Trabzon, kıyıda demirlemiş, her biri aşağı yukarı ikişer grostonluk dört paslı askerî nakliye sefinesi ile, mazı ve akçaağaçlar içinde âdeta kaybolan Fâtih Câmii ve çevresindeki, herbiri mütevâzı birer mimârî şâheseri olan küçük evler ile, başta Zağnos Paşa’nınki olmaküzere taş köprüleri ve nice câmi ile, Küçük Ayvasıl Kilisesi, hükümet binâları, konaklar, kâşâneler ve semâda uçan martılar ile, evet! İşte bu hâli ile Trabzon o sabah yağmur sonrası, Karadeniz açıklarından bir sulh, sefâ ve selâmet şehri olarak âdeta cennet gibi görünüyordu. Ama görüntüsünün üzerinde ufkî ve şâkulî iki çizgi, bunların üstlerinde ve yanlarında ise, nişângâhın iç taksimât rakamları vardı. Derken sert ve şedit bir ses duyuldu: “Zagruzka! Pastoraniye devyitsot!” Bu karşı konulmaz emrin ardından, suratları isten kapkaradört tomarcı, iki metre uzunluğundaki cehennemi mermiyi kan ter içinde var güçleriyle,18 inç çapında ve neredeyse bir minâre uzunluğundaki o lendûhâ misâli topun kamasından içeri sürdü. Kamacı hava supabını açtıktan sonra dört parça imlâ hakkı da, kızak üzerinden zorbelâ kaydırılıp dev topun namlusuna dolduruldu. Topun has çelikten mamûlmuazzam kama bloğu gümbürtüyle kapanınca nişâncı erler levyelere asılır asılmaz, tareti döndüren ve dev topa irtifâ veren koskoca madenî çarkların çelik dişlileri birbirlerine geçiverdi. “Çata-çata-çat-çat! Çat!” sesleriyle ölümcül top hedefe tevcih olurken, son bir“Çaaat!” sesiyle durduğu anda, kule sarsıldığıiçin mürettebat oraya buraya tutunmuştu.Kuledeki sessizlik, gözünü nişangâhın içtaksimâtından ayırmayan nişâncının, “Gatovi!” sesiyle bozuldu. Erler ellerini kulaklarınagötürüp eğildiler. Ardından deniz topçusu Yüzbaşı Almaşov, “Stelyat!” diye bağırır bağırmaz,devâsâ top, kulakları sağır eden dehşetengizbir gümbürtüyle patlayıp beşiği üzerinde geriteperek tekrar yerine oturdu ve kule dumaniçinde kaldığından gümbürtüyü mürettebatınöksürük sesleri takip etti. 300 kiloya yakın trinitrotolüin tahrip maddesi taşıyan cehennemi mermi, Rus dretnot topunun namlu ağzından döne döne çıktığında, tam altındaki denizsathı, infilâk tazyikiyle yarım kulaç alçalmıştı. Ancak mermi, Trabzon’a asker getiren Hüdeyde nakliye sefinesinin bordasına değil, Padişahımızın inşâ ettirdiği cephâneliğin garp tarafındaki tarlaya düşüp infilâk ederek on metre kutrunda bir çukur açtı. Şehirdeki sahil topçusu teyakkuza geçerken Rus dretnotu, rüzgârın sürüklediği sis içinde bir görünüp bir kayboluyordu. Hemen sonra tekmil batarya mukâbil ateşe başladı. Ama Trabzon açığındaki çelik Rus dretnotunda Yüzbaşı Almaşov, “Vsotadva! Astavit tri!” diye bağırdıktan az sonra, omuazzam top, namlusundan ateş, duman veölüm kusarak yine gümbürdedi ve dâne, bukez bordasına isâbet edip infilâk edince alevleriçinde kalan sefinenin omurgası, tiz bir gacırtıyla ikiye ayrıldı. O koskoca Hüdeyde, birkaçdakika bile geçmeden iki parça hâlinde dibebatarken meydana getirdiği girdap, sefinedenatlamaya muvaffak olan zavallıları da derinliklere çekmişti. İşte bu sırada, sahil topçusunun menzili dışında ve sisin içindeki Rus harpgemisinin bulunduğu yerde parlak bir yalımpeydâ oldu ve hemen ardından aynı yerden infilâk sedâsı tâ tepelerden aksetti. Sis bir araseyreldiğinde, sahildekiler, Rus dretnotununpupasındaki yangını fark ettiler. Muharebeyiterk etmiş, şimâle doğru tam yol seyrediyordu. Rus harp gemisini kaçıran Hamidiye ise, üçbacasından hışımlı ve kıvılcımlı kapkara dumanlar püskürttüğü hâlde çeyrek saat sonragarpta burnu dönüp, mavi bir atlas gibi sâkinve dümdüz denizi keskin bir hançer gibi yarıp mahmuzunun iki tarafından saçtığı öfkelive deli köpüklerle tam yol seyrederek, Trabzonaçığında bütün heybetiyle görünür görünmez,ahâli sevince boğuldu. Kaçan düşman dretnottakiler haklı olduklarına inanıyorlardı. Çünküdevlet, medenî dünyadaki 2000 senelik şövalyevâri ananeyi ihlâl edip, harp ilân etmedenonların limanlarını bombalamıştı. Ne saf medenî ne de saf barbar olan kırmalarla düşmanları arasındaki fark, seyisi ile şövalye, dahadoğrusu onların binek hayvanları arasındakifarkla aynı sayılırdı. Bu yüzden onlara ‘şövalye’ değil ‘aselye’, hattâ ‘asine!’ diye hitâp etmekdoğru kaçardı. Ödemeyi taahhüt ettiği borçları bile ödemeyen devletin, ‘kredo ki absürdüm’düstûrunu asırlar evvel bırakan medenî dünyanezdindeki kredibilitası, evvel zamanın yiğitlik masallarına dayanan abes haysiyeti, bir zamanlar cihân hâkimi olmanın getirdiği fasaryaşerefi, mekrûhâne işportasında tenzilâtla bile müşteri bulamaz olmuştu. Ama aslında budoğru değildi: Rus limanlarına yaklaşmak içingri boyayı, sapa rotaları, sisli havayı değil de,barışı kamuflaj olarak kullanmak, askerî biralçaklıktı. İşte Rus dretnotu kaçıyordu. FakatHüdeyde nakliye sefinesini batırmaya muvaffak olduğunda, sahildekiler bu harp sefinesineküfrü basmışlardı. Çünkü onlar için haklı yâhut haksız olmak değil, birilerinin kendilerinezarar verip vermemesi önemliydi. Yine de Hamidiye çıkagelip o dretnotu hasara uğrattığında düğün bayram etmişlerdi. Ama ordugâhtaen çok sevinenler, batan Hüdeyde sefinesinden daha dört saat önce sahile çıkan kıt’alarınaskerleriydi. Belki şeyhlerinin kerâmeti, belkimuskalarının koruyucu hassası, belki ana baba duası ve belki de cıvalı zarları sayesinde tâlihin kendilerine yâr olduğuna, böylece mutlakbir ölümden kurtulduklarına inanan bu askerler, ancak yarım saat gibi kısa bir müddet ordugâhtaki diğer erat ve zâbitin kıskançlıklarınahedef olmuştu. Çünkü zaman kıymetliydi ve okış havasında daha geçit resmi bile yapılmamıştı. Derken erbaşlar, Hamidiye’yi seyredenerlere, “Haydi ruhsuzlar! Canlanın! Çadırlarısökün! Direkleri ayrı yerde istifleyin! Sen! Kepaze! Bakıp durma öyle! Hiç mi sefine görmedin! Haydi! Başlatmayın zifirînize orostopollar! Üstünüze ölü toprağı mı serpilmiş! Yallâh!İş başına!” diye haykırırlarken, daha kahvaltıbile yapmayan zavallılardan biri ezkazâ aç olduğunu söylese onu, “Sen hangi dondan fırladın!” diye azarlıyorlardı. Aksi gibi o dondurucu soğukta şiddetli bir sağanak da başlamıştı.İmparatorluğun dört bir tarafından gelmiş erbaştan bir Arap onbaşı, bir yandan ordugâhtaki çadırların sökülmesi için sağa sola emirleryağdırırken, erattan kayış atıp kaçan kurnazlara, lâkırdıya boğup işi savsaklayan sümsüklere, şafakta tuttuğu üç saatlik nöbetten sonra çömelip kuytuda yestehlerken oracıkta uyuyakalan miskinlere, “Yelan elkıs halı halakak!Bedı niktız memhune!” diye haykırıyordu. BirAcem çavuşu ise, top arabasını toparlağa koşmakta üşengeç ve beceriksiz bulduğu erlere,“Sizi mâdercendeler! Haydeh! Haydeh! Kirhorlar sizi!” diye bağırırken, o yağmur altındaerlerden biri, “Ama kumandanım! Yemek bile yemedik!” deyince köpüren adam, “Kirâmdehânet! Maderkahpe!” diye haykırmıştı. Diğer çavuşlar ve onbaşılar, yük semerleri vurulan bir kısım katırlara Alman malı dağ toplarının çelik namlularını, bunların ağır beşiklerini, koca tekerlekleri ve kalın dingillerini, dâne,kovan ve tapalardan ibâret cephanelerini veedevâtlarını, bazılarına ise makinalı tüfek veşerit kutularını, şeritlere mermi dizme gereçlerini, mesnetlerini, yedek namlularını yükletiyordu. O köhne, tekerlekleri gıcırdayan erzakve cephâne arabaları pek itimât telkin etmeseler de bunları çeken beygirler sağlıklı gibiydi.Küçük çaplı dağ topları toparlaklara rapt edilmiş ve cephânelerinin tamamına ve bunlarakadanalar tam koşulmuştu ki, o anda sağanakşiddetini artırdı. Sicim gibi yağmur Enverî hâkîfeslerden erlerin burunlarına, bıyıklarına veçenelerinden sinelerine akıyor, kaputlarındanve beşer kütüklük bulunan palaskalarındandolamalarına ve nihayet potinlerine sızıp bedenlerinde ıslanmadık yer bırakmıyordu. Yağmur o kadar şiddetliydi ki, rüzgâr karşıdandarbe darbe esince insanın ciğerlerine dalgadalga su kaçıyor, damlalar adamın yüzündeacıtırcasına şakır şakır şakladığından ağzı vegöz kapaklarını açmak ve konuşmak imkânsızhâle geliyordu. Erat arasında resmî geçidin iptal edildiği fiskosu çıkmıştı ki, yağmur önce seyreldi, en sonunda da diniverdi. Gökyüzü açıldığında içtimâ borusu çalıyordu. Bir zâbit, “Resmî geçit olacak!” diye bağırdığında, küçük zâbitler kıt’alarına doğru koştular. Bu sırada askerî bando marş çalmaya başladı. Paşalar veyüksek zâbitler tentenin altında, resmî geçidiseyredeceklerdi Bu zevât bekletilmekten hoşlanmazdı. Bu yüzden uzakta bir yerde sü- vâri taburunun kumandanı, sağda ve solda ikişerli kolla ilerleyen bölüklere, “Bölükler! Dörderle kol! Marş!” diye bağırdı. Bölükler bu nizâma geçince, “Birinci ve üçüncü bölükler! Sola! İkinci ve dördüncü bölükler! Sağa! Çark!Marş!.. Duuuuur! Hizâya geeel! li-leri!” diyehaykırınca tabur, atların, “lak-a lak-a lak-a lak-a lak-a” sesli adımıyla ilerlemeye başladı. Tamyüksek zâbitâna yaklaşmışlardı ki, kumandan,“Tabur! Tırıs! Marş!” diye komut verince askerler hayvanlarını “lak lak lak lak lak lak” tırısa kaldırdılar. Kumandan kılınanı çekmişti.Zâbitânın önünden geçerken, “Sağa bak!” diyebağırdı. Bu sırada askerî bando gümbür gümbür marş çalmaya devam ediyordu. Trompetçiler yanaklarını şişirerek trompetlerini “tattara ta rii tat tara ta rii” diye üflerken, ıttırâdlaorta neferi erat tadât defteri getirdi. Ama davulun “böm bon bön bum” sedâsı ve zillerin“dıs dis tiz diz” seslerinden, önleri gönleri yaldız yıldız içinde aziz ve nâçiz jön ve bön zâbitânın gözünden bu kaçtı. Ancak bu görkemligeçit resmi uzun sürmedi. Gökleri ansızın kapkara bulutlar kapladı ve artık kurşunîye çalan denizin ortasına bir yıldırım düştü. Derkenkapkaranlık ve devâsâ bulutta gizlenen karave kinli devin kuvvet ve öfkeyle üflediği fırtına ortalığı allak bullak etti. Resmî geçidi seyreden zâbitânın tentesi ve kalpakları tâ denizekadar savruldu. Çok geçmeden yine bardaktanboşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Zâbitler birliklerine, “Koşar adım! Marş! Marş!” emri verdiler. Artık harbe katılma zamanıydı vecepheye yürüyüş, şu andan tezi yok başlamıştı.Bu yürüyüş kış vakti, dondurucu soğukta birkaç gün sürecekti. Trabzon’dan o sabah ayrılanbu kıt’alar sarp dağ yolundan dörderli kol nizâmında tepelere tırmanırlarken, önden gidenlere âit, Krup mamûlü o muazzam çelik obüslerin balçıklı yolda açtığı derin çukurlar, yürümelerini enikonu zorlaştırıyor, askerler çamura bata çıka ilerliyordu. Ağır malzemenin taşınması ise ayrı bir dertti. 77 milimlik toplara koşulu altışar katır bu ağır ve korkunç silâhları dağdan yukarı taşımaya yetmiyor, buyüzden o yağmur altında erler de hayvanların kantarmalarına asılmaya, hattâ topları vetoparlakları olanca güçleri ve aç karınlarıylaarkadan itmeye veya önden çekmeye mecbûr Emir gereği malzemeyi ve kıt’aları gece yarısından önce ve iliklere işleyen soğuk havada, zirveye yakın o köye eriştirmekzorundaydılar. Ama her birini sekizer öküzünçektiği şu 155’lik dört toptan, hem de ikisi birden çamura saplanınca, at üzerindeki miralaylugerini kılıfından çıkarıp kurduktan sonra ağzına soktu ve tetiği çekti. Silâh sedâsından ürken at, intihâr eden zâbitin sol ayağı üzengiye takılı olduğu hâlde kişneyip şaha kalktıktan sonra dörtnala koşturmaya başladı. Hayvanı 200 adım ötede durdurabildiler. Birkaç kurnaz, zâbitin tanınmayacak hâle gelen cesediniyol kenarına taşıdıktan sonra atına boyunduruk vurup öküzlerin önüne koştu.“Yisa! Ha gayret!” derken bu toplardan önce biri, sonra da diğeri çamurdan kurtuluverdi. Hava kararıyordu ama asker daha hiçbirşey yememişti. Herkes o gece varmaları gereken köyde tıkınacağı yemeğin hayâlini kuruyordu. Nihâyet karanlık çöktü ama yine yokuş yukarı ilerliyorlardı. Petrol lambaları yakıldı ve bölükler birbirlerini kaybetmesin diyeher grubun önünde ve arkasında eli fenerli neferler görevlendirildi. Çok geçmeden, yorgunluk ve soğuktan artık hissetmedikleri tabanlarının altından gelen “katır kutur kart kırt” seslerinden, kar üzerinde yürüdüklerini anladılar; demek ki zirveye yaklaşıyorlardı. Derkenkar önce bileklerine, sonra da dizlerine kadargelmeye başladı. Nihâyet gece yarısına doğrubirkaç cılız ışık göründü. Köye varmışlardı veen iyi tarafı burası artık düzlüktü. Köyün içinegirdiler, ama hiçbir zâbit, “Kıt’a dur!” diye bağırmadı. Çünkü geçtikleri yolun sağında ve solunda, hastalıktan ölmüş birkaç askerin cesedivardı. Hâlife Efendimizce ilân edilen cihâd davetine riâyet eden bu zavallı askerlerin, müslüman köylüler tarafından neden defnedilmediği belki, mezarlıklarında nesebi gayrı sahîhşahıslar istememelerine bağlanabilirdi. Köylünün evine gelen misafir yer içer, er ya da geççekip giderdi; ama kabristanına gelirse, ebediyete kadar orada istirâhat edebilirdi. Gâlibazâbitler de bu fikirdeydiler ki, muhtarın evinden öfkeli bağırış çağırış sedâları işitildi. Aslında askerler kızmakta pek haklı sayılmazlardı.Çünkü ordu, bu harpte donarak ölen binlerceaskerin cesedini, ancak yarım asır kadar sonratoplayıp gömecekti. Vatanı uğruna yaşayan birine köpek, yine vatanı uğruna ölene de köpekleşi muamelesi yapmak, gâliba bir devlet geleneğiydi. Fakat bu meselelerle alâkası olmayan o aç, soğuktan tir tir titreyen ve bütün günyürümekten bîtâp düşmüş askerlerin korktukları başlarına gelmişti: Evet! Köyde hastalıkvardı ve buranın suyu asla içilmeyecek, köydeçeyrek saat bile mola verilmeyecekti. İşin daha da kötüsü, tanyeri ağarana kadar yürünecekti. O şiddetli yağmur altında kara ve balçığa saplanan obüsleri, petrol lambalarının ışığı yardımıyla beygirlerin kantarmalarına vekolanlarına asılıp çekmeye çalıştılar. Hayvanların toynakları balçıklı karda kayıyor, dizlerine kadar kara batan erler ikide bir batağakapaklanıyorlardı. Derken bir de tipi çıktı. İşler çığırından çıkmış gibiydi. Hemen hiçbirinin kollarında mecal kalmamış, debelenip çırpınmaktan hepsinin nefesi daralmıştı. Şafaksökene kadar ölüp ölüp dirildiler ama, dize kadar gelen o karın içinden tonlarca ağırlıktaki obüsleri yürütüp, ikmâl arabaları ve malzeme katırlarıyla birlikte zirveyi aşmaya muvaffak oldular. Rüzgâr kesilmiş, hava açmıştı. Zirveden aşağı baktıklarında, tam altlarında uyuyan muazzam bir bulut gördüler. Kartallar gibi uçurumların ve bulutların tepesindeydiler. Yine de onlar, şehit ve zâbit olmadıkça burada bir taştan birer âbide olarak kalamazlardı. Erlerin canlarını, zâbitlerin ise sicillerini tehlikeye atacağı cephe onları bekliyordu. Bu yüzden duramadılar. Tepeden aşağı inmek karın kayganlığı nedeniyle daha zorolacaktı. Ama öğleye doğru kar kalınlığı azaldı. Öğleden sonra ise artık yine çamur üzerinde ilerliyorlardı. Neredeyse iki gündür yemekyemeyen, uyku uyumayan askerlerin bacaklarında mecâl kalmamış, yorgunluktan nefesleritükenmişti. Ama en sonunda düzlüğe erişmişlerdi. İşin kötüsü bir 155’lik obüsü çeken öküzlerin ikisi devrilmiş ve mülâzım tarafındanalınlarının ortasına ateş edilerek vurulmuşlardı. Askerin bütün ısrarına rağmen öküzleri kesip yemek yerine, cepheye bir an önce erişmek için oracıkta bıraktılar. Derken akşamadoğru, balçık içindeki yolun karşısından, cepheden yaralı taşıyan iki kağnı gördüler. Kanlar içindeki, ağlayıp inleyen yaralılar arabalara âdeta tepeleme yığılmıştı. Asker ilerlerken bir büyük zâbit öndeki kağnıya “Duuur!”diye bağırmıştı. Maksadı kağnıların öküzlerini çözüp bu hayvanlara top çektirmekti. Amasıhhiye onbaşı öküzleri vermek istemiyordu.Onbaşı, “Kumandanım! Yaralıları bu soğuktadağ başında bırakmayın! Hastahâneye gitmemiz gerek. Yoksa ölecekler!” deyince zabit, “Bukağnıların öküzleri toplarımızı cepheye kadarçekmezse harbi kaybedebiliriz. Kazandığımızan, bu an olabilir. Bu yüzden size ölmenizi emrediyorum!” deyip atını mahmuzladı. Bu zabit atını koştururken hayvanın toynakları sadece vıcık vıcık balçığı değil, yoldan daha önce geçen askerlerin gaitalarını da eziyor, kusmuklarını ve fışkılarını sağa sola sıçratıyordu. Onlardan önce bu yoldan cepheye gidenbinlerce askerden sonra çamur, artık dışkı veidrar kokmaktaydı. Demek ki cepheye fazlabir şey kalmamıştı. Ancak kimsede can kalmamış, hemen herkes sıfırı tüketmişti. Bununlabirlikte, gece yarısına doğru uzakta cılız ışıklar göründü. Bir köye yaklaşıyorlardı. Tabanakuvvet biraz daha yol aldıklarında, gece yarısından çok sonra yirmi hâneli bir köye girdilerve birbiri ardına, “Mevzûn adım! Marş!.. Yerinde say! Marş!.. Kıt’a dur! Hazrol! Sola-dön!Rahat dur!.. İstirahat et!.. Sağol!” sesleri duyulmaya başladı. Zabitler evlere, çavuş ve onbaşılar ise ahırlara yerleşti. Karavana çıkmamıştı,zâten herkesin gözünden uyku akıyordu. Buyüzden erler oracıkta kurdukları çadırlarındauykuya çekildiler. Şafakta, yani üç saat kadarsonra yola çıkacaklardı. Karın doyurmak içinen fazla iki buçuk saat uyuyabilirlerdi. Soğukta tir tir titreyerek dalıp gittikleri uyku, alt tarafı bir buçuk saat sürdü. Kalk borusu üfleniyordu. Ama onları güzel bir sürpriz, yani sıcakyemek bekliyordu. Kavurmalı aş ve köylülerden makbuz karşılığı alınan ekmeklerle karınlarını doyuracaklardı. Ancak bir bölükte herkes doymadı. Çünkü dindar bir onbaşı, uykuda kendisini şeytan aldattığı için karavanalardan birinde su ısıttırıp boy abdesti almış, buyüzden yemek eksik çıkmıştı. Anlaşılan onuniçin ibâdet hemen herkeste olduğu gibi, Allâh’ın hoşnutluğunu kazanmak için yapılan birMasonvâri âyin, belki de itiraf edilemeyen birbüyü idi. Dinine bağlı onbaşı nedeniyle pekdoymayan erler ne kadar homurdansalar daiçtimâ borusu çalındı ve yürüyüş nizâmınageçildi. Aksi gibi hava kapamış, yağmur çiseliyordu. Verilen moladan sonra az çok kendilerini toplamış askerler çamurlu yolda ilerlerken, dev ve kapkara yağmur bulutları iyicealçaldı ve daha geçen gece elbiselerini kurutmayı başarmış olanları bile ıpıslak etti. Öğleye az bir zaman kala bayır aşağı inmeye başladılar. O kapkara dev yağmur bulutları hâlâ tepelerinde, tâ ufka kadar uzanıyordu. İşte o anda şark tarafında, bulutlardan biri, tamaltından aydınlanır gibi oldu. Bu şimşek değildi. Sanki buluta aşağıdan bir anlık, kuvvetli bir ışık tutmuşlardı. Derken bu hâdise tekrarlandı. Askerler şark ufkuna bakıyorlardı.O kapkara yağmur bulutlarının altları bir anparlıyor, sonra yine kapkara kesiliyordu. Buanda, birbiri ardına, “Duuur!” emirleri işitildi. Askerlerin ayak sesleri ve arabaların tekerlek gıcırtıları kesildi. İşte o sessizlikte, tâ uzaktan, şark tarafında fersahlarca ötedeki cepheden gelen, belli belirsiz, “Dum-bt! Dubt!.. Dum-bt!..” seslerini işittiler. Bunlar top sesleriydi.Namlu ağız alevlerinin kuvvetli ışığı, kapkara bulutların altını aydınlattıktan ancak saniyeler sonra patlamaları kulağa geliyordu. Bazızâbitler dürbünleriyle top sedâlarının geldiğiyere bakıyorlardı. Çok geçmeden ortalık, “Âdîadım! Marş!” emirleriyle hareketlendi. Erlerin çoğunun gözünde cesaret parıltıları oynaşıyordu. Bunlar genellikle hiçbir muharebeyekatılmamış olanlardı. Bazılarının ise dudakları kıpırdıyor, anlaşılan dua ediyorlardı. Ancak bir iki kişi heyecandan kustu. Ağlayan isehemen hemen hiç yoktu. Birkaç fersah yoluakşamüstüne kadar kat edip topların sadecesedâlarını değil, zangırtılarını da hissetmeyebaşladıklarında cepheye vardıklarını anladılar. Bu sırada, beş dakika sonra varacakları tepenin yamacına, 152’lik Rus obüsünün dânesinin düşüp infilâk ettiğini gördüklerinde huzursuzlandılar. İnfilâkın şiddetiyle ön taraftaki askerlerin üzerine taş ve kaya parçaları,toz toprak yağmaya başlamış ve yağmaya dadevam ediyordu. Öyle ki, aradan iki dakikageçmesine rağmen bu toprak yağmuru sürdü.Tepeden aşağı dört zâbit at koşturuyor, dörtmanga da onları geriden takip ediyordu. Zâbitlerden ikisi topların yanında durup, ona selâm çakan astına tepeyi işâret etti, derken geldiği yoldan dörtnala geri döndü. Diğer zâbitlerpiyâde birliklerinin kumandanına heyecanlabir şeyler anlatıyorlardı. Ardından gelen emirle topçu erleri, 77’lik sekiz topu, bu korkunçsilâhları çeken hayvanların boyunduruklarına asılıp tepeye çekmeye başladılar. Zirveyeulaştıklarında karşılarında, birbirine paralelkazılmış, boydan boya uzanan Rus siperlerinigörüverdiler. Ve üzerlerine yağmur gibi kurşun yağdı. İkisi düştü, biri ölmüş diğeri acılar içinde bağırıyordu. Zirvenin emniyetli tarafına kaçan üçüncüsü, tabancasını çeken topçu zâbiti tarafından vuruldu ve yüzüstü yerekapaklandı. Emirler yağdıran zâbit, topları toparlaklardan söktürdü ve her birini mevzilere yerleştirdi. Bu sırada yanlarında bir 152’liŞnayder dânesi, “Jjjjjj-Gümmmmm!” sedâsıylapatladı. Kulaklarında “Vvvuuuuu!” sesiyle numara erleri, her ne kadar zâbitin emirleriniişitemeseler de ne yapacaklarını biliyorlardı.Topların mahmuzlarını zemine sâbitlediler.Nişângâhları ve manzara dürbünlerini mahfazalarından çıkarıp topların sol tarafına monte ettiler. Ruhluyu ortalayıp topları hizâladılar. Yağmur gibi yağan kurşunlar topların çelik kalkanlarına “tin tin tin tin tin” diye çarpıyordu. Kamacı erleri teker teker kamalarıaçtılar ve “Hazır!” diye tekmil verdiler. Derken batarya kumandanı, “Tekmil batarya! Barut hakkı 2! Müsademeli! Tepedeki Şnayderler’e! 1.800! Soldan ateş!” diye bağırdı. Toplar,“Gü-Gü-Güm-Gümmm!” sedâlarıyla patladı veçelik namlular beşik üzerinde geri tepti. Toplardan ateşlenen dâneler Rus mevzilerine düşer düşmez birbiri ardına infilâk ettiler. Kamacılar levyeleri çektiklerinde boş kovanlar “tıngır tıngır” sesleriyle mahmuza düştüler. Elinde dürbünüyle topçu zâbiti bu kez, “Tapa tavîkli! Yalnız 2! 4 eksilt! Ateş!” diye haykırdı.Top patladıktan az sonra, karşı tepedeki Şnayder’den biri isâbet aldı ve o mahâlde bir hareket başladı. Anlaşılan Rus topçusu mevzi değiştiriyordu. Bu sırada, günlerdir yolda olan,sadece bir öğün yemek yiyebilmiş ve iki saatuyuyabilmiş piyâdeler, daha cepheye gelir gelmez mülâzımlarının emirleriyle siperlere sokuldular. Yine yağmur başlamıştı. Siperlerin,hele onlar gelmeden önce, tam üç gün burada bekleyen askerlerin hâli korkunçtu. İçindesıçanların yüzdüğü, baldırlarına kadar gelençirkefin içinde, neredeyse hiç uyumadan zinde askerlerin gelmesini sabırla beklemişlerdi. Ruslar’ı siperlere yaklaştırmamak için günlerce uyumayan bu askerlerin avurtları çökmüş, gözlerinin feri kaçmış, birer kemik torbasına dönmüşlerdi. İşte bu askerler yerlerini yeni gelenlere terk ederlerken, bir de Rustopçusu ateş açmış, düşen dânelerle ortalıkta kan gövdeyi götürür olmuştu. Rus toplarısiperleri bombalarken, dâneler patladığındagöklere saçılan taş ve toprak, belki dakikalarca askerlerin üzerine yağıyordu. İşin kötüsü,helâya gitmenin mümkün olmadığı siperlerde baldırlara kadar gelen çirkef içinde şişmişcesetler vardı ki, bunlar zaman zaman patlıyor, sağa sola et parçaları saçılıyordu. Hastalık tehlikesi de baş göstermişti. Bu durum daha fazla süremezdi. Herhâlde bunu kumandanlar da biliyordu. İşte belki de bu yüzden, oakşamüstü, hem de o yol yorgunu aç askerlere hücuma hazırlanma emri verildi. Maksimler’in mekanizmaları kuruldu. Mühimmat kutuları açıldı. Şeritlere mermiler dizildi. Bu sırada erlerin başlarının üzerinde kurşun Sezer topçusu ateş açmış, düşen dânelerle ortalıkta kan gövdeyi götürür olmuştu. Rus toplarısiperleri bombalarken, dâneler patladığındagöklere saçılan taş ve toprak, belki dakikalarca askerlerin üzerine yağıyordu. İşin kötüsü,helâya gitmenin mümkün olmadığı siperlerde baldırlara kadar gelen çirkef içinde şişmişcesetler vardı ki, bunlar zaman zaman patlıyor, sağa sola et parçaları saçılıyordu. Hastalık tehlikesi de baş göstermişti. Bu durum daha fazla süremezdi. Herhâlde bunu kumandanlar da biliyordu. İşte belki de bu yüzden, oakşamüstü, hem de o yol yorgunu aç askerlere hücuma hazırlanma emri verildi. Maksimler’in mekanizmaları kuruldu. Mühimmat kutuları açıldı. Şeritlere mermiler dizildi. Bu sırada erlerin başlarının üzerinde kurşun sesleri duyuluyordu. Şiddetli ıslıkla gelen birkaçkurşun kum torbasını delip iki askeri muharebe dışı bırakmıştı. Vızıldayanlar ise, hızları azaldığından pek zararlı değildi. Ara sırakedi miyavlaması gibi “Mavvv!” sedası neşredenlerin ise, uzaktan geldikleri için korkulacak bir yanları yoktu. Bir faâliyettir sürüyordu. Zâten zâbitler makas dürbünle ne zamandır Rus siperlerini uzun bir süre gözlemişlerdi. Bu siperler çok değil, 50 metre kadar ilerideydi ama arada dört sıra tel örgü vardı. Bubölgedeki cesetleri, birkaç vahşi köpek öfkeyle gırlayarak çekiştirmekteydi. Bölgeyi aşmaları için çok zâyiât verileceği aşikardı. Tel makasları ise az sayıda olsa gerekti. Çok geçmeden çavuşlar ve onbaşılar, siperlere gelerek,hücum merdivenlerini muayene ettiler. Yanlarında bazı imamlar da göze çarpıyordu. Ardından imamların da ahlâkî nasihatleriyle asker hücuma hazırlandı. Bu sırada topçu çoktandır, destek için bombardımana başlamış,Rus siperlerini dövüyordu. Kumandanlara göre asker hazırdı. Siperlerde zâbitler korkuve heyecan içindeki, bazıları kusan, bazılarıise ağlayan erlere, “Doldur ve kapa! Süngüdavran! Süngü tak!” emri verdiler ve ardından, “Hücum merdivenlerine!” diye bağırdılar. Kumandanlarının düdük sesiyle siperlerden ilk anda yüzlerce kişi fırlar fırlamaz, RusPlemyot makinalı tüfeklerinin “güm-güm-güm-güm-güm-güm-güm!” sedâları işitilmişti. Böylece siperden ilk fırlayan yüzlerce kişiyi, 7.62’lik mermiler yağdıran makinalı tüfekleri delik deşik etti ve bu erler, siperden daha çıkamamış arkadaşlarının üstlerine kanlar içindeteker teker düştüler. Ama tabancalı zâbitlerinemirleri kesindi, bu yüzden ölenlerin üzerlerine basıp “Allah Allah” nidâlarıyla siperlerdenfırladılar. Bunların da yarısı biçildi. Ama askerçoktu. 7.62’lik Plemyotlar süngü hücumuna geçenleri acımasızca indiriyorlardı. Ancak bu sırada, Rus siperlerini döven topçu mesafeyi kısalttı ve bu kez ateş silindiri Rus siperlerinedoğru ilerlemeye başladı. Düşen, bağıran, yaralanan, ölen ve ağlayanlara aldırmaksızın erler adım adım Rus siperlerine doğru ilerliyorlardı. Ne var ki hücum birliklerinin ancak üçtebiri sağ kalmıştı. İki siper arasındaki 50 metrelik bölge, tepeleme ölü ve yaralı doluydu. Üstelik, yağan yağmur, ölü ve yaralılardan akan kanı neredeyse bütün araziye dağıtmış, bu bölgekıpkızıl kesilmişti. Hücum birliği yirmi metrekala koşmaya başladı ve Rus siperlerine girdiler. Bazılarının göğsüne süngü girdi. Ama çoğu sipere doluştu. Rus askerlerini süngülemeye başladılar. Kaburgalara rastladığında çoğusüngü kırıldı. Bu yüzden küreklerini çıkarıpRuslar’ı kürekle vura vura öldürmeye başladılar. O esnâda topçunun ateş silindiri Ruslar’ın bir gerideki siperlerinde hazır bekleyen ihtiyat birliklerinin üzerindeydi. Fakat Rus topçusu da göz açtırmıyordu. İşte bu anda, olayı uzaktan izleyen bir büyük süvari zabiti bağırdı: “Kılınç-çek!” İki saf hâlindeki süvârilerkılınçlarını çekip omuzlarına götürdüler. Aynı zâbit yine bağırdı: “Hazır-ol!” Süvâri erleri kılınçlarını ileri doğrulttular. “Bölükler!Marş!” emriyle ilerlemeye başladılar. “Tırıs!Marş!” diye bağırınca hızlandılar. Derken zâbit, “Dörtnala! Marş!” diye haykırdı. Hemensonra kumandan haykırdı: “Hücuuum!” Süvâriler at koşturup, askerin hücuma başladığı siperin üzerinden teker teker atladılar. Önsaftakiler birbirlerinden açıldı ve arkadakiler de öndekilerin arasındaki boşlukları doldurup tek saf oldular. Böylece Rus tarafınataarruza geçtiler. Ama burası çoktan piyâdetarafından ele geçirilmişti. Süvârinin şimdiki hedefi Rus bataryaları, yani Şnayderler idi.Dörtnala Şnayderler’e doğru ilerlediler. Dörtbataryadan birini ele geçirdiler. Ama onlarıbir sürpriz bekliyordu. Ansızın, sağ yanlarından, ucu beyaz flamalı uzun mızraklarıyla Kazak süvârilerinin taarruzuna mâruz kaldılar.Gözü dönmüş Kazaklar, mahmuzladıkları atlarını dörtnala onlara doğru koştururlarken, içlerinden biri, “Hiy tevye a rot!” diye küfredip,mızrağını bir süvârinin ağzına daldırıp ensesinden çıkardı. Kılınçlarıyla süvâriler, mızraklı Kazaklar karşısında çâresizdiler. Ama tamda bu sırada korkunç bir gümbürtü işitildi! Birat beş metre havaya uçtu.Derken ortalıkta, hem süvârilerin hemde Kazakların kolları, bacakları, gövdeleri vekafaları uçuşmaya başladı. Topçu bu bölgeyibombalıyordu. Gerçi süvariler ölüyordu! Amaolsun! Kazaklar da ölüyordu ya! Nihâyet piyade, Rus siperlerini işgal etti. Düşman geri çekilmişti. O dondurucu soğukta kar, işte bu sırada serpiştirmeye başladı. Tek bir silâh sesibile duyulmaz olmuştu. Ortalıkta artık bir sükûnet hâkimdi. Tâ elli metre geriden, o kaputlupaşa yanında yâverleriyle Rus siperlerine doğru ağır adımlarla gelmeye başladığında, ölülere ve inleyen yaralılara aldırdığı yoktu. Herhâlde bu duyarsızlığı, harbin bir neticesiydi.Ama adamın keyfinin yerinde olduğu anlaşılıyordu. Ancak Rus siperine vardığında, elindeki kürekle vura vura siperdeki Ruslar’dan birnicesini öldürdüğü için üstüne başına, suratına paçasına kan sıçramış bir er paşaya, “Kumandanım! Şu yaralılara bir bakın! Kolları bacakları artık yok! Dilencilik mi yapacaklar! Bizçiftimizi çubuğumuzu bırakıp buraya geldik!Bu harp kime ne fayda sağlayacak? Bizler kimin için muharebe ediyoruz! Evime sakat dönersem dilencilik mi yapayım!” diye öfkeylesordu. Kızan paşa ona, “Düşman vatanını işgâl edip karını bacını ananı kerkse, kadınların fahişe olsa, daha mı iyi olur!” diye bağırdı. Bunun üzerine er, “Fahişe para alır, amakarşılığında bedenini verir. Dilenci ise bir şeyvermeden, asalak gibi beleşten geçinir. Hangisi daha şerefli! Harpten sonra bu memleketin fahişelerle dolması mı, yoksa dilencilerle mi! Vatan kurtulursa, şeref madalyası verilen bir tek siz şerefli olacaksınız. Oysa biz,vatanı kurtarırken şerefimizi kaybediyoruz!”diye haykırınca, paşa, “Pezeveeenk! Pezeveeenk!” diye bağırarak askeri tokatlamaya girişti. Kar iyice serpiştirmeye başlamıştı. Ardından paşa, yâverine dönerek eri gösterdi ve “İsyân ve isyâna teşvik. İdam edin!” emrini verdi. Ama bu sırada Rus Şnayderleri’nin mevzilendiği tepenin ardından infilâk sedâları işitilince paşa küfrü bastı ve “Ricat ederken erzakları imhâ ediyorlar. Ben bu kıt’aları nasılbesleyeceğim!” diye söylendi ve yere tükürdü.Tükürüğü zemindeki karı eriterek kayboldu.Hava iyice kötüleşmiş, kar seviyesi daha şimdiden ayak bileklerine kadar varmıştı. O soğukta 77’lik dağ topları, az önce Şnayderler’inbulunduğu tepeye doğru öküzlerle çekiliyordu. Piyade ise bu tepeden aşağı zâten inmiş,kıt’aların sadece o geceki gıdası olan 60 kadarkoyun sayılmazsa, Rus erzak depolarında erzak yerine sadece, iki ton gibi külliyetli miktarda çay ve ancak zabitlere yetecek kadar şekerbulmuştu. Neyse ki, hava karardığında askerler, içine koyun eti katılmış sıcak, yarı pişmişbuğday çorbasıyla karınlarını doyurdular. Karyağışı devam ediyordu. Zâbitler mahrûtî çadırlarını kurdururlarken, erlerin çoğu açıkta, battaniyelerine sarınıp uyumak zorunda kaldı. İlkdonma vak’aları da o sabah olmuştu. Hâlâ yağmakta olan kar nedeniyle, kalk borusuyla uyanan askerler, üzerlerindeki kalın kar tabakasının ağırlığını hissettiklerinde şaşırmamışlardı. Kahvaltı yoktu, çünkü askere günde sadecebir öğün veriliyordu. Toplan borusuyla içtimânizâmı alındıktan sonra tipi başlamıştı. O soğukta neredeyse yarım saat ayakta beklediler.Derken bir mülâzım, bölüğünün başına geçerek, “Ruslar’ı takip ediyoruz. Öncü biziz. İrtibat dördüncü takımda olacak. Bölüğün öncüsü ikinci takım, hemen yola çıkacak. Emir kumanda takım çavuşunda!” emrini verdi. Mülâzım gittikten sonra çavuş, “Birinci takım, hazır ol! Sağa-dön! Tüfek-as! Sola çark-marş! li-leri! Âdî adım!” emirleriyle, birliğinin solunda olmak üzere onlarla beraber yola koyuldu.Tepeden aşağı inerken, takım dağınık nizâmageçti. Mavzerlerin sürgüleri çekilip beşer mermili şarjörler basıldı ve sürgüler itilip kapatıldı. Şiddetli tipi devam ediyor, askerlerin zâten buz kesip hissizleşmiş olan kulakları sadece rüzgârın uğultusunu algılıyordu. Dizlerinekadar gelen karda bata çıka, tâ öğle vaktinekadar dağ yolunda yukarı tırmandılar. Sol tarafları uçurumdu. Sağda ise dağın bembeyazzirvesi görünüyordu. Tipi daha da sertleşince,erlerin kaybolmaması için çavuş, “Yanaş!” diye bağırdı. Kar elbette ki Ruslar’ın ayak izlerini çoktan örtmüştü. Bunu bilen çavuş, onbaşıyı çağırarak ona, “Yanına bir manga al. Yoldanbir saat ilerleyip keşif yap. Tehlike varsa bekleve haberci gönder. Tehlike yoksa bizim gelmemizi bekle,” dedi. Bunun üzerine onbaşı, yanına on iki er alarak ilerlemeye başladı. Aradanyarım saat geçmişti. Takımın erlerinden biri,onbaşıyı keşfe gönderen çavuşun yanına gelipona, “Kumandanım! İçimde kötü bir his var!”diye sızlandı. Çavuş, “İyi bir his olacak değil ya!Çünkü harpteyiz,” deyince er, “Kumandanım,böyle yerlere çığ düşer,” dedi. Çavuş gülerek,“Kar yağıp, güneş açar da tekrar kar yağarsaçığ düşer, câhil!” dedi. Çok geçmemişti ki gökgürültüsü gibi kısa bir sedâ işittiler. Birkaç er,“Çığ geliyor!” diye ardı ardına bağırdı. Derkenkorkunç bir çatırtı duyuldu ve zirveden, tabaka tabaka değil, koskocaman bir kar bulutunun yeri göğü inlete inlete tam üzerlerine geldiğini gördüler. Az sonra hepsi kar bulutununiçindeydi. Ciğerleri toz gibi karla dolmaya başladı. Bu, korkunç bir ölümdü. Denizden fersahlarca uzakta, boğularak öldüler. Ama yeni yağan kar sesi yuttuğu için, o sırada mangasıylakeşifte olan onbaşı çığ sedâsını işitemedi. Takımdaki arkadaşlarının ölümlerinden habersiz yollarına devam ettiler. Vakit akşamüstüneyaklaşırken, öncü eri elini kaldırıp mangayadurmalarını işâret etti. Hemen yere yattılar.Dağ yolunun sağa kıvrıldığı yerde, hem de soldaki tümsekte kum torbalarıyla tahkim edilmiş bir makinalı tüfek mevzii vardı. Bunun gerisinde ise bir mahrûtî çadır kurulmuştu. Kapalı havada, çadırda yanan petrol lambasınınışığında iki siluet görmüşlerdi. Kum torbalarının arasındaki Plemyot onları korkutmuştuama açtılar ve et yemek istiyorlardı. Erlerdenbiri sırıtarak onbaşıya, “Kumandanım, biz oniki kişiyiz. Onlar ise yedi kişi. Eğer haklarından gelip yolu açarsak, bir de Plemyot’u elegeçirirsek, mülâzım bize bir lira ikrâmiye ileen az on saat istirahat verir. Biz on iki kişi deo parayla bir koyun alır, haşlar yeriz!” dedi.Birçok erin yüzüne de umut dolu bir gülümsemedir yayılmıştı. Ancak biri, “Yeterince kandökülmedi mi! Allâhım! Beni neden yarattında başıma iş açtın?” diye söyleniyordu. Onbaşı ise bir süre düşündükten sonra, “Tamam,”dedi. “İşi el bombalarıyla hâlledeceğiz. İki kişi yolun solundan çadırdakilere ateş açacak.Siz üçünüz! Otuz adım sürünüp yolun sağındaki kayanın ardına geçin. Dört kişi benimle birlikte buradan mevzie doğru sürünecek.Siz üçünüz ise tüfenklerinizi burada bırakın.Arkadaşlarınızdan el bombalarını alıp palaskalarınıza geçirin. Ama önce bomba çubuk kapaklarını açın ki, bilyeleri hemen çekebilesiniz. Mevziin arkasına geçmeyin, yoksa bizimkurşunlar size değer. Siz bombaları fırlatmayabaşladığınızda biz de hep birlikte ateş açıp sizikoruyacağız. Haydi! Allâh’a emanet olun!” Busözleri işiten et peşindeki askerler sürünerekmevzie yaklaşırlarken, Rus askerleri anlaşılan kendilerini emniyette hissediyorlardı kihep birlikte, “Volga Volga ma dradnaya!.. Volga Ruskaya reka!” diye hüzünlü bir şarkı söylüyorlardı. Derken o bembeyaz manzara içinde, kapkara el bombaları döne döne uçuşmaya başladı ve Ruslar’dan biri, “Granata!” diyebağırıp, yere düşen el bombasını kavrayarakatıldığı tarafa fırlattı. Gümbürtünün ardındanbir süre inlemeler duyuldu. Bu sırada çavuşun adamları mavzerleriyle ateş açmış, amaiki Rus da makineli tüfeğin başına geçip silâhı kurduktan sonra ölüm yağdırmaya başlamışlardı. Kayanın ardından ateş eden iki asker, Plenyot’un namlusundan çıkan kurşunların darmadağın ederek sağa sola saçtığı taşparçalarıyla kanlar içinde yamaçtan yuvarlanıp düştü. Bu sırada bir Rus el bombası çavuşun yanıbaşında, kara gömüldü. Geri fırlatmaküzere çavuş bombayı ararken şiddetli bir patlama oldu. Makinalı tüfeğe tam bir bomba fırlatılmıştı ki, bir Nagant tabanca patladı ve ardından bomba infilâk etti. Bombanın isâbet ettiği Plenyot’tan dumanlar tütüyordu. Rus askerleri kanlar içindeydi. Ama bir kişi dışındamangadan da eser kalmamış, daha birkaç dakika önce gözlerinde umut kıvılcımları oynaşan herkes ölmüştü. Mangadan kalan son kişi,mavzerine abanarak yerden kalkmaya çalıştı.Ama bu çok zordu. Çünkü bir mermi bacağını sıyırmıştı. Bütün gücünü kullanıp, inleyerekyerinden doğrulmayı başarabildi. Silâhını baston gibi kullanıp bir iki adım attı. Çenesindenaşağı sıcak sıcak bir şey akıyordu. Elini yüzüne götürdüğünde, sol yanağının deşilip aşağısarktığını fark etti. İnleye inleye ve güçlükle,Rus çadırına gitti. Mavzerinin namlusuyla girişi açtı. İçeride, ölmek üzere olan bir Rus zâbitivardı. Zabit ona baktıktan sonra, “Kto ti?” diyesordu. Asker ise ona, “Minya zabut Âlî İhsan,”diye cevap verdi. Zâbit, “Vaş otyets?” diye sorunca askerden, “İhsan Sait,” cevabını aldı. Zâbit orada son nefesini verdi. Bacağındaki hafifyara ve boydan boya sıyrılıp kan içinde sarkmış sol yanağıyla Âlî İhsan, silâhına dayanarakzorbelâ, yolun kıyısındaki kayaya doğru ilerledi ve buraya oturdu. Çünkü ödemesi gerekenbütün bedelleri ödediğini düşündüğünden, canı artık çekiliyordu. Tipi şiddetini daha da artırmıştı. Az sonra donacağı kesin gibiydi. Amaaslında, kulaklarında uğuldayan rüzgâr değil,tabiatın sesiydi. Evet! Tipisi ve dondurucu soğuğuyla Tabiat bir düşmandı ama, işin en acıyanı, bu düşmanın dâimâ haklı olmasıydı. Kaya üzerinde kımıltısız bekleyen Âlî İhsan, Tabîat’ın sesini dinlemeye başladı. Seste anlamyoktu ama güzellik vardı. Onu az sonra donduracak tipinin uğultusu bile güzeldi. Bunu farkettiği için sevindi. Tabiat ona gerekli mühleti tanıyacaktı. Önce kibirli olduğu için af diledi. Cinâyetleri, hırsları, ihânetleri için af diledi. Hodbinliği, korkaklığı, hakâretleri, zulümleri, isyânları için af diledi. İnançsızlığı, cehâleti, hissizliği için af diledi. Yaptıkları ve yapmadıkları için af diledi. Ve nihâyet, var olduğu için af diledi. Son gücüyle başını kaldırabildiğinde, göklerdeki kapkara bulutlar ardındaki Terâzi Burcu’nu galiba görmüştü ve gâliba kefeleri dengedeydi. Bu gücü harcadığındabaşı önüne düştü. Hava karardı. O, artık taşaoturmuş, buzdan bir heykeldi. Derken tipi duruverdi.Çekik