Gönderi

Hatıra örneği
İlk okuduğum eserle beraber bende yazı yazmak hevesi peyda olmuştu. Az zamanda o vakit Türkçe mevcut olup hatmettiğim eserler kadar kitap yazdığına zannederim. Bunlar evvela tabii pek çocukça şeylerdi. Fakat mürûr-ı zamanla mütâlaâtım vüsat peyda ettikçe, ufk-ı ilhamım da derece-i iktidarım da zaruri olarak genişliyor idi. Böylece on altı, on yedi yaşıma geldiğim vakit edebiyatımızın bilhassa son eserlerini devretmiş, Kemal’i, Ekrem’i, Hamit’i Mithat’ı hatmetmiş, hatta Fransız edebiyatına dahil olarak Dode’yi [Daudet] Flober’i [Flaubert] tanımış ve Safo’nun [Sapho], Madam Bovari’nin [Madame Bovary] meftunu olmuş idim. Tabii olarak şiddetle onların taht-ı tesirinde bulunuyordum. İşte Halit Ziya ‘nın Nedime ‘si o sırada neşrolundu. (1308) Diyebilirim ki Nedime hiç kimsede bendeki kadar derin, nafiz bir tesir yapmamıştır. Nemide üslubuyla olsun, tahkiyesiyle olsun, benim aradığına, beklediğim, istediğim his ve keşfedip de meydana getiremediğim, getiremeyeceğim bütün güzellikleri cem etmişti. Kemal’ler, Ekrem’ler ruhumun ihtiyaçlarını tatmin edemiyordu. Ben daha asabi, daha ince, daha hasta bir lisan ile başka bir şeyler, yeni bir şeyler istiyordum. Vakıa iki üç sene evvel Samipaşazade Sezai Bey’in Sergüzeşt’i neşrolunmuştu. Ve bu eserde mevcuda nazaran büyük bir yenilik hatvesi var idi. Fakat Sergüzeşt’teki romancılık benim istediğim tarzdan ziyade Ahmet Mithat’ın usûlüne, üslup ise, tahayyül ettiğim lerzan üslubdan ziyade artık eskimeye başlamış Kemal ‘in üslubuna daha yakın idi. Ne zaman Fransızca veya İngilizce bir eser okurken beni derin bir vecd ile titreten güzel bir sahifeye rast gelsem, aynı zamanda “Niçin bizde de yok” diye derin bir elemle sızlardım. Ve Halit Ziya’dır ki beni bu öksüzlükten kurtardı. Nemide son Fransız romanlarında meftun olduğum tarzda ince ve yeni bir sanatkarlıkla tertip edilmiş idi. Üslubu ise bu sanatkarlıkla hem-ayar pek yüksek, pek yeni, pek müzehher bir üslup, bilahare bazı eserlerinde tezahür eden ağırlıktan arı, sade basit bir şiiriyetle mümtaz bir tahkiye üslubu idi ve beni birden cezb ü mest etti. Mektepte sınıf arkadaşlarımın arasında, İzmirli bir efendi var idi. Bu efendi İzmir’de iken, Hâlit Ziya’nın derslerinde bulunmuş idi. Genç üstat hakkında malumat almağa başladığım arkadaşım, eski hocası için gösterdiğim meftuniyeti görünce kendinde bulunan eski Hizmet gazetesi nüshalarını bana hediye etti ki, Hâlit Ziya Bey’in o zamana kadar yazdığı ve henüz kitap şeklinde neşredilmemiş eserlerinin hepsi de bunlarda tefrika edilmiş idi: Bu Muydu?, Heyhat, Ferdi ve Şürekası, Bir Ölünün Defteri.. Bila-mübalağa söylüyorum: Bu eserleri okurken duyduğum neşe ve hummayı, ömrümde başka hiçbir şeyde hissetmedim. Bu, bir galeyan, bir humma, bir hastalık oldu. Okurken bazı yerlerde, bazı tasvirlerde, bazı terkiplerde birden haykırmak ihtiyacı ile boğuluyordum. Çünkü, bunlar o zamanda Türk edebiyatı için, pek çok yeni, pek çok yüksek nümune-i sanat irae ediyorlardı. Artık beğenmemeğe başladığım Türk eserlerine veda edeli, vakıa ruhen Fransız edebiyatı ile tegaddi ediyordum. Fakat ne olsa bu benim için yine bir ecnebi edebiyat ve ecnebi bir lisan idi. Bunların arasında, ne zaman ruhumu bu hicrandan ihlas etti, bana lisanımı o bahşetti, ruhumun gıdasını o verdi. Ruhumun bütün kuvvetiyle Türk edebiyatını evvela ondan tattım. Bundan başka, bu eserlerin beni teshir eden başka, güzellikleri de var idi: Eşhas hep kibar, şair, mümtaz ruhlar, derin hummalı, müfteris aşklarla, hayalperver, rakik ve nefis kadınları seviyorlar, necip fedakarlıklar, kahraman feragatlarle mücadele içinde harab ü helak olarak can veriyorlardı. Bu vakaları, bu kahramanları biz ne Kemal’de ne Midhad’da hatta ne de Sezai’de görmemiştik. Midhat’ın tasvir ettiği kahramanların en nazik olanları bile âmmî ve galîz ruhlardır. Vakalar adi, tahkiye avam-pesendane, üslup ise pek kalındır. Kemal’in kahramanları vakıa yüksek numunelerdir. Fakat bunlar da zamanımıza mahsus rikkat ve nefasetten mahrumdur. Halbuki Halit Ziya’nın tasvir ettiği ruhlar, yazıldıkları zaman için bile pek çok yeni binaenaleyh pek çok ve cazip birer şahsiyet irae ediyorlardı. Sonra üslup.. Bu üslupta yalnız en müstesna çiçek demetleri gibi ruhu cezb ü teshir eden latif renkler değil, aynı zamanda bu renkler kadar vecd-engiz rayihalar da vardı. Bu üslup o kadar çiçekti ki çüçeğin bütün havâssını cami idi. Yani hem rengin, hem muattar idi. Bu tesir o kadar derin olmuştu ki, kendisine bir mektup yazarak meftuniyetimi arz etmek ihtiyacına mukavemet edemedim. Cevap lütufkârâne, pek mültefıtâne oldu. Bundan cesaret alarak, o esnada yeni yazmış olduğum Düşmüş ismindeki hikâyemi gönderdim. Ben okusun da fikrinin bildirsin diye gönderdiğim halde, bir hafta sonra gönderdiği Hizmet gazetelerinde eserimin tab’ olunduğunu gördüm. Lütfün, iltifatın bu derecesi ancak Hâlit Ziya gibi necip ve yüksek bir edibden sâdır olabilirdi. Tabii teşekkür için yine yazdım, ondan da cevap aldım. Aramızda muhabere başlamış oldu. O esnada Ramazan gelmiş, mektep imtihan tatili olmuş idi. Edebiyat meraklısı arkadaşlarımdan birisi var idi. Bununla sık sık İstanbul’da buluşur idik. Bir gün yine buluşunca, bana büyük bir telaşla: ” Halit Ziya ‘yi gördüm. İstanbul’a gelmiş. ” dedi. O zaman Köprü ‘nün Şirket-i Hayriye iskelelerinde bir Ermeni kitapçı var idi. Ara sıra oraya uğrar, kitap mecmua alırdık. Arkadaşım bir gün Halit Ziya ‘yi bu kitapçıda görmüş, kim olduğunu kitapçıdan öğrenince, meftuniyetini arz etmek için üstada yaklaşarak, benden bahsetmek istemiş, fakat heyecandan titreyerek bir şey söyleyememiş. Şimdi onu nerede bulmalı idi. Belki yine uğrar diye bir iki gün kitapçıda bekledim. Akşam meyusane eve avdet ediyordum. Köprü başında Diyana muharriri Fikirpaşazade Münci ‘yi gördüm. Onunla hafif bir aşinalık var idi. Beni görünce yaklaşarak: “Hâlit Ziya sizi görmek istiyor. Bu gece Şehzadebaşı’nda buluşacağız. Siz de geliniz görüşürsünüz.”dedi. (Rauf, 2008:12-15)
·
218 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.