Gönderi

350 syf.
10/10 puan verdi
·
Liked
Bir Başyapıt! Herkesin okuması gereken bir başucu kitabı.
Doğrusunu isterseniz Büyük Sır Üstadı – 137’yi okuduktan sonra serinin diğer 2 kitabı Işık Bakiresi’nin Yolu ve Kali’yi hemen okuyup buraya hemen bir inceleme yazabileceğimi düşünmüştüm. Kitapları içercesine okudum ama inceleme yazmam mümkün olmadı çünkü ikinci kere okuyup hazmetmem gerekti. Hala da hazmetmiş sayılmam. Belki de bu 3 muhteşem kitaptan algıladıklarımı içselleştirip onlardan yarattığım yeni değerleri salgılamam hiçbir zaman tam olarak mümkün olmayacak. Önce bazı konuları açılığa kavuşturalım. Serinin ilk 2 kitabı 137 ve Işık Bakiresi’nin Yolu (Siyah ve Sarı kapaklar) daha önce aynı yayınevi (Bilinçdışı Yayınları) tarafından tek kitap olarak Büyük Sır Üstadı – Magnum Opus adı altında yayınlanmış. (Bu kitap artık tükenmiş ama sahaflarda bulunuyor. Kim sahafa vermeye kıydıysa artık, bilemiyorum.) Bu tek kitabın sonraki baskılarda ikiye bölünmesi zannedersem kitap fiyatlarının fahiş olduğu Türkiye’de bir pazarlama yöntemi olarak tercih edilmiş çünkü kitapların içeriğinde fark yok. Magnum Opus, Büyük Sır Üstadı adıyla 1000kitap içerisinde de mevcut ve altında onlarca çok güzel yorum ve inceleme var. Bağlantısı burada:
Büyük Sır Üstadı
Büyük Sır Üstadı
Burada yapmaya çalışacağım inceleme serinin 3 kitabını kapsamaktadır. Kitaplar siyah, sarı ve bordo kapaklı olanlardır. Bunların üçüne birden eser diyeceğim. Zaten her bir kitap ondan önce gelenin devamı ve ayrılmaz parçasıdır. Zannedersem özellikle ikinci ve üçüncü kitaplarda daha önceki ciltlerde geçen konulara atıf yapılmamış. Okurun oturup hepsini bir kerede okuyacağı düşünülmüş. Dolayısıyla sırasında okunması önemlidir. Her kitabın hem kapağına hem de künyesine okuma sırası yazılmış. Bu arada yazarı dördüncü cildi de yazmaktaymış ve 2024’te yayınlanması olasıymış. Kendi adıma büyük heyecanla beklediğimi söyleyebilirim. Kapaklar demişken bütün serinin dokusuna işlemiş müthiş bir sembolizm burada da kendini göstermekte. Eserin felsefi simya ve analitik psikolojinin temel kavramları üzerine kurulduğu anlaşılıyor. Ve bu iki disiplinin de sembollere ve sembolizme ne kadar yakın olduğu düşünüldüğünde eserdeki simgesel yapının şaşılası bir tarafı yok. Ancak burada çok önemli bir saptama yapmak isterim. Mesleğim gereği farklı dillerde binlerce kitap okudum. Bunların içinde sembolik malzeme sayılamayacak kadar çoktu. Ama hiç birinde Büyük Sır Üstadı’ndaki derinliğe rastlamadım. Sanki Umberto Eco’yu hatta Foucault Sarkacı’nı okur gibi hissettim. (Büyük Sır Üstadı – 137’yi Foucault Sarkacı incelememden hemen sonra okumaya başlamam da ayrı bir şaşılası olay.) Yazarın eserde hemen fark edilen derin tarih, felsefe, ezoterizm, dinler tarihi, fizik, göstergebilim, rüya, mitoloji ve psikoloji bilgisi sadece kuru bilgi düzeyinde kalmamış, yaşanmış ve kordan küle dönüşmüş sonra da doğal olarak bu kitaplara hayat vermiş bir damar gibi hissediliyor. Bunu da kullandığı sembolizmde (bakmayı bilen gözler) hemen seçebilmekte. Kapaklara dönecek olursak ilk kitap 137 alt adıyla felsefi simyanın siyah evre (Nigredo) denilen ilk safhası ile ilişkilendirilmiş ve bu nedenle kapakta siyah renk tercih edilmiş. Kapağın üzerinde müthiş bir yetenekle çizilmiş sembolik karga da bu siyah evrenin simyadaki sembolüymüş. Ben de simyayı, bu kitap sayesinde, bize anlatılan “değersiz metallerden altın elde etmeye çalışan şarlatanlar” dışında bir bakış açısıyla ciddi araştırmak ihtiyacı hissedince öğrendim. Aynı şekilde sarı ve kırmızı kitaptaki illüstrasyonlar (kelebek ve kuğu) da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Spoiler vermemeye gayret ederek eserin içeriği için naçizane bir açıklamaya girişeyim. Önce yazarın Levanten denen bir topluluğun üyesi olduğunu, bunların 1700 yılından itibaren Avrupa’dan özellikle Ege Bölgesine gelmeye başladıklarını ve burada yerleşerek ticaretle uğraştıklarını söyleyeyim. Yazar bu nedenle pek çok kültürün karmaşasından oluşmuş bu da doğrudan esere yansımıştır. Dolayısıyla Sofia, Gabriel gibi isimlerin yanında Mir Kemal Kâmil, Mukaddasî gibilerinin de bulunmasını yadırgamayın. Keza roman Avrupa’nın değişik şehirlerinde geçtiği gibi Niğde Kemerhisar ya da İstanbul’da da geçebilmektedir. Roman Sofia ismini taşıyan kadın karakterin Paris’te yaşarken İstanbul’daki babasının ölüm haberiyle açılıyor. Sofia’nın cenaze için İstanbul’a dönmesiyle Sofia ve babasının yaşadığı köşkün betimlemeleri ve metnin sanki canlanarak gözlerinizin önünden akıp geçmesi inanılmaz bir his. Doğrusu Türkçenin bu denli akışkan, bu denli katmanlı anlatımlara kolayca uyum sağladığını görmekten şaşkınım. Çok lisanlı olarak doğmuş olmamadan kaynaklı olabilir, Türkçe bana hep ehlileştirilmesi zor bir kısrak gibi gelmiştir. Ama bu romanın metninde ve yazarın özgün (çılgın mı demeliyim?) üslubunda o kısrak ahenk içinde dans ediyor. Burada da derin bir sembolizmin bu sefer mizahın en kutu köşelerine el attığını görebiliriz. Metinde köşkün en önemli odası olan kütüphanenin 4 yöne bakan 4 kapısından 3 tanesi romanesk, gotik ve Rönesans çağına ait otantik malzemelerle orijinaline uygun olarak inşa edildiği anlatılırken dördüncü kapıyı merak ediyorsunuz. Ve o müthiş mizah burada sizi yakalıyor çünkü dördüncü kapı bir ilk çağ mağarasını andıracak şekilde taştan imal edildiğini ve doğrudan köşkün dışına açıldığını öğreniyorsunuz. Bu da ne demek diye düşünmeye başladığınızda ise ise asıl vurucu cümle geliyor: “Sofia’nın babasına göre dışarısı, mağara adamlarının Neolitik Çağı’ydı.” Ardından Sofia’nın “Gece Deniz Yolculuğu” dediği şeye dalıyorsunuz. Rüyalar üzerinden psikolojinin gizemli dünyasına dalıyorsunuz. Doğrusu rüyaların insanın dünyasına bu denli etkili olması karşısında şaşırıyor ve meraklanıyorsunuz. Yazarın bu “her bölümde bir şeyler öğretmek ve bunu yaparken şaşırtmak” arzusu son derece belirgin. Bazı bölümler çetin ceviz, bazıları uzun (tarih sevmeyenler için söylüyorum, ben bayıldım), bazıları sizi üzecek, bazıları umutlandıracak fakat kesin olarak hissedeceğiniz şey bu eserin diğerlerinden ayrılan çok ama çok önemli bir özelliği olduğudur: Kurgu ve metin inanılmaz bir ahenk içinde ikiye bölünmüş (eğlenmek ve öğrenmek ikiliği demeliyim) ve bir spiral gibi birbiri içinde dönüyor. 2 örnekle açıklamaya çalışayım: Bölüm: Sofia ve Bir Ölüm Sofia’nın babasıyla olan ilişkisi ve babanın ölümü anlatılırken bu acının içinden birden köşkün tasvirine dalıyorsunuz. Okuduklarınızdan haz mı almalısınız yoksa Sofia’ya mı üzülmelisiniz ikilemde kalıyorsunuz. (Yazar bunu özel bazı psikolojik açıklamalar vererek kışkırtıyor bile.) Bölüm: Gabriel ve Kaybetmeye Mahkûm Bir Deneyim Gabriel ikinci ana karakter. Kuantum Fiziği dâhisi. Paris’te bir üniversitenin göz bebeği. Birden onu bir konferansta Fizik anlatırken buluyorsunuz. Ama o ne anlatım. Lisede size çakamadıkları bütün o temel fizik kurallarını ruhunuza ve aklınıza kazıyıveriyor. Çünkü bunu Thermite ve Neomi denen 2 genç öğrenci üzerinden eğlendirerek yapıyor. Üstelik her bölüm sonunda büyük bir merakla bir sonraki bölüme geçme ihtiyacı hissediyorsunuz. Sofia – Gabriel çiftinden bahsetmesem olmaz. Aşklarını ve samimi sevgilerini bir tarafa bırakırsak yazar onları çok önemli bir şeyi anlatmak için kullanıyor. Psikoloji ile fiziğin (ya da madde ile ruhun) aynı tözün farklı görüngüleri olduğu gerçeğini. Bunu da fizik ve psikoloji birbirine aynadan bakan aynı kişidir gibi bir yaklaşımla yapıyor. Yapıyor derken bunu lafla yapmadığını belirtmeliyim. Onlarca ama onlarca bilimsel açıklama ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Önce “olmaz ya” diyorsunuz ardından “daha neler” sonra “hımm olabilir mi?” ve en sonunda “Oha! Doğru ya” demekten kendinizi alamıyorsunuz. İhsan Oktay Anar’ın “"Kitabı bitirdim. Türkçede böyle eser yok. (Bu zaten açık.) Tekrar bu kez defter tutarak okumam gerekiyor. Bana çok şey kattı ve dünyaya bakışımı değiştirdi." Diye yazması boşuna değilmiş. Emin olun bu roman sizin dünyaya bakışınızı değiştirecek. Spiral meselesine gelince kurgunun temel 2 ayağı olduğunu hemen hissediyorsunuz. Bir tarafta Gabriel/Sofia çiftinin gelişimi sürerken diğer tarafta kim ve ne oldukları muğlak olan Marius/Jean/R.G./Efendi Dü-şi karakterlerinin gelişimini izliyorsunuz. Bunlar nasıl ve nerede birleşecek diye merak ettiğiniz anda da büyük bir sürpriz sizi bekliyor. O anda yazarın kurgudaki başarısı ve bunu nasıl bir incelikle işlemiş olduğu karşısında şapka çıkarmaktan başka çareniz kalmıyor. Spoiler vermemek için kendimi o kadar zorluyorum ki anlatmak istediklerimi anlatamıyorum. Sarı kitabın son 100 sayfası tam bir ziyafet. Bilginin ve kültürün nasıl bir güç olduğunu hissediyorsunuz. Ardından Ayasofya’daki kapanış sahnesi ise bir başyapıt. Tüyleriniz diken diken oluyor, günlerce etkisinden çıkamıyorsunuz. Kırmızı yada Bordo kitap ise sizi bambaşka bir dünyada karşılıyor. 330 sayfa boyunca yazarın ilk 2 kitapta yaptıklarının (ya da yarattıklarının) yerine hatta karşısına bir alternatif yaratma çabası son derece belirgin. İşte bunu anlayıp içselleştirmek çok kolay değil. Bir yazar düşünün 400 sayfa içinde kurguladığı ve yarattığı onlarca karakteri kafasında bir nevi öldürüp karşılarına başka karakterler yaratabilmesi… Pes demekten başka bir laf bulamıyorum. Belli ki yazar da bize anlattıklarıyla kendi aramasını yapıyor, kendi hikayesini yazıyor. Bu inceleme ilerledikçe aslında yapılması imkânsız bir işe soyunduğumu anlıyorum. Büyük Sır Üstadı serisinin anlaşılabilir bir incelemesi ancak yaşanarak elde edilebilir. Okuyun derim. Kendinizi bir kitabın içinde kaybetmediğiniz zamanlar olmadıysa, bu o kitaptır. Bir kitabın sizi bilgiye doyurmadığı anlar olduysa, bu sizi doyuracak kitaptır. Bir kitabın kurgusunun sizi şaşkınlıktan yerden yere vurduğu olmadıysa bu kitap vuracaktır. Türkçenin bir oya gibi işlendiğini görmek istiyorsanız bu kitaba bakın. Bir gün filmi çekilecek. Buna eminim.
Carl Gustav Jung
Carl Gustav Jung
Hervé M. Abajoli
Hervé M. Abajoli
Büyük Sır Üstadı
Büyük Sır Üstadı
Büyük Sır Üstadı
Büyük Sır Üstadı
Büyük Sır Üstadı
Büyük Sır ÜstadıHervé M. Abajoli · Bilinçdışı Yayınları A.Ş. · 202233 okunma
·
1 plus 1
·
759 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.