Gönderi

Ay'ın Öyküsü Son derece nüfuz edici bakışlarıyla, Dünya'nın etrafında döndüğü o bilinmeyen merkeze yerleşmiş yetenekli bir gözlemci, evrenin kaos halinde olduğu çağda sayısız atomun uzayı doldurduğunu görecekti. Ancak, yüzyıllar geçtikçe, yavaş yavaş, bir değişiklik oldu; bir çekim yasası belirdi ve o güne dek başıboş gezen atomlar bu çekime boyun eğdiler; yakınlıklarına göre, kimyasal olarak birleştiler, molekülleri ve daha sonra da göğün derinliklerine saçılmış bulunan bulutsu yığınları meydana getirdiler. Bu yığınlar, kısa bir süre sonra merkezleri çevresinde dönmeye başladılar. Daha belirsiz moleküllerden oluşan merkez de, gittikçe yoğunlaşarak, kendi ekseni üzerinde dönmeye koyuldu; ayrıca, mekaniğin değişmez yasaları uyarınca, yoğunlaşma sonucu hacmi küçüldükçe, kendi ekseni üzerinde dönüşü hızlanıyordu ve bu iki etken sürüp gidince, bulutsu yığının tam ortasında, bir ana yıldız oluştu. Gözlemci, o zaman dikkatli baksa, öbür moleküllerin de merkezdeki yıldız gibi davrandıklarını, gittikçe hızlanan bir dönmeyle yoğunlaştıklarını ve sayısız yıldızcık halinde ana yıldızın çevresinde dolanmaya başladıklarını görürdü. Astronomların aşağı yukarı beş bin tanesini sayabildikleri bulutsu yumak oluşmuştu. Bu beş bin bulutsu arasında, insanların Samanyolu adını verdikleri, içinde, her biri bir güneş sisteminin merkezi olan on sekiz milyon yıldızın bulunduğu bir tanesini hepimiz biliriz. Gözlemci, bu on sekiz milyon yıldız arasından en alçakgönüllü ve en az parlaklarından birini, büyük bir şişinmeyle kendine Güneş adını verenini özel bir dikkatle incelerse, evrenin oluşumuna yol açan bütün görüngüler zincirleme yerli yerine oturacaktır. Gerçekten de, gözlemci alıcı gözle baktığında, daha gaz halinde bulunan ve devingen moleküllerden oluşan Güneş'in, yoğunlaşmasını tamamlamak üzere kendi ekseni çevresinde döndüğünü görecektir. Bu hareket, mekanik yasaları uyarınca, hacmin azalmasıyla artacak ve bir an gelecek, molekülleri ortaya çeken merkezcil güç, merkezkaç güce yenik düşecektir. O zaman, gözlemcinin gözü önünde başka bir görüngü ortaya çıkacak ve gezegenin en geniş enlemi (ekvatoru) boyunca dizilmiş olan moleküller ipi kopan sapandan fırlayan taş gibi, Güneş'in çevresinde Satürn gezegenininkine benzer, bir sürü ortak merkezli halka meydana getirecektir. Yine aynı evrensel özden oluşan bu halkalar, kendi merkezleri çevresinde dönmeye koyulacaklarından, parçalanıp ikinci dereceden bulutsuları, yani gezegenleri yaratacaklardır. Eğer gözlemci bundan sonra bütün dikkatini bu gezegenler üzerinde toplarsa, her birinin tıpkı Güneş gibi yaptığını, uydu adını verdiğimiz ikinci dereceden yıldızların kaynağı olan yeni evrensel halkalar doğurduklarını görecektir. Böylece, atomdan moleküle, molekülden bulutsu yığına, bulutsu yığından bulutsuya, bulutsudan ana yıldıza, ana yıldızdan Güneş’e, Güneş’ten gezegene, gezegenden uyduya dek uzanan; Dünyâ’nın ilk günlerindeki gibi, gökcisimlerinin uğradığı bir dizi dönüşümle karşılaşırız. Güneş, ilk bakışta, yıldızlar dünyasının enginliklerinde yitip gitmiş gibi gözükse de, aslında, bilimin bugünkü kuramları uyarınca, Samanyolu bulutsusuna bağlıdır. Bir sis- temin merkezi olan ve uzay boşluğunda minnacık gözüken Güneş, gerçekte kocamandır, çünkü Yerküre'den bir milyon dört yüz bin kez daha büyüktür. Evrenin Yaratılışının ilk çağlarında kendi bağrından kopmuş olan sekiz gezegen dolanır çevresinde. Bunlar, en yakınından başlayarak, Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün'dür. Ayrıca, Mars'la Jupiter arasında, bunlardan daha önemsiz, belki de binlerce parçaya bölünmüş bir yıldızın başıboş kalıntıları olan daha başka cisimcikler dolaşmaktadır; teleskop, bugüne dek bunlardan doksan yedisini saptamıştır." Güneş'in, evrensel çekim dediğimiz büyük yasa gereğince eliptik yörüngelerinde tuttuğu bu uşakların kimisinin de kendi uyduları vardır. Uranüs'ün sekiz, Satürn'ün sekiz, Jüpiter'in dört, Neptün'ün belki üç, Dünya'nın da bir uydusu bulunmaktadır; güneş sistemindeki en önemsiz uydulardan biri olan bu sonuncunun adı Ay'dır ve Amerikalıların gözü pek dehası işte onu ele geçirmeyi tasarlıyordu. Gecelerin yıldızı, Dünya'ya görece yakınlığı ve çeşitli evrelerinin hızla değişen gösterisiyle, başlangıçta Dünyalıların ilgisini Güneş'le paylaşmıştır; ama Güneş'e bakmak yorucudur, ışığının kamaştırıcılığı, seyredenleri az sonra utandırıp yere bakmaya zorlar. Daha insanca bir yüze sahip olan sarı Phoebe'yse, olanca alçakgönüllülüğüyle güzelliğini gözler önüne serer; onu seyretmek tatlıdır, gözü hiç mi hiç yükseklerde değildir, bununla birlikte, ara sıra erkek kardeşi, göz kamaştırıcı Apollon'u örtüp ışığını keser, diğeriyse bu işi hiçbir zaman yapamaz. Muhammediler Dünya'nın bu sadık dostuna nasıl bir gönül borcuyla bağlı bulunduklarını anlamış, aylarını onun dolaşımına göre düzenlemişlerdir. İlk kavimler bu bakire tanrıçaya özgü külte adaklar yapmışlardır. Mısırlılar ona İsis adını vermiş; Fenikeliler onu As tarte diye anmış; Eski Yunanlar ona Phoebe adıyla tapınmış, Latona ile Jupiter'in kızı saymış, tutulmalarını Diana'nın yakışıklı Endymion'a yaptığı gizemli ziyaretlerle açıklamışlardır. Mitolojideki efsaneye bakılırsa, Nemea aslanı yeryüzüne gelmeden önce Ay kırlarında dolaşmışmış; Plutarkhos'un yapıtında adı geçen ozan Agesianax da, şiirlerinde, o güzelim Selene'nin bedeninin aydınlık yüzünü biçimlendiren tatlı gözlerini, sevimli burnunu, minik ağzını, yani aydınlık yüzünü anlatmıştır. Nitekim Miletli Thales, MÖ 460 yılında Ay'ın Güneş tarafından aydınlatıldığı görüşünü ortaya atmıştır. Sisam’lı Aristarkhos gerçek evrelerini açıklamıştır. Kleomedes, kendisine vurup yansıyan bir ışıkla parladığını öğretmiştir sanlara. Kalde'li Berosos, dönme hareketinin süresinin, Dünya çevresindeki hareketinin süresine denk olduğunu bulmuş, böylece Ay’ın bize hep aynı yüzünü gösterdiğini açıklamıştır. Son olarak da, Hipparkhos Hıristiyanlığın başlangıcından iki yüz yıl önce, Dünyâ’nın uydusunun gözle görülen hareketlerinde birtakım düzensizlikler bulunduğunu kabul etmiştir. Bu değişik gözlemler sonradan doğrulanmış ve yeni astronomların işine yaramıştır. Ptolemaios MS ikinci yüzyılda, Arap Ebül Vefa onuncu yüzyılda Hipparkhos'un ortaya attığı, Ay'ın, Güneş'in etkisiyle dalgalı yörüngesinde dönerken gösterdiği düzensizliklerle ilgili görüşleri tamamlamışlardır. Daha sonra, on beşinci yüzyılda Kopernik ve on altıncı yüzyılda Tycho Brahe Dünya sistemiyle Ay'ın gökcisimleri arasındaki rolünü bütünüyle ortaya koymuşlardır. O çağlarda, Ay'ın hareketleri hemen hemen saptanmıştı; ama fiziki yapısı konusunda pek az şey biliniyordu. Derken, Galilei, bazı evrelerde, ortalama dört bin beş yüz toise yükseklik tanıdığı dağların yarattığı bazı ışık görüngülerini açıkladı. Ondan sonra, Dantzig'li astronom Hevelius, en büyük yüksekliği iki bin altı yüz toise'a indirdi; meslektaşı Riccioli'yse tutup yedi bine çıkardı. On sekizinci yüzyılın sonlarında, güçlü bir teleskopla gözlem yapan Herschell, bu ölçüleri epey düşürdü. En yüksek dağlara bin dokuz yüz toise verip, ortalama yüksekliği topu topu dört yüz olarak saptadı. Oysa Herschell de yanılıyordu; sorunun kesin çözümü için, Shroeter'in, Louville'in, Halley'nin, Nasmyth'in, Bianchini'nin, Pastorf'un, Lohrman'ın, Gruithuisen'in gözlemleri ve özellikle Beer ile Mädler'in sabırlı çalışmaları gerekti. Bu bilginlerin emekleri sonucu, bugün, Ay'daki dağların yüksekliğini tamı tamına bilmekteyiz. Sayın Beer ile Mädler bin dokuz yüz beş dağın yüksekliğini ölçtüler; bunlardan altısı iki bin altı yüz toise’ın üstünde, yirmi ikisi devili bin dört yüzün üstündedir. En yüksekleri, Ay’ın yüzeyine üç bin sekiz yüz bir toise’dan bakmaktadır. Aynı günlerde, Ay'ın tanınması da tamamlanmaktaydı; bu yıldızın dört bir yanının yanardağ ağızlarıyla kaplı olduğu görülüyor, her gözlem, yapısının öncelikle volkansı olduğunu doğruluyordu. Onun ardında kalan gezegenlerin ışınlarının yansımayışından, çevresinde atmosferin bulunmadığı sonucuna varıldı. Hava olmayınca, su da yoktu tabii. Bu durumda, Ay'lıların, sözü geçen koşullarda yaşayabilmeleri için özel bir düzen içerisinde bulunmaları ve Dünyâlılardan epey farklı olmaları gerektiği ortadaydı. En sonunda, yeni yöntemler yardımıyla, daha yetkinleştirilmiş araçlar ardı arası kesilmeden Ay'ı araştırdılar, yüzeyinde aranıp taranmamış tek bir köşe bırakmadılar, bütün bu araştırmalar sırasında çapı yine iki bin yüz elli mil, yüzölçümü Dünya'nınkinin on üçte biri, hacmiyse Yerküre'nin kırk dokuzda biriydi; ama bu gizlerin hiçbiri astronomların gözünden kaçamazdı ve bu usta bilginler şaşırtıcı gözlemlerini daha da ileri götürdüler. Nitekim, dolunay sırasında, Ay yuvarlağının kimi bölümlerinin beyaz çizgili, dördünler sırasındaysa kara çizgili gözüktüğünü fark ettiler. Daha büyük bir dikkatle inceleyerek, bu çizgilerin yapısını çözmeyi başardılar. Bunlar, paralel kıyılar arasında uzayıp giden, genellikle yanardağların çevresinde son bulan uzun, ince izlerdi; uzunlukları onla yüz bin arasında, genişlikleriyse sekiz yüz toise'dı. Astronomlar bunlara yuva adını verdiler ve zaten bütün yapabildikleri bu oldu. Bu yuvaların kurumuş eski akarsu yatakları olup olmadıkları sorununuysa tam anlamıyla çözemediler. Dolayısıyla Amerikalılar, günün birinde bu jeolojik olguyu tanımlamayı umuyorlardı. Ayrıca, Gruithuisen’in Ay yüzeyinde keşfettiği paralel yamaçların gizini çözme işini de kendilerine saklıyorlardı; bu Münihli bilgin profesör, sözünü ettiğimiz yamaçları, Ay’lı mühendislerin kurduğu bir tahkim sistemi saymıştı. Gerek bu iki nokta, gerekse daha başka bir sürü karanlık konu, ancak Ay’la doğrudan temas kurulduğu zaman aydınlığa kavuşabilirdi. Işığının yoğunluğuna gelince, bu konuda öğrenilecek bir şey kalmamıştı; bunun, Günrş’in ışığınınkinden üç yüz bin kez daha zayıf olduğu ve ısısının termometrelerde kayda değer bir değişikliğe yol açmadığı biliniyordu; kül renkli ışık adı altında tanıdığımız görüngüye gelince, bu da, Dünyâ’dan Ay’a yansıyan Güneş ışınlarıyla açıklanmaktadır elbet; söz konusu ışınlar, Ay ilk ve son dördünde olduğu, yarımay şeklinde görüldüğü zamanlar, Ay yuvarlağını tamamlar gibidir.
Sayfa 31 - 32 - 33 - 34 - 35 - 36 - 37Kitabı okudu
·
243 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.