Gönderi

222 syf.
7/10 puan verdi
·
6 günde okudu
Kuşkusuz Suçlu İdiler, Ama Ölüm Cezasını Gerektirecek Kadar Değil...
12 Mart Muhtırası Türkiye tarihinde büyük ses getirmiş siyasi olaylardan bir tanesidir. 1961 Anayasası'nın yürürlüğe girdiği dönem itibariyle topluma sunduğu nispeten özgürlükçü ortam, ülke genelinde taleplerin daha yüksek sesle dile getirilmesine ve bu dillendirmelerin bir süre sonra temel hak ve özgürlüklerin kazanımı adına verilen bir mücadeleye dönüşmesine yol açmıştır. Dönemin devrimci gençleri arasında yer alan ve bu kitapta bahsi geçen Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan, özellikle Amerika'nın Türkiye üzerindeki emperyal tutuma karşı "antiemperyalist" görüşlere dayanarak bir devrim mücadelesine girmişlerdir. Muhtıra sonrası dönemin Süleyman Demirel hükümetinin istifasıyla birlikte hükümeti devralan askeri hükümet 11 şehirde sıkıyönetim ilan ederek başta sol görüşlü kesim üzerinde olmak üzere ciddi bir baskıcı politika izlemeye başlamıştır. İşte tam bu baskı rejimi idaresinde bu üç devrimci genç kısa süreli aralıklarla yakalanıp tutuklanarak cezaevine gönderilmiş ve söz konusu idam cezasıyla sonuçlanacak olan süreç işlemeye başlamıştır... Bir insanı destekleyip sevebilmek, fikirlerini, benimsediği ideolojiyi savunabilmek için o insanın yaşadığı dönem koşullarını ve hayatının kayda değer sayılabilecek dönüm noktalarını bilmek, öğrenmek gerekir. 70'ler Türkiye'si hakkında çok az bilgisi olan, üç gencin o dönemde nasıl, hangi gerekçelerle bu yola başkoyduğuna dair yüzeysel bir bilgiye sahip olan birisi olarak işin siyasi, sosyal ve ekonomik boyutları hakkında altı dolu yorumlar yapabilmem pek mümkün olmayacaktır ki zaten benim de amacım bu incelemeyi yazarken olayın sadece hukuki boyutu hakkında birkaç fikir beyan edebilmektir. Belgesel anlatım tarzı olarak kitap başarılı. Ancak devrimci bir yazar olan
Nihat Behram
Nihat Behram
taraflı yazım dilinden çok uzak kalamadığından -ki aksini kendisinden beklemek çok zor olurdu- eserin yanlı bir bakış açısıyla yazıldığı direkt göze çarpıyor. İdeolojisi ne olursa olsun örgütsel bazda silahlanıp dağda konumlanmayı, parası solcu harekete maddi destek sağlamak yani yine halka bağışlamak maksadı taşıyarak banka soygununa girişmek, 400 bin dolar fidye karşılığı 4 Amerikan askerini kaçırmak, çalıntı arabayla ABD Büyükelçiliği önündeki polis karakoluna silahlı saldırıda bulunup iki polisi ağır yaralamak gibi eylemlerde bulunan kişileri böylesine kahramanlaştırarak anlatmayı doğru bulmuyorum. Anlatıda bu hususlara kısmen de olsa değinilebilirdi. Bu bakımdan bu taraflı anlatımdan hoşlanmadım. Ancak kitabın ikinci kısmında dönemin hukukçuları ve avukatlarının ağzından anlatılan ve tartışılan hususlar çok güzel ve bilgilendiriciydi. Öyle bir hukuk ülkesinde yaşıyoruz ki, kuvvetler ayrılığı ilkesi dediğimiz yasama, yürütme ve yargı organlarının birbirinden bağımsız şekilde faaliyet yürütebilmesi bir türlü mümkün olamamakta, geçmiş tarihimizde çokça gördüğümüz üzere korkunç bir şekilde yargıya siyasetin de bulaştığı birçok mahkeme kararıyla karşı karşıya kalınmaktadır. Ceza hukuku Anayasa ile ve bununla birlikte temel hak ve özgürlükler ile direkt olarak ilişkili bir hukuk dalıdır ve temelinde birçok ilkeye dayanır. Burda tüm ilkelere dayanmadan olayla ilgili birkaç ilkeye dayanarak yazıma devam edeceğim. 1- Hukuk Devleti İlkesi: En temel ilkedir. Ceza hukukuna ilişkin tüm tasarruflarda (aslında hukukun her alanında) devletin hukuka dayalı, hukuka uygun hareket etmesi gerekir. 1961 Anayasası'nın 132. Maddesi "Mahkemelerin Bağımsızlığı" başlığı altında hakimlerin görevlerinde bağımsız olduğunu ve kararlarını anayasaya, kanuna, hukuka ve vicdani kanaatlerine göre vermeleri gerektiğini düzenler. Halbuki Deniz'lerin yargılamalarının görüldüğü mahkemelerin kuruluş şeklinden tut mahkemede görevli "hakim"lerin niteliğine kadar hukuka uygun hiçbir durum söz konusu olmayıp; karar verme sürecinde siyasi hırslar ön planda tutulmuş, adalet ve vicdan kavramlarından uzaklaşılmıştır. 2- Orantılılık(Ölçülülük) İlkesi: Ceza hukuku ağır yaptırımlarla insan hayatına etki eder. Kişilere yaptırımlar uygulanırken işlediği suçla orantılı bir ceza verilmesi esas alınmıştır. Hatta bu husus ülkemizde güncel olarak TCK'nda düzenlenmiştir. İdam cezası bir kişiye verilebilecek en ağır cezalardan bir tanesidir ve yürürlükte olduğu hukuk sisteminde bu cezanın söz konusu olabileceği bir yargılama sürecinin ne kadar titizlikle ve ciddiyetle yürütülmesi gerektiğini söyleyebilmek için hukukçu olmaya gerek bile yoktur, akli melekelere sahip olmak yeterlidir. Deniz, Hüseyin ve Yusuf, o dönemin Ceza Kanunu'nun 146. Maddesindeki "Anayasanın tamamının veya bir kısmının bozulmasına, değiştirilmesine veya kaldırılmasına vesile olmaktan, meclisi görevini yapmaktan men'e teşebbüs etmek" düzenlemesinden idam cezasına mahkum edilmişlerdir. Aynı kanunun 168. Maddesinde ise "... yazılı cürümleri işlemek için silahlı örgüt kurmak veya böyle bir örgüte liderlik etmek suçu işlendiği takdirde 10 seneden az olmamak kaydıyla hapis cezası..." verileceği düzenlenmiştir. Yine 171. Maddede ise "... Yazılı suçlardan birini veya bazılarını hususi araçlarla işlemek üzere birkaç kişi gizli ittifak halinde hareket ederlerse, her birine 4 seneden 12 seneye kadar hapis cezası..." verilebileceği düzenlenmiştir. Bu üç insanın eylemlerine bakıp işlediği suçları tespit ettiğimizde 146. Maddede bahsi geçen eylemleri yerine getirdiklerine dair herhangi bir emare olmayıp, 168 ve 171. Maddeler üzerinden yargılamanın yürütülmesi gerektiği çok açıktır. Tüm bu ibarelerden hareketle idam cezasının ne yazık ki hukuka aykırı ve orantısızca, siyasi amaçlar gözetilerek haksız biçimde verildiğini söylemek gerekir. 3- İnsancıllık ilkesi: Suçlunun topluma yeniden kazandırılmasını, insanlık onuruyla bağdaşmayan yaptırımlar karşısında bu kişileri korumayı amaçlayan bir ilkedir. Dönemin Ceza Kanunu'nun 59. Maddesi, hakimlere tanınan bir yetkiyle ölüm cezalarını hapis cezasına çevrilmesini mümkün kılmış ve bunun tamamen hakimlerin takdirine bırakmıştır. İdam cezasının insani ve sosyal boyutlarını düşündüğümüzde bu üç gencin böyle bir maddeden de faydalanarak, hümanizm ilkesine uygun şekilde cezalandırılabileceklerini de söyleyebiliriz. Kısacası verilen idam cezası hukuka uygun bir şekilde verilmemiş, adalete siyaset karışmış ve üç tane insan hak etmediği bir yargılama süreci sonucu bu dünyadan genç yaşta koparılmıştır. Adalet sistemine dair sorunların hala çözülemediği ve daha da kötüsü çözülmeye dair en ufak bir umut verici gelişme görmediğimiz şu günlerde yasa değişiklikleri adı altında idam cezasının yeniden yürürlüğe girmesi gerektiğine dair safsatalar gündeme gelmektedir. Yönetim şeklimize ve toplum yapımıza baktığımız zaman idam cezasının yürürlüğe tekrar girmesi halinde bu ülkede ne tür facialara sebep olabileceğini tahmin etmek çok zor değildir. İnsan haklarıyla bu yaptırım türü hiçbir şekilde bağdaşmamaktadır. Bu ülkede ise yargıya güven hiçbir zaman tam olmamıştır. Yargıya güvenin olmadığı yerde ölüm cezalarının yürürlükte olmasını istemek birçok insanın sebepsizce ve kolayca katledilmesine vesile olmak demektir. Bu cezanın istenmesinin altında toplumun intikam duygusu yatmaktadır fakat unutmamak gerekir ki devlet, yargılamalarında intikam almayı değil adaleti sağlamayı esas almalıdır.
Darağacında Üç Fidan
Darağacında Üç FidanNihat Behram · Everest Yayınları · 201911,9bin okunma
·
473 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.