Gönderi

Türkiye’de tarih araştırmaları ve çalışmaları 20. yüzyılın başlarında en yüksek seviyeye çıkmıştır. Bu sebepsiz değildir. Toplumumuzun yeniden tanımlandığı, devletin başkalaştırıldığı, aydınların kendilerini çeşitli şekillerde ifade ihtiyacını hissettiği bu dönemde tarih ister istemez gözde alanlardan birisi olmuştur. Tarihi ortadan kaldırmadan, yok saymadan veya onu dayanak yapmadan; velhasıl, tarihe karşı bir tutum takınmadan bu güne ait tanımlamalar yapmak imkânsızdır. Türkiye’de ideolojik ve resmî tarih anlayışının esas çıkmazı da buradadır. Tarih ideolojiye veya resmî tarihe ekseriya geniş gelmektedir veya tamamen aykırı düşmektedir. Bu durumda, onu sınırlayarak, bazı bölümlerini yok sayarak kabul etmek yoluna gidilmektedir. Tarih çalışmaları bu anlamda bir alan değiştirmesi ile hız kazanmıştır. Osmanlılar (Osmanlı Devleti’nin kurucu, aslî unsuru Türkler) kavmî tarihlerini dahi İslâm tarihi ile özdeşleştirmeye dikkat etmişlerdi. Yeni dönemde esas ağırlık kavmî tarihe doğru kaydırılmış, Türklerin Müslüman olmalarından sonraki dönem, bilhassa Osmanlı dönemi geri plana itilmiştir. Eski köklerin araştırılması, esas kimlik yapıcı bir dönemin yok sayılması ve böylece batı kimliği ve tarihi ile irtibatların kurulmaya çalışılması Türkiye’deki genel resmî tarih çalışmalarının esasını teşkil etmiştir. Türkiye’de resmî tarih anlayışının bu anlamda geniş ve orijinal bir literatür ortaya koyduğunu söylemek güçtür. Buna karşılık bir “tarih tezi” olduğu ve tezin bütün tedrisat kademelerinde (alternatifsiz) öğretildiği, belletildiği bilinmektedir. Resmî tarihin esasta, bu tezin öğretilmesi ile sınırlı kaldığı, buna karşılık münferit olarak tarihle uğraşan bilim adamlarının bu tezle alâka kurmadan hayli başarılı çalışmalar yaptıkları görülmektedir. Türkiye’de resmî tarih asıl baskıcı niteliğini yakın tarihle ilgili olarak göstermiştir. Rejimle bir kişinin ve onun “tarihi”nin (yani hayatının) aynileştirilmesi sonucu “devrim”, “inkılâp” ya da “cumhuriyet” tarihi adı altında çok defa tarihle alâkasız menkıbevi, düzmece hadiseler anlatılmış ve bunlar resmî “bilimsellik” zırhına büründürülmüştür. Resmî tarihin bu sert yüzü karşısında resmî kurumların ve kanunların dahi Türkiye’de tarih araştırmalarını, çalışmalarını, yorumlamalarını imkân harici bırakacak şekilde tanzim edildikleri görülmektedir. Devlet imkânlarıyla yapılan tarih araştırmaları resmî tarihin tezlerini doğrulamakla sınırlı kılınabilirken, gayri resmî çalışmalar mevzuat engelleriyle birlikte, kanunî sınırlamalara takılmaktadır. Millî Mücadele’nin önde gelen kumandanlarından ve lider kadrosundan Kâzım Karabekir Paşa, zamanında İnkılap tarihi ile ilgili ciddi eleştiriler ortaya koyan bir kişi olarak da dikkat çekicidir. Kâzım Karabekir, Mustafa Kemal’i hakikatleri gizlemekle, şahısların tarihî haklarını vermemekle itham eder. Ona göre, Mustafa Kemal, her şeyi kendisinin düşündüğü ve yaptığı fikrini kuvvetlendirmek için hatıraların ve vesikaların yayınına izin vermedi, hükümet kudretini ve gizli kuvvetlerini bu uğurda israf etti. Neticede İstiklâl Harbi ilim olarak öğretilmek yerine, iman olarak belletildi. (Paşaların Hesaplaşması, 17-19) Türkiye’de devletin alternatifsiz tarih tedris ettirmesi, demokratik sisteme geçilmesine rağmen bunun sürdürülmesi, izahı güç konulardandır. Devletle ilgili tanımlamaların yeniden yapılması anlamına gelen değişikliklerin gündemde olduğu bir dönemde, resmî tarihle ilgili zorunlulukların ortadan kaldırılması konusuna değinilmemesi hayret vericidir. Anayasalar, kanunlar, devlet değişse, yeniden tanımlansa bile, resmî tarihin aynı şekilde tedris edilmesine devam edilecek ve bu açık bir çelişki olacaktır. Türkiye’nin resmî ideolojisinin arkeolojik bir kalıntısı konumundaki tarih tezinin ilmî sonuç olarak kabul edildiği bilhassa inkılâp tarihi derslerinin artık tedrisat dışı bırakılması gerekmektedir.”
·
156 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.