Gönderi

İnsan, Belki de kanatlıdır!
Bir ismim var, evrakı düzenlenmiş bir kimliğim, herkesin görüp bildiği bir hayatım, günlük pratiklerim, sürdürdüğüm çeşitli alışkanlıklarım, herkesin bana yakıştırdığı bir karakter, bir sima, bir fotoğraf, bir imaj, yalın ve süslü versiyonları bulunan bir hikaye... Bütün bunları yaşayan benim. İyi ama, beni tersine ikna etmek için dört bir yandan bastırmalarına rağmen bu ben bu ‘ben’den ibaret miyim? Bütün yaşadığım bu mu? Bu kadar mı? Herkesin bütün sınırlarını bildiği, bakışlarıyla o sınırları dikenli tellerden çitlerle çevirdiği, dışına taşmaya izin verilmeyen bir keşfedilmiş ülke, başı sonu belli bir toprak parçası mıyım? Gerçekten bu kadar mıyım? Yok mu keşfedilmemiş hiçbir yanım? Yok mu benim bile farkında olmadığım bir başkalığım? Bir isim, bir kimlik, bir hayat, bir hikaye... Yok mu benim için, bu küçük, donuk, sınırlı hikayeyi aşan daha büyük, daha derin, daha engin bir hikaye? Bunu soruyorsam, bunu soruyorsak, olmalı! Etrafımıza çizilen sınırlara sığmayan bu esrarengiz merak; elimizden tutarak, bizi yaşamaya memur edildiğimiz bu hikayeden daha büyük bir hikayeye götürmeli; bize bir başka alemin, idrakin, tasavvurun kapısını açmalı. ‘Ben bu kadar mıyım?’ sorusunun zihnimizde uyanışı dahi, ‘Ben bu kadar değilim’ heyecanını içimizde kanatlandırmalı. “Rüyamda bir kuş gibi kanatlarımın olduğunu gördüm” dedi genç olan. “Belki de o rüyadan hiç uyanmamalısın” dedi ihtiyar olan. Dünyanın karmaşasında değil, kendi tenhasında yaşıyordu. Durmadan kendi kendine konuşuyor, arada bir gülümsüyordu. Belli ki içinden nice şey geçiyordu. Bunu delilikten saydılar, çok uzun zamandır içinden bir şey geçmediğinin farkında bile olmayanlar! Sürekli bize gösterdikleri yere bakıyoruz. Sürekli maymuna bakıyoruz, ekranlara, klavyelere, ok işaretlerine, tabelalara, kuralların yazılı olduğu formlara, çerçevelere, duyguları katılaştıran işaretlere, sırıtkan emojilere, uyarı levhalarına, komut veren trafik ışıklarına... Sürekli ufku görmeyen yerlere bakıyoruz, binalara, duvarlara, cambetonmetal yüzeylere, ifadesiz yüzlere, yalandan maskelere, sinsi illüzyonlara, kurgusal kişiliklere, gürültülü pantomimlere... Sürekli yanlışa bakıyoruz, doğrunun üstünü örten karanlık kılıflara, gerçeği görünmez kılan sise, ise, pasa... Her şeyi göründüğü kadar sanmakla, her şeyin aslını görmekten mahrum ediyoruz kendimizi. “Mirasımızı hatırlama ve kadim bilgeliğe uyanık olma, yukarılara ve içeri bakma zamanıdır. Cevaplar zamandan bağımsız olarak hep orada, zamanın başlangıcının hatırasını taze tutan ilahî hediyede, üstümüzdeki ve en derin benliğimizdeki şeydedir. Tek yapmamız gereken doğru yöne bakmaktır” diyor merhum Gai Eaton (Hasan Abdulhakîm), Kalenin Kralı’nda. Kendi gözlerini kendi ellerinle kapatıyorsan, senin körlüğüne çare yok, hayat böyle! “Neye baksam hep seni görüyorum” dedi heyecanla adam. “Sen bende kaybolmuşsun!” dedi gülümseyerek kadın. Hakikatin bin bir tezahürünü temaşa etmek için bir çift göze muhtaç olmayan insanlar da var. “Bir şeyi gerçekten görmek istiyorsan” dedi meczup, “gözlerini kapat da öyle bak!” Gökhan Özcan 13/11/2017 Pazartesi
·
75 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.