Gönderi

64 syf.
10/10 puan verdi
·
Read in 7 days
ANNEYE AĞIT/BİR YAS ANLATISI /ANNİE ERNAUX-BİR KADIN
“Annem 7 Nisan’da, onu iki yıl önce yerleştirdiğim Pontoise Hastanesi’nin huzurevinde öldü.” Kitabı bu cümle ile okumaya başlamak benim için biraz ürperticiydi. Kitapla birlikte hem kendi annemi kaybetme korkumla -yüzeysel de olsa- yüzleşmek durumunda kaldım hem de hikayenin eninde sonunda benim de başıma geleceğinin bilincine vardım. Yazar telefonda annesinin ölüm haberini aldıktan sonra bakımevine gider ve cenaze işlemleri ile ilgilenir. Annesinin cenazesini çok özenli hazırlar. Tüm törenler bitince eve döner ve annesiyle, annesine yolculuğa çıkar. Hemen yapamaz bunu. Fotoğraflara bakamaz, yazmak çok zordur yazar için. Yazacağı zamana kadar sadece annesinin yasını tutar. Bu yolcuk bir vedadır aslında. Bir yandan da annesinin yok oluşuna karşı bir direniştir; annesinin yok oluşuna, annesinin hayatını yazarak direnir. Yazar annesinin hayatını, annesinin ailesini anlatarak başlar hikayeye, annesinin nasıl bir ortamda doğup büyüdüğünü, nasıl yazarın annesine dönüştüğünü daha iyi görebilmemiz için. Varoşlarda yaşayan çok çocuklu bir işçi ailesinin üyesidir annesi. Elektriksiz, susuz evlerde yaşayan aile 12 yaşında, bir margarin fabrikasında çalışması için okuldan alırlar kızlarını. Çalışmak; okuldan erken alınıp çalışmak, aile ve çevre için çok normaldir. Kilise eğitimi de önemlidir ve çalışmasına rağmen kilise eğitimini devam ettirebilir. Annesi daha çok kateşizmde yetkindir; ancak yine de her bilgi onun için değerlidir. Özellikle sınıfına ait olmayan, orta sınıf insanların yaşamına ait davranışların bilgisi ilgisini çeker. Yaşıtlarından, çevresinden farklılaşmak için bilgi önemlidir. Çünkü “o” farklıdır. Bilgi, annesine göre sınıfının reddi için bir araçtır. Annesi soğuk ve katı olan margarin fabrikasından çıkıp, sıcak ve sosyalleşebileceği bir ortama sahip iplik fabrikasında işe girdiğinde mutlu olur. Annesi ile babası bu fabrikada tanışır. Yazar babasının yaşamını ve ölümünü “Babamın Yeri” kitabında anlatır. Yazar, sonrasında annesiyle babasının evlenmesini, ilk çocuklarının kaybını ve çocukluğunu anlatmaya başlar. Annesi ile babası çok çocuklu aileden geldikleri için daha iyi yaşam şartları oluşturabilmek için tek çocuk sahibi olmak isterler. Annesi inatçı ve patronsuz yaşama isteği olan bir kadındır. Bir bakkal dükkanı açmak ister. Bu istek hem para açısından hem de sosyal ortam açısından annesinin orta sınıfa geçeceği bir basamaktır. Bir bakkal dükkanı açarlar ancak babası bu bakkala çok ayak uyduramaz. Babası hem bilinç açısından hem de kültürel bakımdan işçi sınıfına mensuptur. Kaba işleri babası yapar. Müşterilerle annesi ilgilenir, onlarla sohbet eder, kıtlık zamanında veresiye verir, savaş zamanı bakkal-kafe olan işyerinde askerleri ağırlar. Ancak zaman geçtikçe kasaba da değişir, fabrikalar yer değiştirir, insanlar iş bulmak için memleketlerinden ayrılır. Kasaba sürekli değişir, annesi de değişir. Annesi kızının eğitimine çok önem verir. onu özel okula gönderir. Onun için en iyisini yapmaya çalışır, karşılığında da kızının en iyi olmasını ister. Ancak ergenlikle birlikte başkaldırı da başlar. Anne de kızının büyümesinden hoşlanmaz, en azından yazar böyle hisseder. Anne kızının kendi değerlerini önemli bulmadığını gördükçe kızını eleştirir. Yazar en sonunda ev dışında okumayı annesine kabul ettirir çünkü annesinin eğitime verdiği değer hayati bir derecededir. Kendisi de bakkalda müşteri yokken okur, dergileri takip eder. Kitaplar o kadar değerlidir ki onun için, kitaba dokunmadan önce ellerini yıkar. Fakat hep müşterilerden gizli okur. Öğrendiği bilgiler “onda zaten hep varmış” gibi görünmesini ister. Yazar üniversiteye gittiğinde evden tamamen uzaklaşır. Ev; bir duraktır fakat annesi de evdir artık yazar için. İletişimleri samimi ama temkinlidir. Yazar annesine aykırı yaşamını anlatamaz. Kalp kırıklığını anlatamaz. Çünkü annesinin bu konuda katı fikirleri ve korkuları vardır. Kendi zamanından getirdiği korkulardır bunlar. Bu korkular, kızının bir erkek tarafından baştan çıkarılıp evlilik dışı bir hamilelik yaşamasıdır. Kendi zamanında bunlar bir kadının evlenmesine engeldir. Bir kadın evlenemezse hayatın içinde olamaz, yok olur. Kadın evlenmeden, erkek olmadan var olamaz. Bu fikrin kızında bir karşılığının olmadığını bilir aslında anne de. Bu kültürel farklılık ilişkilerini naif, kırılgan ve saygılı kılar. Anneler kız çocukları için; “olmak istediği”, zamanla “tam tersi olmak istediği” ve belki de en sonunda “kendisine dönüşeceği” en güçlü imaj sahibidir . Anneler; çocukluğumuzda eteğine sığındığımız, sevgisiyle şımardığımız çocukluk arkadaşımız; ergenliğimizde ise bizi koruma çabasını anlamsız bulduğumuz, ancak bazen bizi kendisinden koruyamayan, zamanla toplumun düşünce ve alışkanlıklarını bize ilk dayatan bir kadına dönüşür. Anne-kız ilişkisi çoğu zaman baba-oğul ilişkisinden farklıdır. Özellikle yaşadığımız toplumda baba-oğul arasındaki ilişki, anne-kız ilişkisine göre daha donuk ve uzaktır. Ancak anne-kız ilişkisi, doğası gereği daha fazla değişen-dönüşen bir forma sahiptir. Kız çocuğunun ergenlik döneminde yaşadığı çatışma; yetişkinliğe geçince anlayış sürecine girer. Yetişkinlikte kız çocuk ile anne arasındaki ilişki daha da farklılaşır. Çünkü kadın, annesinin yaşadığı süreçlere benzer süreçler yaşar ve genellikle empati kurmaya başlar. Annesi, kızı evleneceği zaman damadın “buralı” olmaması hoşuna gitse de damadın ailesi karşısında ezik hisseder kendisini. Yazarın eşinin ailesi maddi olarak burjuva olmamalarına rağmen burjuva kültürüne sahiptir. Bu durum annesinin köylü olmanın ezikliğini hissetmesine sebep olur. Bu ezikliği fark eden yazar da annesinin ezilmişliğini hisseder. Yazar evlenince daha rahat yaşam şartlarına sahip olur. Babası vefat edince, bu rahat yaşamı kendisine sağlayan annesi olmadan yaşamak suçlu hissettirir yazarı. Yazarın 2 çocuğu olur, annesini de yanına alır. Annesi, ilk başta kızı ve ailesiyle yaşamakta zorlansa da gün geçtikçe alışır. Annesi bir süre sonra yazarın evinden ayrılır ve kendi çevresinin olduğu şehirde yaşamaya başlar. Bir süre sonra orada bir kaza geçirir ve sonradan alzheimer olduğu ortaya çıkar. Artık kendi başına yaşayamaz der doktor. Yazar, ilk başta annesinin bunayacağını kabul edemez ancak hastalık ilerledikçe anneyle yaşam çok zorlaşır. Kızını ve torunlarını tanıyamaz duruma gelmiştir. Yazar çok zorlanır; annesinin yeniden “ufak bir kız çocuğu” olmasına “hakkı” yoktur ona göre. Ve annesinin bilinçli yaşamının aslında o zaman sona erdiğini fark eder. Annesini bir geriatri servisinin bakım servisine yerleştirir. Bununla ilgili zaman zaman “annesine bakım verecek koşullara sahip olmamasına rağmen” suçluluk duyar. Ani bir dürtüyle annesini bakımevinden çıkararak sadece onunla ilgilenme isteği duyar ancak yapamayacağının kendisi de farkındadır. Annesinin hayata karşı verdiği “kendi olma” direnişini, hastalığa karşı verdiğini de anlatır; fakat direnişin sonunda yenilişini ve hareketleriyle annesinin kız çocuğuna dönüşmesini izler. Annesinin saçını tarar, ellerini yıkar, bakımını yapıp küçük parçalara bölüp yedirdiği pastalar, çikolatalar getirir ona. Sanırım “evrensel” olan hasta olan kişinin “kurtulmasını” düşünen yakınları annesini unutup, ziyaret etmeyerek yalnız bırakırlar. Her ne kadar insanlar kurtuluşun ölümde olduğunu söyleseler de annesi yaşamak ister. Yazar da annesinin yaşamasını ister. Hasta kişinin ölümünün, yaşayan insanlar tarafından kurtuluş olarak görülmesi ve bunu hasta yakınlarına söyleyebilme densizliği, üzerine düşündüğüm özel bir konu benim için. Fiziksel olarak bile beden yaşamak için son ana kadar direnirken, insanların tam tersini düşünmesi, kurtuluşun; hasta insanlar için mi yoksa hasta insanlara bakmak durumunda kalan insanlar için mi olduğunu sorgulamama sebep olur zaman zaman. Hasta bir insan için kurtuluşun ölüm olacağını, hasta olmayan kişilerin söylemesi acımasızlık değil midir? Sevdiklerini kaybetmemek için çabalayan insanlara bunu söylemenin amacı; bir teselli mi yoksa kaybın üzüntüsünü rahatlamaya dönüştürmeye çalışmak mı, bilemiyorum. Sevdiğini kaybeden kişiye bunu söylemek saygısızlık sayılabilir mi? Bu konuda kafam karışık açıkçası ancak acımasızlık olarak görmeye daha yakınım sanırım. Yazarın annesi bir çok şeyi unutsa da yazar annesini unutmamıştır. Karşısındaki “annesi olmayan kadın” mimikleri ve jestleriyle yazara “annesi olduğunu” hatırlatır. Ve yazar bunları gördükçe annesinin kendisine ihtiyacı olduğu kadar kendisinin de ona ihtiyacı olduğunu, ”ona dokunmaya, onu duymaya, onu hissetmeye ihtiyacı olduğunu” anlar. Yazar, annesi ölmeden bir gün önce annesinin yanına gider; aldığı çiçekleri vazoya koyar, onun için aldığı çikolataları yedirir, onu temizler, yemek odasına bırakır, öper ve yanından ayrılır. Yazar annesinin ölümü sonrası bakımevinin önünden geçerken, o binalar yazara muhtemelen 2000'li yıllarda, kendisinin de bakımevlerinden birinde olma, orada şu anda yaşamayı sürdüren yaşlı insanlar gibi ölmeyi bekleme ihtimalini düşündürür. Yazar bu roman-anlatısında edebi üsluptan uzak kalarak annesi ile bağlantısının daha duru ve anılara dayalı olmasını ister. Bu anlatı tarzından dolayı kitabın üzerinde yazan “roman” açıklaması ne kadar yerinde, bilmiyorum. Çünkü eser kurmacadan çok biyografi özelliğinde ilerler. Ancak yazar bu eserin ne biyografi ne de roman olduğunu söyler. Eserinin “edebiyat, sosyoloji ve tarih arasında bir yerde” olduğunu, annesinin “tarihin bir parçası olmasını istediği için” yazdığını ifade eder. Yazar -bence, ne mutlu ki- 2023 yılında, 83 yaşında Cergy’de kendi evinde yaşamaktadır. İnsanların çoğu zaman -belki de zihinsel bir savunma olarak- unuttuğu veya unutmayı tercih ettiği, ölüm, her kişi için farklı anlam taşır. Belki de ölen kişinin ardından, ölümden etkilenen kaç kişi varsa o kadar farklı yas tutma durumu ve ölüm acısı vardır. Ben de birçok kişi gibi ölümü düşünmemeye, sevdiğim kişiler için düşündüğümde ise dehşete düşmeye devam edeceğim sanırım, ölüm gerçekleşene kadar. Ayşe Şimşekoğlu
Bir Kadın
Bir KadınAnnie Ernaux · Can Yayınları · 20231,682 okunma
·
113 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.