Gönderi

Gökhan Özcan
“En önemli nokta, başkalarını da kendini sevdiğin gibi sevebilmek, en önemlisi bu ve aslında hepsi bu; başka hiçbir şeye gerek yok. Bunu yapar yapmaz geri kalan her şeyin nasıl oturtulacağını hemen anlayacaksın” diyor Fyodor Dostoyevski. Üstadın yüksek müsaadesi ve günümüz gerçeklerinin zorlamasıyla bu cümleyi tersine çevirmek durumundayım. Bendenizin aciz kanaati şudur: İnsan varoluşunun hikmetini azıcık bile olsa kavrayabilirse gerçek sahibi olmadığını bildiği hayatını sever, hikayesine ısınır, dolayısıyla aleme de bu ısınmışlık içinden bakar. Bugün bu olamadığı için, kendilerini sevmenin bir yolunu bulamayan insanlar başkalarını da sevemiyor. Sevmek, sevebilmek istisnai durumlar haricinde bir yönelişi, bir açıklığı gerektiriyor. İnsanın kendi ‘varoluş’uyla muhabbeti olmadan, gönüller tam manasıyla sevgiyle dolmuyor, yani hane mamur olmuyor. Arifler her şeyin başına aşkı koymuşlar, bunun manasına tam olarak ermekten aciziz. Ama şöyle bakabiliriz belki, sevgiyle bakabilmeye, belki daha vurgulu bir deyişle sevme yönelişiyle başlarsak kendimize ve etrafımıza bakmaya; o vakit içimizdeki sertlikler, öfkeler, nefretler, ihtiraslar, kendilerine mecburmuşuz gibi hissettiğimiz katılıklar yavaş yavaş çözülecektir. Kolay mı peki? Pek de sandığımız kadar zor değil bana kalırsa... Bunun örnekleri var hayatımızda... Birini ya da bir şeyi sevdiğimizde, bu çocuğumuz olabilir, eşimiz, sevgilimiz, şehrimiz, bir meşgalemiz, bir sanat, bir sosyal ya da ilmi alan olabilir, orada hep iyilik olsun, muvaffakiyet olsun isteriz. Bunların marazlı halleri, medyaya düşen ve her gün vahşiliği artan haberler akla gelebilir. Böyle oluyorsa sevgiyle ilgili pek bir şey bilmiyoruz demektir. Sevmek sahip olmaktan, yönetmekten, kontrol etmekten, yararlanmaktan, kullanmaktan daha farklı bir şeydir. Seven, sevdiği kişinin ya da şeyi neden başka bir şeye dönüştürmek istesin, o zaman sevdiği gibi olmaktan çıkmaz mı? Kişi sevdiği birine nasıl zarar versin, onun yokluğu, incinmişliği, yarası seveni nasıl memnun etsin; o ki bakınca görmek istediği yegane şey haline getirir aşkıyla onu. Kişi sevdiğinin karşısına bütün nefsaniyeti ve egosuyla nasıl kendini koyabilir? Onda Mecnun gibi fena bulması değil midir aşk? Gerçekten sevebilen bir kalp, neyi seviyor olursa olsun, sırf sevebildiği için, böyle bir kabiliyet kazanabildiği için değişir ve alemin hakikatiyle uyumlu hale gelir. Bunun tamamı güzelliktir. Çünkü sevgi güzelliğin neticesidir, güzellikse Allah’tandır. Belki buradan çıkarak aşkı insanın güzelliğin hakikatine kendini teslim etmesidir diyebiliriz. İnşallah teşbihte hata olmaz, aşkı incitecek bir şey söylemekten Allah’a sığınırız. Marcel Proust, sevgiye hangi açıyla bakmamız gerektiğine dair ufuk genişletici bir parantez açıyor: “Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki bir bütün olarak içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır, onda kendisini durduran, başlangıç noktasına geri dönmeye zorlayan bir yüzey bulur; işte karşımızdakinin hisleri dediğimiz şey, kendi sevgimizin çarpıp geri dönüşüdür; bizi gidişten daha fazla etkilemesinin, büyülemesinin sebebiyse, kendimizden çıktığını fark etmeyişimizdir.” Bir şeyi gerçekten sevebilmek onun bize göründüğü haline ram oluşumuzla mümkün... Ona kendimizden sözler, davranışlar, değişimler, istikametler katmaya çalışırsak, hem sevdiğimizi hem sevgimizi hem de kalbimizi kaybederiz. “Kalbin varsa seversin” dedi meczup, “sevemiyorsan sineni yokla!”
·
32 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.