Gönderi

LİBERALİZM, YÖNETİM VE DEMOKRASİ
Liberal Devlet Liberaller, dengeli ve hoşgörülü bir toplumun, bireylerin ve gönüllü kuruluşların özgür eylemlerinin bir sonucu olarak doğal bir hâlde ortaya çıkacağına inanmazlar. İşte bu noktada liberaller, hem hukuku hem de yönetimi gereksiz gören anarşistlerle fikir ayrılığına düşerler. Liberaller her zaman, özgür bireylerin çıkarlarına uygun olduğunda diğerlerini sömürme, mallarını çalma hatta köleleştirme eğilimine girecekleri korkusunu taşırlar. Bundan dolayı, bir kişinin özgürlüğü, diğerlerini suistimale uğratma ruhsatına dönüşme tehlikesini her zaman taşır; her bir kişinin hem toplumun diğer tüm üyelerine bir tehdit oluşturduğu hem de her bir kişinin toplumun diğer tüm üyelerinin tehdidi altında olduğu söylenebilir . Özgürlüğümüz, diğerlerinin ona tacizden alıkonmalarını gerektirir ve bunun karşılığında da diğerlerinin özgürlüğü, bize karşı teminat altında olmalıdır. Geleneksel olarak liberaller, böylesi bir korumanın ancak toplumdaki tüm birey ve grupları kısıtlama yeteneği olan egemen bir devlet tarafından sağlanabileceğine inanırlar. Bundan dolayı özgürlük, John Locke’un da belirttiği gibi sadece “hukukun boyunduruğunda” varolabilir; “hukuk olmayan yerde, özgürlük de olmaz.” Hobbes ve Locke, devletsiz bir toplumda, “doğa durumu” olarak adlandırdıkları dönemde, yani yönetim oluşmadan önceki devirde hayatın neye benzediğine ilişkin bir tablo çizerler. Bireyler bencil, tamahkâr ve iktidar arayışında olduklarından, doğa durumunun tipik özelliği, herkesin herkesle sonu gelmez bir iç savaş hayatasıdır. Böyle bir durumda insan hayatı, Hobbes’un ifadesiyle, “yalnız, sefil, iğrenç, hayvanî ve kısa” olacaktır. Hobbes ve Locke’un iddiasına göre, bunun bir sonucu olarak, rasyonel bireyler egemen bir yönetim oluşturmak üzere bir anlaşmaya, 'toplumsal sözleşme'ye varırlar. Bu egemen yönetim olmaksızın düzenli ve istikrarlı bir hayat mümkün olamaz. Tüm bireyler, bir hukuk sistemi oluşturmak adına özgürlüklerinin bir kısmını feda etmenin onların menfaatine olduğunu fark ederler; aksi taktirde, hakları, dahası hayatları süreklilik arz eden bir tehdit altında olacaktır. Hobbes ve Locke, busözleşmenin tarihsel bir kurgu olduğunun farkındaydılar. Zaten toplumsal sözleşme iddiasının birinci amacı, egemen bir devletin birey için önemini gözler önüne sermektir. Başka bir ifadeyle Hobbes ve Locke, bireylerin, sadece bir devletin sağlayabileceği güvenliğe minnettar kalarak ve de yönetimle beraber hukuka saygı duyarak bu tarihsel kurgu sanki gerçekmiş gibi davranmalarını dilemektedirler. Toplum sözleşmesi teorisi özelde devlete, genelde de siyasal otoriteye yönelik çok sayıdaki liberal tutumu somutlaştırmıştır. Bu teori öncelikle, siyasal otoritenin “aşağıdan” yukarıya doğru olduğu izlenimini vermektedir. Devlet, bireyler tarafından bireyler için oluşturulur ve bu bireylerin ihtiyaçları ile çıkarlarına hizmet etmek için var olur. Yönetim, yönetilenlerin rızası veya sözleşmesinden doğar. Bu, yurttaşların tüm yasalara karşı mutlak bir yükümlülüklerinin ya da her türden yönetim biçimini kabul etme zorunluluklarının olmadığı anlamına gelir. Liberaller devleti, toplumda rekabet halindeki birey ve gruplar arasındaki tarafsız hakem olarak görür. Anayasal Yönetim Liberallerin bakış açısına göre, bütün devletler birey karşısında potansiyel zorbadır. Demokrasi Demokrasi tartışmalı bir kavramdır: Üzerinde hemfikir olunmuş, tartışmasız bir demokrasi tanımı yoktur; birbiriyle çekişen birtakım tanımlar vardır. Bundan dolayı, tek bir demokratik yönetim modeli söz konusu değildir, aksine rekabet hâlinde birtakım uyarlamalar söz konusudur. Tarihsel olarak, bu uyarlamaların en başarılısı liberal demokrasi olmuştur. Liberal demokrasinin melez doğası, liberalizm içinde demokrasiye yönelik ciddî bir belirsizliği yansıtır. Bu belirsizlik, birçok açıdan bireyciliğin çatışan olası etkileriyle şekillenmiştir. Çünkü bireycilik, hem kolektif (müşterek) bir iktidar korkusu barındırır hem de siyasî eşitlik inancına yol açar. 19. Yüzyıl’da liberaller, demokrasiyi genellikle tehditkâr veya tehlikeli bir şey olarak görmüşlerdir. Bu açıdan, 19. Yüzyıl liberalleri, demokrasiyi, erdem ve mülkiyet pahasına sürülerin yönetim sistemi olarak gören Platon ve Aristoteles gibi daha önceki siyasî teorisyenlerin görüşlerini tekrarlamışlardır. Ana liberal hassasiyet, demokrasinin bireysel özgürlüğün düşmanına dönüşebilmesi ihtimâlidir. Yani “çoğunluğun veya en yüksek sayıdakilerin iradesi azınlığın iradesi üzerinde hâkim olmalıdır” ilkesi. Sonuçta demokrasi, % 51’inyönetim inisiyatifine kalmaktadır. Fransız siyasetçiye sosyal yorumcu Alexis de Tocqueville (1805-1859), bu durumla ilgili olarak meşhur “çoğunluğun zorbalığı” şeklindeki tasviri yapmıştır. Bu durumda, bireysel özgürlük ve azınlık hakları halk adına çiğnenebilir. J.S. Mille (bkz. s. 4 6 ) göre, siyasal erdemin paylaşımı eşitsizdir ve geniş oranda eğitime bağlıdır. Eğitimsizlerin dar sınıfsal çıkarlara göre hareket etme eğilimi daha fazladır. Aksine eğitimliler, başkalarının iyiliği için tecrübe ve erdemlerini kullanabilirler. Mili, bundan dolayı, seçilmiş siyasetçilerin, seçmenlerinin görüşlerini yansıtmaktan ziyade, kendi adlarına konuşmaları hususunda ısrarcıdır. Mili ayrıca, çoğul nitelikli bir oy sistemi önerisi yapmıştır. Bu sisteme göre, okuma yazma bilmeyenlerin oy hakkı ellerinden alınmalı ve eğitim düzeyi ya da sosyal konumlarına bağlı olarak bazı insanlara bir, iki, üç veya dört oy tahsis edilmelidir. Gasset, kitle demokrasisinin ortaya çıkmasının, medenî toplum ve ahlâkî düzenin yıkılmasına yol açtığı uyarısını yapar. Çünkü böylece, kitlelerin en temel içgüdülerine hitap edilerek otoriter yöneticilerin iktidara gelmelerinin önü açılmıştır. Ancak 20. Yüzyıl’da, birtakım öğretilere ve iddialara dayalı olsa da liberallerin büyük bir bölümü, demokrasiyi bir erdem olarak görmeye başlamışlardır. Demokrasi için başvurulan ilk liberal haklılaştırma teşebbüsü, rızaya ve yurttaşların kendilerini yönetimin tecavüzlerinden koruyacak araçlara sahip olmaları gerektiği fikrine dayandırılmıştı. 17. Yüzyıl’da John Locke, oy hakkının mülkiyet sahiplerini kapsayacak şekilde genişletilmesi gerektiğini savunarak, sınırlı bir korumacı demokrasi teorisi geliştirmiştir. Çünkü mülk sahipleri, doğal haklarını yönetime karşı ancak bu durumda savunabileceklerdir. Eğer yönetim vergilendirme aracılığıyla mülkiyeti kamulaştırma iktidarına sahipse, o zaman yurttaşlar da vergi koyan organı, yani yasamanın oluşumunu denetleyerek kendilerini koruma hakları vardır. “Temsil yoksa vergi de yok.” Mill, siyasal eşitliği reddetse de, oy hakkının okur yazar olmayanlar hâriç herkesi, zamanla da (dönemine göre radikal bir tutumla) kadınları kapsayacak şekilde genişletilmesi gerektiğini savunmuştur. 20. Yüzyıl’dan beri demokrasiye ilişkin liberal teoriler, rıza ve katılımdan ziyade toplumda daha fazla uzlaşma ihtiyacını vurgulama eğilimine girmişlerdir.
·
35 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.