Gönderi

_Epikürcü zevk düşkünlerine göre, Tanrıların yaşamlarından daha mutlu başka yaşamlar düşünülemez. Çünkü tanrılar hiçbir iş yapmaz; hicbir şeyle uğraşmaz; hicbir gayret sarf etmez; bilgeliklerinin tadını çıkarırlar; en derin ve sonsuz hazları tadacaklarını daima bilirler. Epikürcülükte tanrıların tam anlamıyla mutlu olduğunu, ama tam tersine Stoacıların tanrılarının gercekten ırgatlar gibi calışkan olduklarını söyleyebiliriz. Akademiacı kuşkuculara göre ise önemli olan hakikati aramak. Epikürcü tanrılar gibi aylaklık içinde mutlu bir yaşam sürmek değil. _Tanrıların hem varlığı hem de insan biciminde oldukları mutlaka kabul edilmelidir. Çünkü her şeyden önce doğanın kendisi bizi böyle bir sonuca götürüyor. _İnsan bicimi, tüm canlıların bicimlerinden üstünse, öte yandan tanrı da canlıysa, tanrı elbette bütün bicimlerin en guzeli olan insan biciminde olacaktı. Şimdi herkes tanrıların cok mutlu olduğunu, erdemsiz mutlu olunamadığını, akıl yoksa erdemin olamayacağını, aklın da insan biciminden başka bir bicimde bulunmasının mumkun olmadığını bildiğine gore, o zaman tanrının insan gorunumunde olduğunu kabul etmek gerekir. Ama gorunurde bir beden yoktur, soz konusu sanki beden gibi bir şeydir; kan da yoktur, sanki kan gibi bir şey vardır. _Tanrıların bicimi konusunda bazen doğa bize ipucları verir; bazen de akıl bilgi sunar. Doğadan anladığımıza gore tanrılar insan bicimindedir, başka bir bicimde değil. Evet, ayık olduğumuzda ya da uyuduğumuzda tanrı başka hangi bicimde gozumuzun onune gelir? Ama her şeyi de ilk fikirlerimize bağlamayalım, akıl da tıpatıp aynı şeyi gosterir. Mutlu ya da sonsuz olduğu icin, en ustun doğanın en guzel doğa olması uygun goruuyorsa, kollarla bacakların hangi dağılımı, yuz hatlarının hangi cizgisi, hangi bicim, hangi gorunum insamnkinden daha guzel olabilir? _Önsöz : İnsanbiçimli Tanrılara, insanlara özgü tüm özellikler atfedilmiştir; hatta bu yüzden tanrılar da insanlar gibi hata yapabilirler, tutku ve arzularına ket vuramazlar, kısacası insanların zayıflıklarından nasiplerini almışlardır. İnsanbicimli tanrı anlayışı Homeros’un eserlerinde filizlenmiş ve toplum yaşamını etkilemiştir. Her ne kadar Yunan etkisiyle zaman icinde insanbicimli tanrı anlayışı Roma’ya girdiyse de, başlangıcta Roma’nın geleneksel dininin tanrıları numenlerdir. “Latince’de ‘tanrısal istenc, tanrısallık’ anlamları taşıyan numenler ciftcilik geleneği ile beslenen Roma toplumuna uygun olarak ozellikle tarım kulturu ve aile yaşantısıyla ilgili kutsal ruhlardır. Doğadaki her şeyin icinde olduğuna inanılan ve guclerini sergiledikleri belirgin olaylar dışında varlıkları olmayan bu soyut gucler, eylemleriyle belirginlik kazanırlar.”Sonradan insana ozgu niteliklerle donanan ve ölümsüzlük ozelliğiyle insandan daha onemli bir varlık anlamı kazanan numen kavramıyla gelişen tanrı anlayışı Roma’nın dinsel inanclarını duzenlemesi bakımından da onem taşır. _Epicurus, gercekten de ilk o fark etmişti tanrıların var olduğunu; cunku doğa tanrı fikrini insanoğlunun zihnine kazımış olmalıydı. Hangi ulus ya da insan soyu, tanrı oğretisi olmasa da, doğuştan tanrılarla ilgili bir ön bilgiye sahip değildir ki? Epicurus bu ön bilgiye prolepsis der, yani nesnelerin zihinde ilk elde beliren tasarımı; bu olmadan ne bir şey anlaşılabilir, ne araştırılabilir ne de tartışılabilir. _Epicurus'un ileri surduğu şu duşunce doğrudur: Mutlu ve öncesiz-sonrasız olan bir varlık ne kendi başını derde sokar ne de başkasının; işte bu yuzden de ne öfkeye ne de sevince kapılır, cunku bu tur şeylerin hepsi acizliktir. _Dediğim gibi, tanrıların mutlu ve olumsuz olduklarına inanmamızı sağlayan bir önbilgimiz var. Cunku bize tanrı fikrini bahşeden doğa, aynı şekilde onların oncesiz-sonrasız ve mutlu oldukları inancını da zihnimize kazımış. _Sahiden Tanrı inancı, herhangi bir gelenekle, töreyle ya da yasayla oluşturulmadığına ve istisnasız herkes bu konuda sarsılmaz bir goruş birliği icinde olduğuna gore, tanrıların var oldukları kabul edilmelidir; cunku tanrı inancı bize aşılanmış ya da başka deyişle biz bu inancla doğmuşuz, insanoğlunun doğal olarak goruş birliğinde olduğu bu inanc doğru olmalıdır. Bundan da şu sonuc cıkar: Tanrıların var olduğu kabul edilmelidir. Zaten bunu hemen herkes biliyor, felsefecisi de, cahili de; evet kabul edelim ki şu da aşikar: Onceden de soylediğim gibi, tanrılarla ilgili ya doğuştan gelen onbilgimiz ya da on duşuncemiz var. _Tanrılar vardır. Gerek tanrıların bicimleri, gerek yaşadıkları mekanlar ve meskenler gerekse yaşam tarzları hakkında öyle cok şey söylenmiş ve bu konularda felsefeciler arasında öyle çok fikir ayrılığı yaşanmış ki. _Coğu felsefeci, tanrıların var olduğunu ileri surmuş(Çok da doğru) ama Protagoras bu konuda kuşkularının olduğunu soylemiş, Diagoras ve Theodorus ise hic tartışmasız tanrıların olmadığını duşunmuş. _Tanrılar bize yardım edemiyorlarsa ve bize karşı tamamen kayıtsız kalıp yaptıklarımızı hic umursamıyorlarsa, yani kısaca tanrıların insan yaşamına nufuz edecek bir etkileri yoksa, o zaman nicin olumsuz tanrılara tapalım ki? Nicin onları onurlandıralım ve onlara yakaralım ki? _Diğer erdemler gibi, dindarlık da sahte bir gorunum altında var olamaz ve o ortadan kalktığında, onunla birlikte zorunlu olarak kutsallık ve din de ortadan kalkar. Bunların top yekün ortadan kalkması da yaşamı altust eden korkunc fırtınalar ve buyuk karmaşalar getirir beraberinde ve muhtemeldir ki tanrılara duyduğumuz bağlılık ortadan kalkığı anda insanların birbirine guveni, toplumsal bağlılığı ve en ustun erdem olan adalet de ortadan kalkar. _Gerci gayet saygın ve unlu başka filozoflar da var ve bunlar tum dunyanın tanrıların zihniyle ve aklıyla yonlendirildiğini ve yonetildiğini, hatta bununla da kalmayıp tanrıların insan yaşamıyla ilgili kararlar alıp ongorulu hareket ettiklerini ileri suruyorlar; cunku toprağın yetiştirdiği ekinlerden tutun da aklınıza gelebilecek butun urunlerin, ayrıca toprağın sunduğu bu urunleri buyutup olgunlaştıran her şeyin, yani hava koşullarının, mevsim değişikliklerinin ve iklim farklılıklarının olumsuz tanrıların insanoğluna birer armağanı olduğunu duşunuyorlar ve bu şekilde olumsuz tanrılar tarafından insanın yararına yaratıldıklarına inanmamızı sağlayacak olan tum kanıtları bir araya topluyorlar. ___ _Adi ve bayağı şeyleri tanrısal onurlarla donatmaktan ya da artık ölüp gitmiş ve yas içinde hürmet edeceğimiz kişileri, tanrı yerine koymaktan daha sacma ne olabilir ki? _Dayanaksız bir düşünceden daha anlamsız ne olabilir? Başka deyişle bir felsefecinin ciddiyeti ve tutarlılığı, yanlış bir fikri benimsemek veya yeterince anlaşılmamış bir fikri, gözü kapalı savunmak gibi akılsızca bir şeyi kaldırabilir mi? _En buyuk alimlerin bile cok değişik ve celişik duşuncelere sahip olması da gosteriyor ki, felsefi tartışmanın kökünün kökeninin bilgisizlik olduğunu. _Dostça uyarıda bulunanlara açıklama yapmalı; düşmanca saldıranlara ise haksız olduklarını göstermeli. Boyle bir konuda ben hem iyi niyetli eleştirmenleri ikna edebilirim hem de kötü niyetli eleştirmenleri susturabilirim; böylece biri mantıksız karşı çıkışlarından pişman olur, diğeri de bilgilendiği için mutlu olur. _Olup biten her şey oncesiz-sonrasız bir gercekliğin sonucudur ve neden-sonuç ilişkisinin devamıdır. Bu durumda tıpkı yaşlı kadınlar ve kara cahiller gibi her şeyin yazgıya gore gercekleştiğini duşunen bu felsefeye ne kadar değer verilmeli acaba? _Tartışılan bir konuda, tartışan kişiden cok tartışma mantığının doğruluğuna bakmak gerekir. Gercekten de kendilerini oğretmen olarak sunan kimselerin yetkinliği coğunlukla oğrenmek isteyenlere engel oluşturur, cunkü oğrenciler kendi goruşlerini bir kenara koyup yetkin olarak gordukleri kimsenin onayladığı goruşu benimserler. Ben şahsen Pisagorcuların benimsediğini duyduğun şu yontemi hic onaylamıyorum. Soylenenlere bakılırsa Pisagorcular bir tartışma sırasında herhangi bir goruşu benimsediklerinde, onlara neden o goruşu benimsedikleri sorulunca, hep “Ustat boyle soyledi,” diye cevap verirlermiş; “Ustat” dedikleri de Pisagor’dan başkas değildi. Gorulduğu uzere onceden verilen hukum o kadar baskındı ki, hukmu verenin yetkinliği hic tartışması kabul ediliyordu. _İnsanların ölmesiyle düşünceleri ölmez. Örneğin felsefede Socrates’in başlattığı, Arcesilas’ın surdurduğu, Carneades’in de geliştirdiği yontem, yani her konuya karşıt bir iddia sunma ve hicbir konuda acık secik bir karara varmama yontemi, zamanımıza kadar gecerliliğini korumuştur. Ama şimdi bu yontemin neredeyse Yunanistan’da bile hic taraftarının kalmadığını goruyorum. Bunun da Academia felsefesinin eksikliğinden değil, insanların dar goruşluluğunden kaynaklandığını duşunuyorum. Cunku tek tek her bir oğretiyi kavramak buyuk bir işse, duşunsenize hepsini birden kavramak ne buyuk iştir! Gerceği bulma uğruna hem butun filozoflara karşı gelmeye hem de hepsinin yanında olmaya niyetlenenlerin boyle davranması da kacınılmazdır. Bu kadar onemli ve bu kadar zor bir işin ustası olduğumu iddia etmiyorum, sadece elimden geldiğince bu işin peşini bırakmayacağımı soyluyorum. _Biz Academiacılar, hicbir şeyin doğru olmadığını duşunenlerden değiliz; yanlışlar ve doğrular arasındaki bağlantı birbirine son derece benzer olduğundan elimizde onları değerlendirecek ve onaylayacak turde kesin bir olcutun bulunmadığını duşunenlerdeniz. Bu duşuncemizden cıkan sonuc da, pek cok şeyin olası olduğu ve doğrulukları kanıtlanmasa bile cok belirgin ve anlaşılır oldukları icin bilgelerin yaşamına kılavuzluk ettikleridir. _Felsefe hakkında: _Ben felsefeye ne öyle birdenbire başladım ne de cocukluğumdan itibaren bu disipline öyle sıradan bir özen ve caba gosterdim; tersine felsefeyle cok az ilgileniyormuşum gibi göründüğüm zamanlarda bile fazlasıyla uğraşıyordum onunla. Bilge insanlarla kurduğum yakın dostluklar gerekse yanlarında yetiştiğim seckin hocalarım bunun birer kanıtıdır. _Eğer felsefenin tum ilkeleri yaşamla birebir bağlantılıysa, ben hem kamu yaşamımda hem de ozel yaşamımda aklın ve bilginin buyurduğu bu ilkelerle hareket ettiğim kanısındayım. _Benim kamu işlerinden tamamen elimi eteğimi cektiğim ve devletimizin de tek bir adamın hukmu ve iradesine teslim olmak zorunda kaldığı bir donemde, ciddi ve seckin konuların Yunan edebiyatında olduğu gibi Latin edebiyatında da bulunmasının ulkemizin saygınlığı ve şohreti acısından cok onemli olduğunu duşunduğumden her şeyden önce devletimizin yararına insanlarımıza felsefe oğretmeliyim dedim. Bundan başka kaderimin ağır ve acımasız darbesi sonucunda girdiğim ruhsal bunalım da beni felsefeye yoneltti. Eğer daha etkin bir teselli yontemi bulmuş olsaydım, ozellikle kacıp da felsefeye sığnmazdım. Felsefi kitaplar okumak kadar busbutun felsefi yazılar kaleme almaya da kendimi adamışsam, gercekten de başka şekilde mutlu olamadığımdandır. Ayrıca felsefi sorunlar yazıya dokulerek acıklandığında, felsefenin tum bolumleri, tum dalları cok kolay oğrenilir. Cunku bunlar dikkat cekici şekilde kesintisizce birbirini izler; adeta hepsi birbirine ilmek ilmek orulmuştur ve birbiriyle uyumlu ve bağlantılıdır. _Diyaloglar: _Cotta’nın ricası ve daveti uzerine onun evine gitmiştim. Kendisi salonda oturmuş senatör Velleius’la tartışıyordu. _Balbus: “Şahsen ben Antiochus gibi zeki birinin erdemlerle cıkarları sadece kavram olarak değil, anlam olarak da tamamen ayıran Stoacılarla, erdemlerle cıkarları aynı kefeye koyup aralarında sadece onem ve guya derece farkı olduğunu, öz acısındansa herhangi bir fark olmadığını soyleyen Peripatetikler arasındaki o buyuk ayrımı hic gormemiş olmasına hayret ediyorum. Cunku bu oyle sadece kavramsal bir ayrım değil, icerik acısından da cok buyuk bir ayrım. _Cotta ve bana bakıp benim icin hep karanlıkta kalmış bir konu olan tanrıların doğası uzerine konuşuyorduk. _Velleius, kendi okulunun diğer duşunurleri gibi, herhangi bir konuda kuşkulu gorunmekten cekindiğinden kendinden tamamen emin bir tavır takınıp sanki az once tanrıların meclisinden, yani Epicurus’un dunyalar arasındaki boşluğundan aşağı inmişcesine şoyle dedi: “Dinleyin oyleyse şu değersiz ve hayal urunu olmayan duşuncelerimi; dunyanın yaratıcısının ve mimarının Plato’nun Timaeus’undaki tanrı olmadığını; Latinceye Tanrısal Öngörü olarak cevirmeyi uygun gorduğumuz, Stoacıların Pronoea dedikleri yaşlı falcı kadın olmadığını; evrenin akıl ve duyularla donanımlı, kuresel, ateşten ve devinen bir tanrı da olmadığını; butun bu alamet ve mucizelerin aklıyla duşunen filozofların değil de, duş goren filozofların yaratımları olduğunu. Sahiden sizin Plato bu muazzam eserin inşasını nasıl bir hayal gucuyle zihninde canlandırabildi, neye dayanarak evrenin tanrı tarafından kurulduğunu ve inşa edildiğini ileri surdu? Evrenin inşasında nasıl bir yontem izlendi? Hangi aletler, hangi manivelalar, hangi makineler kullanıldı? Bu muazzam işin işcileri kimlerdi? Peki hava, su, ateş ve toprak nasıl evrenin yaratıcısının arzusuna boyun eğdi ve teslim etti kendini? Gorulduğu uzere bunlar bir araştırmanın urunu olmaktan cok oyle olması arzulanan şeyler. _Şimdi ikinize birden soruyorum: nicin dunyanın yaratıcıları, yuzyıllarca uyuyup da sonra birden ortaya cıkmışlar, sonucta evren hic olmasaydı da, yuzyıllar olurdu. Bu tur şeyler tanrıya zevk verebilir mi? _İşin doğrusu evrenin canlı ve akıllı olduğunu soyleyenler akıllı bir canlının doğasının hangi bicimde olduğunu asla bilemediler. _Yer kabuğu evrenin bir parcası olduğuna gore, tanrının da bir parcasıdır; bir yandan da bakıyorsun, toprakların cok buyuk bolumu yaşamaya ve ekip bicmeye uygun değil, cunku bir kısmı Guneş’e yakınlığından dolayı kavruluyor, bir kısmı ise uzun sure Guneş’ten uzak kaldığı icin kar ve kırağıyla donuyor; evren tanrıysa, bunlar da evrenin parcalarıysa o zaman şunu soylemeliyiz: Tanrının uzuvları kısmen kavurucu kısmen dondurucudur. _Filozoflar_ _Tanrılar hakkında ilk araştırma yapan Miletli Thales, her şeyin ana maddesinin su olduğunu, -şayet tanrılar duyular olmadan da var olabilirlerse- tanrının butun şeylere sudan bicim veren canlandırıcı guc olduğunu soyledi; bu guc bedensiz de var olabilirse, nicin canlandırıcı gucu suya katmış? Sonra Anaximenes gelir, o da şu sonuca varmıştır: Tanrı havadır, başlangıcı vardır, olcusuz ve sınırsızdır, hem de surekli devinim halindedir. _Ardından Anaximenes’in oğretisiyle yetişen Anaxagoras ilk defa şu iddiada bulundu: Butun evrendeki dağılım ve duzen sınırsız bir zihinsel guc ve akılla tasarlanmış ve gercekleştirilmiştir; ama Anaxagoras bunu iddia ederken şunun farkına varmadı: Sınırsız olanda ne duyuma bağlı ve kesintisizce suren bir devinim olabilir ne de duyum doğal bir etki olmadan ortaya cıkabilir. _Şimdi Pisagor’a bakalım; o da tanrının butun doğaya nufuz eden ve yayılan bir ruh olduğunu, bizim ruhlarımızın da bu ruhun birer parcası olduğunu iddia etti. İnsan ruhunun bu ruhtan ayrılmasıyla tanrının parcalandığını ve darmadağın edildiğini ve ruhumuz mutsuz olduğunda, coğumuzun başından gecmiştir hani, tanrısal ruhun da mutsuz olacağını duşunemedi, ama bu imkansız bir şeydir. Şimdi insan ruhu tanrısalsa, nicin her şeyi bilmiyor? _Sırada Ksenofanes var; o da evreni akılla donatıp sonsuzluğundan dolayı tanrı olduğunu iddia etti. _Parmenides’e gelince, o da gercekten taça benzeyen düş urunu bir şeyi ispatlamaya calışmış, gokyuzunu cepecevre saran bu ışık kumesine tanrı demiş; ancak soz konusu bu şeyde ne tanrısal bir bicim ne de algı varsayılabilir. Parmenides’in tuhaf fikirleri var; savaşı, anlaşmazlığı, şehveti ve bu gibi şeyleri tanrılaştırır; soz konusu bu şeyler ya hastalıkla, ya uykuyla, ya unutkanlıkla ya da gecip giden zamanla yok olup gider. _Empedocles ise başka pek cok konuda olduğu gibi tanrılar konusundaki duşuncesinde de son derece utanc verici bir yanılgı icindedir. Evet, o da her şeyin kokeni olduğuna inandığı dort toze tanrılık atfeder; oysa bunların hem doğdukları, hem oldukleri hem de tum duyulardan yoksun oldukları acıktır. _Protagoras tanrıların var olup olmadıkları ya da nasıl oldukları konusunda belli bir goruşu olmadığını soyler, anlaşılıyor ki tanrıların doğası uzerine fikir beyan etmemiş. _Peki ya Democritus’a ne demeli? O da cok buyuk bir yanılgı icinde değil mi, bazen dolanıp duran imgeleri, bazen bu imgeleri yayan ve gonderen şu tözü, bazen de bilgimizi ve zekamızı tanrı yerine koyarken. Bir de şu var: Hicbir şeyin surekli kendi konumunda kalmayacağından hareketle, öncesiz-sonrasızlığı reddettiğinde, geride hiç tanrı inancı bırakmayacak bicimde tanrıyı tumden yok saymış olmuyor mu? _Platon’un tutarsızlığından bahsetmek uzun hikaye; Timaeus adlı eserinde bu evrenin babasına bir ad verilemediğini, Yasalar adlı eserinde ise tanrının ne olduğunun araştırılmaması gerektiğini soyler. Platon bir de tanrının bedensiz olduğunu iddia etmiş, ama bunun nasıl bir şey olduğu anlaşılır gibi değil; cunku bu durumda duyulardan, hatta bilgelikten ve hazdan da mutlaka yoksun olmalıdır; ama soz konusu bu şeylerin hepsini biz bir tek tanrı kavramıyla bağdaştırırız. Platon, evrenin, göğün, yıldızların ve ruhlarımızın tanrı olduğunu soyler, bir de atalarımızdan gelen gelenekle tanrı olarak kabul ettiğimiz o kişilerin; bu iddiaların kendi başlarına yanlış, kendi aralarında ise tutarsız oldukları gun gibi ortada. Kitabında Socrates’in dediklerini yinelediği bolumlerde, Socrates’in tanrının bicimini araştırılamaz olarak gorduğunu, ayrıca hem Guneş’in hem de ruhun tanrı olduğunu soylediğini, bazen sadece tek bir tanrıdan bazen de pek cok tanrıdan soz ettiğini ifade eder. Bunlar Platon’da saptadığımız yanılgılarla aşağı yukarı aynıdır. Antisthenes de Doğa Filozofu başlıklı kitabında halkın inandığı bircok tanrı olduğunu, ama doğada tek bir tanrı bulunduğunu soylerken tanrıların gucunu ve doğasını yok sayar. Speusippus’un da, izinden gittiği dayısı Platon’dan aşağı kalır yanı yoktur. O da her şeyi yoneten bir gucun bulunduğunu ve bu gucun canlı olduğunu soylerken aynı şekilde tanrı fikrini zihinlerimizden sokup atmaya calışır. _Aristoteles de Felsefe başlıklı eserinin ucuncu kitabında hocası Platonla fikir ayrılığına duşmemek icin bircok şeyi karmakarışık bir hale sokar. Örneğin bazen butun tanrısallığı zihne atfeder, bazen evrenin kendisinin tanrı olduğunu soyler, bazen de bir başka varlığı evrenin yoneticisi yapar ve ters deveranla ona evrenin hareketini yonetme ve koruma işlevi verir, sonra goksel ateşin tanrı olduğunu soyler; göğün, başka bir yerde tanrı olarak gosterdiği evrenin bir parcası olduğunu fark etmez bile. Ama goğe atfedilen bu tanrısallık bilinci boyle buyuk bir hız icinde nasıl korunabilir? Sonra butun o tanrılar nerede, goğu tanrı sayıyorsak? Aristoteles de Plato gibi tanrının bedensiz olduğunu ileri surduğunde, tanrıyı butun duyulardan, hatta bilgelikten bile yoksun bırakır. Ayrıca bedensiz bir [evren] nasıl hareket ettirilebilir ya da surekli hareket halindeyken nasıl dinginliğe ve mutluluğa erişebilir? Elbette Aristoteles’in akranı ve oğrencisi Xenocrates de bu konuda daha ihtiyatlı değildir, Tanrıların Doğası adlı kitaplarında tanrısal hicbir bicim betimlenmez; sekiz tanrı olduğunu, beş tanesinin gezegenlerden ileri geldiğini, bir tanesinin gokyuzundeki tum yıldızlar olduğunu, butun bu yıldızların her birinin sanki uzuvları oraya buraya uzanan tek bir tanrı olarak duşunulmesi gerektiğini soyler, yedinci olarak Guneş’i, sekizinci olarak da Ay’ı sayar. _Filozofların düşüncelerini değil de, aklını kaçırmışların hezeyanlarını açıkladım kabaca. Sonucta bu anlattıklarım şairlerin bize cekici gelse de aslında zarar veren sozleri kadar sacmadır. Öyle ya şairler öfkeden kuduran, şehvetten deliye donen tanrıları anlatmışlar, tanrıların savaşlarını, cekişmelerini, kavgalarını, yenilgilerini gözümüzün önünde canlandıralım diye aralarındaki duşmanlıkları, ayrıca boşanmalarını, anlaşmazlıklarını, doğumlarını, olumlerini, yakınmalarını, feryatlarını, her turlu taşkınlık icindeki dizginsiz tutkularını, yasak aşklarını, zincire vurulmalarını, insanlarla cinsel ilişkilere girmelerini ve olumsuz soylarından olumluler dunyaya getirmelerini yazmışlar tek tek. Şairlerin bu gercekdışı uydurmalarıyla buyuculerin tuyler urpertici hikayeleri ve mısırlıların bu tarz aptalca masalları, hatta cehalet yuzunden son derece buyuk bir tutarsızlık icinde gelişen yaygın inanc bir tutulabilir. _Epikürcülük_ _Epikür, gizli saklı konuları aklıyla bulup cıkarmakla kalmaz, bunları sanki avucunun icinde tutuyormuş gibi dikkatle inceler, ilkin tanrıların ozunun ve doğasının duyuyla değil, tersine akıl yoluyla anlaşılabildiğini, dayanıklılıklarından dolayı steremnia adını verdiği şeyler gibi maddi ya da olculebilir olmadığını anlatır. Birbirlerine cok benzeyen imgelerin sınırsız silsilesi sayısız atomlardan cıkarak tanrılara akıp da imgeler benzerlik ve cağrışım yoluyla oğrenilince, en buyuk hazlarla birlikte bu imgelere yonelip odaklanmış zihin hem mutlu hem de oncesiz-sonrasız bir doğanın nasıl olduğunu kavrar. Gercekten de sınırsızlığın etraflıca bir incelemeyi fazlasıyla hak eden muazzam bir gucu vardır. Bu gucte her şeyin her şeye tıpatıp karşılık geldiği bir doğanın var olduğu mutlaka anlaşılır. Epicurus buna isonomia, yani doğa guclerinin dengeli dağılımı der. Oyleyse bundan şu sonuc cıkar: Ölümlülerin sayısı bu kadar coksa, ölümsuzlerin sayısı da daha az olmamalıdır ve yıkıcı şeyler sayısızsa, koruyucu şeylerin de sınırsız olması gerekir. _Epicurusculara sorar durursunuz Balbus, tanrıların yaşamları nasıl, zamanlarını nasıl geciriyorlar diye. Elbette onların yaşamlarından daha mutlu, iyiliklerle daha fazla dolup taşan başka bir yaşam duşunulemez. Cunku tanrı hicbir şey yapmaz, hicbir şeyle uğraşmaz, hicbir işe gayret sarf etmez, bilgeliğinin ve erdeminin tadını cıkarır, en derin ve sonsuz hazları daima tadacağını kesinlikle bilir. Epikürcülükte tanrının tam anlamıyla mutlu olduğunu, ama siz Stoacıların tanrısının gercekten ırgat gibi calışkan olduğunu soyleyebiliriz. Ya da evrenin kendisi tanrıysa, gok kubbenin ekseninin etrafında şaşırtıcı bir hızla bir an bile ara vermeden donmesinden daha rahatsız edici bir şey olabilir mi? Dinlenmeden mutlu da olunmaz ki. Evrendeki duzeni devam ettirsin, karaları ve denizleri gozlemlerken insanların cıkarlarını ve yaşamlarını kollasın diye ise, doğrusu tanrı sıkıcı ve zahmetli gorevlerden başını alamaz ki! Biz Epicuruscularsa mutlu bir yaşamı ruh dinginliğine ve her turlu gorevden azade olmaya bağlıyoruz. _Epicurus bize başka şeyler de oğretti; orneğin evren doğa tarafından yaratılmıştır, hicbir bicimde bir sanatcının eseri değildir; oysa sizin tanrısal bir huner olmaksızın gercekleştirilemeyeceğini soylediğiniz bu iş o kadar kolaydır ki, doğa sayısız dunyalar yaratacaktır, yaratmaktadır ve yaratmıştır da. Ama siz zihni işe karıştırmadan doğanın bunu nasıl gercekleştirdiğini anlamadığınız ve konuya bir cozum getiremediğiniz icin tragedya şairleri gibi tanrıya başvuruyorsunuz. Her tarafa yayılan boşluğun olculemez ve sonsuz buyukluğunu fark etseydiniz, elbette tanrısal yardıma gerek gormezdiniz. Akıl kendisini bu boşluğa atıp yayılınca, enine boyuna oylesine yol alır ki, durabileceği son noktayı ya da sınırı göremez. Demek ki genişlik, uzunluk ve yukseklik bakımından bu ucsuz bucaksız boşlukta sınırsız miktarda sayısız atom etrafta ucuşur, boşluk onları ayırsa bile yine de birbirlerine yapışırlar ve birbirlerini yakalayıp ayrılmazlar, sonucta nesnel bicimler ve goruntuler oluşur. Sizler bunların koruksuz meydana getirilebildiğine inanmazsınız, işte bu yuzden de gece gunduz korktuğumuz olumsuz bir hukumdarı başımıza diktiniz. Doğrusu her şeyi ongoren, duşunen, fark eden ve her şeyin kendisini ilgilendirdiğini sanan, meraklı ve işi başından aşkın bir tanrıdan kim korkmaz ki? Bunun sonucunda sizin ilk ilkeniz ortaya cıktı: yazgısal zorunluluk. Bu kavramla demek istediğiniz şudur: Olup biten her şey oncesiz-sonrasız bir gercekliğin sonucudur ve neden-sonuç ilişkisinin devamıdır. Bu durumda tıpkı yaşlı kadınlar ve kara cahiller gibi her şeyin yazgıya gore gercekleştiğini duşunen bu felsefeye ne kadar değer verilmeli acaba? Sırada mantike dediğiniz oğretiniz var, Latince karşılığı kehanet). Sizleri dinleseydik, bu oğreti yuzunden oyle cok batıl inancların pencesine duşerdik ki, kahinlere, falcılara, bilicilere, gaipten haber verenlere ve ruya yorumcularına tapardık mutlaka. Epicurus bizi bu korkulardan kurtardı ve bize ozgurluk yolunu actı; onun sayesinde tanrıların kendilerini sıkıntıya sokmadıklarını ve başkaları icin de sıkıntı kaynağı olmak istemediklerini anladık; bu tanrılardan korkmadığımız gibi onların kusursuz ve ustun doğasına gonulden ve huşuyla tapıyoruz. _Bir şeyin neden yanlış olduğunu soyleyebildiğim kadar kolay soyleyemem neden doğru olduğunu. Bu durum cok defa başıma geldi; tabii demin seni dinlerken de. Bana tanrıların doğasının nasıl olduğunu duşunuyorsun diye sorsan, belki de hic cevap veremem. Senin acıkladığın gibi olduğunu duşunuyor muyum diye sorsan, pek ihtimal vermediğimi soyleyeceğim. _Yuzune karşı seni ovmekten cekinsem de, itiraf etmeliyim ki belirsiz ve guc bir konu hakkında duşuncelerini acıkca anlattın, konuyu okulunuzun felsefecilerinden daha ayrıntılı bir şekilde ele almakla kalmayıp daha tumturaklı kelimelerle yaptın bunu. Epicuruscuların onderinden bu oğretinin acıklamasını dinleyince, sanırım bunları tumuyle curutmenin ne kadar kolay olduğuna karar verdim. Evet, Zenon diğer Epicuruscular gibi değildi; senin gibi acık, etkileyici ve kusursuz bir tarzı vardı. Bu kadar buyuk bir dehanın, (sozlerimin bir mahzuru yoksa), boyle sacma fikirlere değil de, boyle onemsiz konulara yonelmesi canımı sıkıyor. Hemen her konuda, ama ozellikle doğa felsefesi konusunda neyin doğru olduğunu değil de neyin doğru olmadığını rahatlıkla soyleyebilirim. _Bana tanrının varlığını veya doğasını sorsan, Simonides’in yaptığını yaparım: Tiran Hiero ona bu soruyu sorduğunda bir gunluk duşunme suresi istemiş; aynı soruyu ertesi gun de sorduğunda iki gun daha istemiş; her seferinde gunlerin sayısını iki katma cıkarınca Hiero hayrete duşup nicin boyle yaptığını sormuş, o da “Cunku duşundukce konunun ne kadar belirsiz olduğunu goruyorum,” demiş. Simonides (soylenenlere gore nuktedan bir şair olmakla birlikte diğer alanlarda da eğitimli ve bilgiliydi) akima zekice ve kusursuz pek cok fikir geldiği icin bunlardan hangisinin doğru olduğundan kuşkuya kapılınca butun doğru bulduklarından vazgecti. _Tanrıların var olduklarını nicin kabul ettiğimize yeterince onemli bir kanıt olarak butun ulusların ve ırkların boyle duşunduğunu soyledin. Bu duşunce başlı başına sacma, hatta yanlıştır. Doğrusu barbarlıktan oylesine yabanıl kalmış halklar var ki, onların tanrılarla ilgili hicbir fikirleri yok bana sorarsan. _Protagoras’a gelelim, o da kitabına şoyle başlamıştı:‘Tanrıların ne var oldukları soyleyebilirim ne de var olmadıklarını.’ Atmalıların emriyle kentten ve ulkesinden suruldu, kitapları da halkın onunde yakıldı. Bu ornekten hareketle pek cok kişinin boylesi bir duşunceyi acıklama curetini gosteremediğini duşunuyorum; oyle ya kuşku duymak bile pacayı kurtarmaya yetmiyor. _“Tanrıların var olduklarını kabul ediyorum; şimdi anlat bana: Nereden cıktı bu tanrılar? Nerede bulunurlar? Maddi ve manevi yapıları nasıl, yaşamları nasıl? Evet, bilmek istiyorum bunları. Butun bunları atomların keyfi hareketiyle acıklamaya calışıyorsun. Soylendiği gibi, meydana gelen her şeyi atomlardan bicimlendirip ortaya cıkarıyorsun. Bir defa atom diye bir şey yoktur. Evet, cismi olmayan hicbir şey yoktur ama etrafımız cisimlerle dolu. Demek ki boşluk da yok, bolunemez bir şey de. Şimdi doğa filozoflarının şu kahince sozlerini aktarıyorum, bunlar doğru mu yanlış mı bilmiyorum, ama sizin soylediklerinizden daha mantıklı. Democritus’un ya da oncusu Leucippus’un şu sacma sapan iddialarına gore bolunemez parcacıklar varmış, bunların bazıları puruzsuz, bazıları purtuklu, bazıları yuvarlak, bazıları koşeli, bazıları da kavisli veya kanca şeklindeymiş, doğanın itici gucune gerek kalmadan bunların gelişiguzel carpışmalarıyla gokyuzu ve yeryuzu oluşmuş. Mutlu yaşam konusunda bir diyeceğim yok, vaktini işten gucten uzak, aylaklık icinde gecirmedikce tanrının bile mutlu bir yaşamı olmadığına inanıyorsun. Ama hakikat nerede? …… 103 ___ _Tanrıların Doğası – Önöz_ _Tanrıların Doğası, Eski Yunan dunyasının uc onemli felsefe okulunun -Epicurus, Stoa, Academia- belli başlı temsilcilerinin konuya ilişkin yaklaşımlarının toplu halde bir sunumudur. 3 kitaptan oluşan Tanrıların Doğası’nın birinci kitabında Epicuruscu oğretiyle bu oğretiye karşı Academiacı goruşu, ikinci kitabında Stoacı oğretiyi, ucuncu kitabında ise Stoacı oğretiye karşı Academiacı goruşu ele alır. _Antikcağ duşuncesinde evrenin oluşumundan itibaren tanrının varlığını acıklamak icin geliştirilen yontemlerin oluşturduğu ahlak anlayışını ve bu anlayışa gore şekillenen dinsel inancın Roma toplumundaki yerini daha iyi anlayabilmemiz acısından onemlidir. _Tanrıların Doğası, Cicero’nun ‘tanrıbilimci’ olarak tanımlanmasına neden olmuştur. Antikcağda tanrı kavramı ve neticesinde oluşan dinsel inancla birlikte kehanet ve yazgı uzerine gelişen temel duşunceleri icermesi bakımından onemlidir. _Cicero bu eserde tanrıların varlığından şuphe duyan ya da hic var olmadıklarına inanan filozoflara karşı bir tavır sergiler ve konuyla ilgili tartışmaya tanrıların var olduğu goruşunu kabullenerek başlar. Ardından tanrıların nasıl bir doğaya sahip olduklarına, nerede yaşadıklarına, dunyevi işlerde ne derece etkin olduklarına ilişkin sorulara cevaplar aramaya girişir. Ama genelde kendi duşuncelerini acıklamak yerine donemin belli başlı uc felsefe okulunun, yani Epicurus, Stoa ve Academia’nın oğretilerini irdeleyerek sorularına cevap aramayı yeğler. Aslında bu uc okulun konuyla ilgili goruşlerini hem Roma dunyasına hem de felsefe tarihine aktarmış olur. Ancak bu aktarımı gercekleştirirken de Romalı duşunce yapısından asla odun vermediği dikkatlerden kacmaz. _Aristoteles’ten sonra sistematik bir hal alarak mantık, fizik ve ahlak olmak uzere uc bolume ayrılan felsefenin “dunyayı nasıl biliyorum,” “dunyanın doğası nasıldır” ve “dunyada mutluluğa ulaşmak icin nasıl yaşamam gerekiyor” gibi temel sorulara aradığı cevaplarla belirlenir. Bu uc temel soruya verilen cevaplarda Epicuruscularla Stoacılar aynı fikirleri paylaşırlar. Bu fikirlerin ozeti şoyledir: Duyularımız bilginin tek kaynağıdır; madde tek gercekliktir; mutluluk tutkularla, korkularla ve arzularla örselenmemiş bir zihinsel dinginliğe bağlıdır. Her iki okul aynı sorulara aynı cevapları verdikleri halde Epicuruscular bu zihinsel dinginliğin iradenin doğa yasasından bağımsız olmasıyla, Stoacılarsa doğaya boyun eğmekle kazanıldığım duşunurler ve aralarındaki kutuplaşma doğa duzenini algılayışlarındaki goruş ayrılıklarıyla keskinleşir. Oncelikli amac ahlakın temel ilkelerinin belirlenmesidir. Bu nedenle de tanrı oğretisinin cıkış noktası dini bir ilgi yerine, ahlaktır. _Cicero eserinde tanrıların doğası gibi cesaret isteyen bir konuda temkinli bir yaklaşım sergilemekten yanadır. Dindarlık, kutsallık ve din ortadan kalkarsa buyuk bir kargaşanın kacınılmaz olacağı, bununla birlikte guvenin, insanoğlunun birliğinin ve adaletin de yitip gideceği goruşundedir _Cicero saf bir ahlak anlayışını benimsese de, dinsel inanc temeline dayanmayan bir ahlakın gelişemeyeceğine inanır. Bu bakımdan Tanrıların Doğasının birinci kitabında ele aldığı Epicuruscu oğretiye karşı olduğunu belirtir. _1 – Epikürcülük_ _Democritus’un atom kuramını temel alan Epicuruscu oğretiye gore evren oncesiz ve sonrasızdır; ustelik belli bir ağırlığı ve buyukluğu olan, ancak gozle gorulemeyecek kadar kucuk yapıdaki sayısız atomların boşluktaki hareketinden oluşmuştur. Democritus’un oğretisinde atomların doğal ve zorunlu olarak hareket etmesine karşın Epicurus, atomların aşağıya doğru duşuşleri sırasında kendi doğrultularından saparak rastgele diğer atomlarla carpıştıklarını ileri surer. Dunyamız, nesneler ve sayısız diğer dunyalar atomların boşlukta rastgele birleşmesinden doğan gecici kumelerden ibarettir ve belli bir amac olmaksızın surekli bir oluş ve bozuluş meydana gelmektedir. Başka bir deyişle atomların surekli carpışmasıyla gercekleşen her zaman icin bir oluş soz konusudur. _Peki, Epicuruscular tanrıları yok mu sayarlar? Hayır, onlara gore madem ki butun insanlık icgudusel olarak tanrılara inanmaktadır, oyleyse tanrılar vardır. Ama onların tanrıları atomların birleşmesinden oluşur. Tanrıları oluşturan atomlarsa cok ince yapıdadır ve diğer atomlar gibi zamanla ayrışıp bozulmazlar, dolayısıyla tanrılar ölümsüzdür, ama dunyevi işlerle hic ilgilenmeyip dunyalar arası boşlukta tam bir mutluluk icinde yaşarlar. _Ruhumuz da tanrılar gibi cok ince atomlardan oluşmuş olmasına rağmen bu atomlar bedeni yonetecek guctedir. Atomların ayrışması ya da dağılmasıyla ölüm gercekleşir. Birleşme yaşamı, ayrışma ise olumu getirir. Epicurus olumu bozulma, dağılma veya ayrışma, yani bir yok oluş olarak gorduğu icin, olumden sonra insanı bekleyen başka bir yaşam olmadığını ve oldukten sonra insanların sanıldığı gibi tanrılar tarafından cezalandırılmayacağını soyleyerek olum ve olumden sonraki yaşama dair korkulan ortadan kaldırır. Öncesiz ve sonrasız bir haz icinde yaşayan tanrıları ise saygı duyulması gereken varlıklar olarak kabul eder. Birtakım bencilce kaygılarla tanrılara tapmılmasına karşı cıkar. Kendi kendilerine yeten birer varlık olarak uyandırdıkları hayranlıkla bu saygıyı zaten hak ettiklerini duşunur. _Epicurusculuk tanrının tanrısal gorevini kabul etmediğinden ve dolayısıyla toplumda yerleşik olan dinsel inanca bağlılığı zayıflattığından, dinsel inancın ahlakın temelini oluşturduğunu duşunen Cicero’nun anlayışına ters duşmektedir. _Epicurus’a gore yaşarken ölüm, ölüm geldiğinde ise yaşam yoktur. _Epikür, tanrıların varlığına değil, onların dünyevi işlere karıştıkları düşüncesinden kaynaklanan ve insanların mutsuzluğunun temel nedeni olarak gördüğü batıl inanışlara karşı cıkar. Epicurus insanları her turlu korkudan arındırarak onlara yaşama sanatını oğretmeyi amaclar. Felsefenin başlıca hedefinin insanı mutluluğa ulaştırmak olduğu goruşundedir ve bu duşunceden yola cıkarak hazcı bir öğreti geliştirir. Öğretisinin başlıca amacı insanları en yuce erdem olarak gorduğu ruh dinginliğine (ataraksia) ulaştırmaktır. Bu yolda en onemli aracı, bilginin de tek kaynağı olarak kabul ettiği duyularımızdır. Sadece duyularımız aracılığıyla hazzı ve acıyı duyumsayabiliriz. Epikür, duyularımızdan elde ettiğimiz hazları ahlak anlayışına yerleştirir. Mutluluğu sağlayan hazların ancak ruh dinginliği icinde her turlu aşırılıktan ve arzudan kacınmakla, azla yetinmekle gercekleşeceği ilkesi uzerine temellendirilmiş bir ahlak öğretisi sunar. _2 - Stoacılık_ _Cicero, Tanrıların Doğasının ikinci kitabında Stoa felsefisini ele alır. Stoacı filozoflar felsefeyi mantık, fizik ve ahlak olmak uzere 3 bolume ayırır. Stoacılar da tıpkı Epicuruscular gibi, bilginin kaynağının duyularımız olduğu yonundeki Aristotelesci oğretiyi benimserler. Stoacı oğretinin başlıca ilkesi tek iyi olan erdeme ulaşmak ve tanrısal arzuyu yerine getirmektir. Bu ilkeye ulaşmak icin belirledikleri yol ise doğaya uygun yaşamak ya da doğa yasasına boyun eğmektir. _Stoacılar Ionia felsefesinin, ozellikle de Heraclitusun etkisi altında panteist bir dunya goruşu benimserler, başka deyişle her şeyi Tanrı, Doğa ya da Akıl olarak tarif edilebilecek birlikli bir butune indirgerler. _“Stoacılara gore, etkin ve edilgin olmak uzere evrenin iki ilkesi vardır: Edilgin ilke niteliği olmayan tözdür, yani maddedir, etkin ilke ise bu tozun icindeki nedendir, yani tanrıdır. Tanrı sonsuzdur ve maddenin tum kapsamı icinde her şeyin yaratıcısıdır” Stoa fiziği maddecidir. Butun evren maddeden ve tanrıdan ibarettir. Her şeyin ilk kaynağının ateş olduğunu ve her şeyin tekrar bu ana ateşe geri doneceğini duşunur. Ancak burada bir yok oluş değil, dongusel bir başlangıc soz konusudur, cunku onceden olduğu gibi her şey aynı duzen icinde yeniden oluşacaktır. Aralıksız tekrarlanan bu surecte doğayı sanatkar bir ateş olarak kabul ederler. Hava, su, toprak sırasıyla bu ateşten hayat bulur ve yine sırasıyla bu ateşe geri doner. Stoacılar icin doğa, tanrı ve ateş terimleriyle eşanlamlıdır. Bununla birlikte evrenin tanrı, tanrının da evren olduğunu soylerler, hatta daha da ileri giderek yıldızları ve tum goksel cisimleri inceleyip belli bir duzen icinde gercekleştirdikleri seyirlerinden dolayı onları da canlı ve akıllı varlıklar kabul ederek tanrı yerine koyarlar. Stoa fiziğinde rastlantıya yer yoktur, evrende her şey belli ve onceden belirlenmiş bir amacla duzenlenmiştir. Bu durumda Stoacı oğretide yazgı olayların akışını tayin eden mutlak bir zorunluluktur ve Roma dininde onemli bir yer tutan ‘kehanet’ icin de uygun bir temel oluşturur. _3 – Akademiacılık_ _Kitabın tamamında Stoacı tanrı anlayışının Academiacıların eleştirel sorgulama yontemiyle curutulmesine yer verilir. Platon tarafından İO 385 yılında kurulan ve Elisli filozof Pyrrho’nun temellerini attığı kuşkuculuk’tan beslenerek, bilginin kaynağını duyularımıza bağlayan Epicuruscu ve Stoacı oğretilere karşı cıkan Academia okulu beş donemde incelenir. İkinci Academia ya da Orta Academia olarak adlandırılan donem Arcesilas’la başlar ve onunla birlikte Kuşkuculuk en uc noktasına ulaşır. Arcesilas Socrates’in “yalnız bir şey biliyorum, o da hicbir şey bilmediğimdir” sozunu, “bunu da kesin bir bilişle bilmiyorum” diyerek kuşkuculuğunu daha da ileri goturur. _Academiacılarm başlıca hedefi Plato’nun izinden giderek capraz soru yontemiyle gerceğe en yakın bilgiye ulaşmaktır. _Cicero, diyalogların yardımıyla farklı fikirlerin ortaya konmasını ve bir sorunun birbirine karşıt yonleriyle ele alınıp iceriğinin tum cıplaklığıyla sergilenmesini sağlamaktır. _Tanrıların Doğasında Cicero’nun kendisine ozgu bir tanrı anlayışını kesin cizgileriyle sergilediğini soyleyemeyiz. Amacı antikcağın belli başlı uc felsefe okulunun tanrı anlayışı konusundaki oğretilerini Roma’nm geleneksel din anlayışıyla uyumlu hale getirerek kendi halkını bu konuda bilgilendirmektir. ___ _Marcus Cicero_ (MÖ 106 – 43) _Mahkemelerin en başarılı avukatı, konuşma sanatının bu en buyuk ustası, cumhuriyetci değerlerin yılmaz savunucusu bir tanrıbilimci. _Roma tarihinin en calkantılı doneminde yaşayan Cicero, atlı sınıfından varlıklı bir ailenin ilk cocuğu olarak dunyaya gelir. Donemin en iyi oğretmenlerinin gozetiminde hitabet, felsefe ve hukuk eğitimi alır. Bu eğitim sonucunda da avukatlık kariyerinde kısa surede yukselmeye başlar. Diktatorluk rejimiyle beraber gittikce artan siyasi bunalım yuzunden hem ona hem de yonetimine karşı cesurca eleştirilerde bulunmaktan da kacınmaz. Sulla’nın ölümünün ardından Roma’nın siyasi tablosuna baktığımızda her turlu rezaletin ve kanunsuzluğun kol gezdiği bir ortam karşımıza cıkar. _Cumhuriyetci ilkelerinden ödün vermeksizin sınıflar arası uyum adına savaş verir. _Cicero’nun consul olduğu 63 yılında Catilina da bu goreve talip olur, ancak consulluğa secilemeyişinin ruhunda yarattığı hezimet onu İtalya’da silahlı ayaklanma planları yapmaya iter. Ancak Catilina’nın devleti buhrana surukleyecek planlarını haber alan Cicero hic vakit kaybetmeden Senatus’ta Catilina aleyhine tarihi bir konuşma yapar. Bu konuşma Catilina’nın Roma’dan uzaklaşmasını sağladığı gibi Roma’yı da olası bir ic catışmadan kurtarır. Bu başarısından dolayı Catulus tarafından: vatanın babası” unvanına layık gorulse Catilina ve yandaşlarının yakalandıkları yerde sorgulanmadan derhal oldurulmelerine ilişkin son Senatus karan yuzunden Pompeius, Crassus ve Caesarin kurduğu ilk triumvirliğin (uclu yonetim) verdiği surgun kararından kurtulamaz (İO 58). Birdenbire yıldızı sonen Cicero’nun evi yıkılır ve bir yıl surgun hayatı yaşar. Buna rağmen bu davadaki kararının haklılığından yaşamının sonuna kadar hic kuşku duymaz ve Roma’yı buyuk bir karışıklıktan kurtardığı inancını bir an olsun yitirmez. _Caesar ile Pompeius arasında patlak veren ic savaşta Pompeius’un yanında yer alır, ama diğer senatörle birlikte Epirus’a gittiği halde Pharsalia’da Pompeius’un ağır yenilgisiyle sonuclanan savaşa katılmaz. Pompeius’un yenik duşmesi uzerine Cicero geride kalan birkac cumhuriyet yanlısıyla birlikte hareket etmektense Caesar’dan ozur dilemeyi yeğler. _Siyaseti tamamen bırakıp felsefe calışmalarına ağırlık verir. Benim kamu işlerinden tamamen elimi eteğimi cektiğim ve devletimizin de tek bir adamın hukmu ve iradesine teslim olmak zorunda kaldığı bir donemde, bu kadar ciddi ve bu kadar seckin konuların Yunan edebiyatında olduğu gibi Latin edebiyatında da bulunmasının ulkemizin saygınlığı ve şohreti acısından cok onemli olduğunu duşunduğumden her şeyden once devletimizin yararına insanlarımıza felsefe oğretmeliyim dedim. _Caesar’ın Senatus’ta oldurulmesi uzerine ulkesi yeni bir karışıklığa suruklenince, yaşanan olayları koşesinden sessizce izlemek yerine tekrar siyasi arenaya donen Cicero, Marcus Antonius’un devleti tek başına ele gecirme arzusu karşısında Caesar’m evlatlık oğlu Octavianus’u destekler. Ancak Ocatvianus’un Antonius’u yenip onunla birlik olması ve Lepidus’u da yanma alarak Senatus’a karşı ikinci triumvirliği oluşturması, Cicero’nun cumhuriyet yonetiminin yeniden kurulacağma dair tum umutlarının yıkılmasına neden olur. Cicero icin kacınılmaz son artık yakındır, cunku hakkında olum kararı cıkarılmıştır. Roma’dan kacar, ama Antonius’un askerlerine yakalanmaktan kurtulamaz. Mö 43 yılında Formiae’da katledilir. ___ _Triumvirlik: Roma imparatorluğu'nda uygulanan üçlü yönetim _Adamak : Feda etmek _Üstunkörü : Özen göstermeden _Topyekün : Tümüyle _Hicbir şeyi bilmediğinizi oğrenme şanatı _Tumturaklı : Gösterişli. _Prolepsis : Konuşmacının kendi argümanına itiraz ettiği ve ardından hemen cevapladığı bir konuşma şeklidir. Bunu yaparak, izleyicileri onları dile getirmeden önce olası karşı-argümanları ele alarak argümanlarını güçlendirmeyi umarlar. Epicurus ön bilgiye prolepsis der, yani nesnelerin zihinde ilk elde beliren tasarımı; bu olmadan ne bir şey anlaşılabilir, ne araştırılabilir ne de tartışılabilir _Bunların tanrıların buluşları olmadığı, tersine bu buluşların tanrısal olduklarıdır. _Anlama gucumuzu ve kavrayışımızı aşan bir durum _Tuhaf fikirleri var _Onun bu oğretiyi yaşam tarzı olmaktan cok entelektuel bir tavırla sectiğine işaret eder.
·
1 plus 1
·
1,064 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.