardı. Düzenli ordu ne kadar önemli imiş işte yine görüyorum. Belki yazar, sırf bana bir önceki cümleyi kurdurmak için 5a yolunu tuttu, kim bilir? 5.c) Tolerans Payımız Kim bilir, belki o zavallı kızlar da abisini, babasını şehit verip tutunacak dalsız kalmışlardı. Belki yarın Yunan gelip seks kölesi yapacaktı. Oysa şimdi karşılarında üniforması ile dimdik duran kendi İstanbullu subaylarında hem abilerini hem babalarını hem tesellilerini ve dahi aşklarını buldular ve ölmeden önce ilk ve son defa en tabii hazları meşruca duymak için teslimiyette bulundular. Olabilir, çokça masum bir tablo fakat cephede düşen herkes zaten toprağa bin ukde ile giriyor. O da girecek. Böyle işler böyle vakitte ne masumiyet tanır ne meşruiyet kanaatindeyim, aksi halde münferit olmaktan çıkıp orduyu ve toplumu kül ederler. ŞAHSİ VE SON BÖLÜM 1) Bugüne Dair Noktalardan Biri Hem Yunanistan ve İngiltere ile devletler savaşı, hem Halifeciler ve Kuvâ-i İnzibâtiyye ile ülke iç savaşı, hem düzenli ordu karşıtları ile cephe içinde verilen bir savaş eş zamanlı yürüyor. O koşulları bugüne taşısak halife ordusunu destekleyecek, desteklemese bu sefer düzenli orduya ayak direyecek milyonların sınırlar dahiline depo edilmesi kabulü kabil işlerden midir? Bu soru ille de "hayır"ı gerektirmez fakat her cevabın karşılığında mutlaka satın alınacak bir çift ayakkabı vardır. 2) Diyet Yazar, Ali Kemal'in de kurucuları arasında yer aldığı cemiyetin kurucularından biri oldu. Bu cemiyetin o dönem herkes için pek elzem olan maksadını çokça aşmak ve belki bir ajan olan Edgar Louis Browne isimli şahsı Tıbbiyeli Hikmet'in karşısına dikmek üzere Kongre'ye göndermek suretiyle Gazi Mustafa Kemal'e ve delegelere Sivas'ta günlerce Amerikan mandasını tartıştıranlardan olan yazar; kendisinden önceki ve sonraki nesillere de borçlandığı fakat kendi hayatı içindeki hizmetlerinin ödemeye yetmediği diyetinden artakalanı külliyatı ile ödemiş ise eğer, bu eser de o külliyat içindeki nispetinde bizlere ödemiş ve onu omuzlarımız üzerindeki yerine yine o nispette yükseltip yaklaştırmıştır. Tarih onu, bizleri hakkında kati bir hüküm vermekten men edecek denli emzirip büyütmüş. Anneciği ile beraber nurlar içinde uyusun. 3) Duygularım Benim talihsizliklerimden buraya yazabileceğim ikisi; bazen empatiyi abartmam ve kitabı saat 04:00'ü geçerek bitirmiş olmamdır. Kitabın sonlarına doğru bir elimde kitap diğer elimde telefon kâh haritadan dağları, vadileri, yükseltileri, köyleri inceliyorum kâh savaşa dair daha detaylı bir şeyler bulup okuyorum derken zaten sevdiğim bu coğrafya ile bambaşka bir gönül bağım kuruldu. Sonrasında gelişen olaylar gibi beni bir kitabın başında böyle uzun ve derin ağlatan bir başka kitap hatırlamıyorum. Keşke Polatlılı olan ve tarihe ama özellikle kendi yöresinin tarihine de ilgili bir güzeli sevip evlenebilseydim diye içimden geçiiip gitti. Oysa şimdi herkes haz, para, eğlence, satatü derken böyle alaka baya demode. 4) Bu Kitap Okunmalı mı? Böyle kitaplar okumadıkça gençlerin yaşam motivasyonu; ev, araba, giyim, yemek, seks, seyahat ve iklim mücadelesinden öteye geçemez. Dahası, yurt dışına kaçmaya teşne oluyoruz. "Madem kaçacaktık, atalarımız da ölmek yerine kısa ömürlerini manda altında daha rahat yaşarlardı belki, neden uğraştılar?" diyesi geliyor insanın. Gideni böyle nutuğun durduracağı yok çünkü örgütlü ve dürüst bir muhalefetleri yok. Çünkü umut çok şeydir. Geldiği yeri unutacak denli ileri gidenler ise AB'nin gün gelip Türkiye'yi kabul edeceği hülyasıyla uyuşuyor; öyle ki gerekirse ülke ikiye bölünsün, yarısı AB'ye bağlansın diyor. Soyu araştırılasıcalar ise tipine baksan Cumhuriyetçi sanacağımız ve "modern" diyeceğimiz bir halde, "İngiliz mandası olsaydı daha iyi gelişirdik." diyorlar. Neyse ki tarih bu sonunculara ancak farazi fanteziler kurmak hakkını tanıdı. Bunlardan olmamak için bu kitap da okunmalı lakin lise döneminde değil. Yurt dışına gitmeden önce veya gittikten sonra okunmamalı, huzur kaçırabilir. 5) 16 Eylül 04:41 Vay yandım anam! Yoksa ben "Ateşten Gömlek"i mi giydim bu gece, ne yaptım? Peyami, sen de mi Polatlı'dasın? Ölünce biraz ayak ucuna yatsam? Afedersin, senin ucuna... Aslında... Ayak ucuna da olur Peyami? Aşiyan'a sonra da giderim ben. Oooy Ayşem! Ahh İhsan! Vahh İhsan! Kalkın lan! Halide nine, bari kalk sen kaldır şunları!
Ateşten Gömlek
Ateşten GömlekHalide Edib Adıvar · Can Yayınları · 201923,5bin okunma
·
1.210 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.