Kadın dikişini bitirdi, her şeyi toplayıp yatak odasına götürdü. Oblomov bu çeşit konuşmalarla ona, ısınmak için bir ateşe yaklaşır gibi, gittikçe daha fazla sokuluyordu. Bir gün o kadar fazla sokuldu ki az kalsın bir yangın, hiç değilse bir tutuşma oluverecekti. Odasında bir aşağı bir yukarı yürürken kapıdan Agafya Matveyevna'nın dirseklerinin müthiş bir hızla işlediğini gördü. Yanına giderek:
— Hep iş, hep iş! Ne yapıyorsunuz? dedi.
— Şikore dövüyorum.
Oblomov, kolunu tutup onu işinden alıkoymaya çalışarak:
— Ya sizi bırakmazsam? dedi.
— Bırakın. Daha şeker de kıracağım. Çöreğiniz için şarap da çıkacak.
Oblomov kolunu bırakmıyor ve yüzünü arkasından boynuna yaklaştırıyordu.
— Size bir şey soracağım. Sizi sevecek olsam ne olur?
Kadın gülümsedi. Oblomov tekrar sordu:
— Siz de beni sever miydiniz?
— Neden sevmeyeyim? İnsanların birbirini sevmesi Tanrının emri.
— Ya sizi öpersem...
Oblomov bunu derken kadına o kadar yaklaştı ki, Agafya Matveyevna sıcak nefesini yanağında duydu.
— Daha bayram gelmedi.
— Hayır, şimdi öpüşelim.
— Umarım paskalyaya kadar ölmeyiz! O zaman öpüşürüz.
Bunu söylerken halinde hiçbir telaş, hiçbir şaşkınlık yoktu. Yuları takılan bir at gibi dimdik ve sakin duruyordu. Oblomov boynundan hafifçe öptü.
— Aman dikkat edin. Şikore dökülecek. Çöreğinize ne koyarım sonra?
— Zararı yok.
— Hırkanıza ne olmuş? Bakın, bir leke daha! Zeytinyağı olacak, nereden damlamış acaba, kandilden olmasın?
— Nereden oldu bilmiyorum.
— Kapıya süründünüz herhalde. Dün menteşeleri yağlamıştık, gıcırdamasın diye. Hırkanızı hemen çıkarın, verin bana. Yıkayayım. Yarına kadar kurur.
Oblomov tembel tembel hırkasını çıkararak:
— Ne kadar iyisiniz Agafya Matveyevna, dedi.