Gönderi

Trabzon, kıyıda demirlemiş, her biri aşağı yukarı ikişer grostonluk dört paslı askerî nakliye sefinesi ile, mazı ve akçaağaçlar içinde âdeta kaybolan Fâtih Câmii ve çevresindeki, herbiri mütevâzı birer mimârî şâheseri olan küçük evler ile, başta Zağnos Paşa’nınki olmaküzere taş köprüleri ve nice câmi ile, Küçük Ayvasıl Kilisesi, hükümet binâları, konaklar, kâşâneler ve semâda uçan martılar ile, evet! İşte bu hâli ile Trabzon o sabah yağmur sonrası, Kara­deniz açıklarından bir sulh, sefâ ve selâmet şehri olarak âde­ta cennet gibi görünüyordu. Ama görüntüsünün üzerinde ufkî ve şâkulî iki çizgi, bunların üstlerinde ve yanlarında ise, nişângâhın iç taksimât rakamları vardı. Derken sert ve şedit bir ses duyuldu: “Zagruzka! Pastoraniye devyitsot!” Bu kar­şı konulmaz emrin ardından, suratları isten kapkaradört tomarcı, iki metre uzunluğundaki cehennemi mermiyi kan ter içinde var güçleriyle,18 inç çapında ve neredeyse bir minâ­re uzunluğundaki o lendûhâ misâli topun kamasından içeri sürdü. Kamacı hava supabını açtıktan sonra dört parça imlâ hakkı da, kızak üzerinden zorbelâ kaydırılıp dev topun namlusuna dolduruldu. Topun has çelikten mamûlmuaz­zam kama bloğu gümbürtüyle kapanınca nişâncı erler levye­lere asılır asılmaz, tareti döndüren ve dev topa irtifâ veren koskoca madenî çarkların çelik dişlileri birbirlerine geçiver­di. “Çata-çata-çat-çat! Çat!” sesleriyle ölümcül top he­defe tevcih olurken, son bir“Çaaat!” sesiyle durduğu anda, kule sarsıldığıiçin mürettebat oraya buraya tutunmuştu.Kuledeki sessizlik, gözünü nişangâhın içtaksimâtından ayırmayan nişâncının, “Gatovi!” sesiyle bozuldu. Erler elle­rini kulaklarınagötürüp eğildiler. Ardından deniz topçusu Yüzbaşı Almaşov, “Stelyat!” diye bağırır bağırmaz,devâsâ top, kulakları sağır eden dehşetengizbir gümbürtüyle patla­yıp beşiği üzerinde geriteperek tekrar yerine oturdu ve kule dumaniçinde kaldığından gümbürtüyü mürettebatınöksü­rük sesleri takip etti. 300 kiloya yakın trinitrotolüin tahrip maddesi taşıyan cehennemi mermi, Rus dretnot topunun namlu ağzından döne döne çıktığında, tam altındaki denizsathı, infilâk tazyikiyle yarım kulaç alçalmıştı. Ancak mer­mi, Trabzon’a asker getiren Hüdeyde nakliye sefinesinin bordasına değil, Padişahımızın inşâ ettirdiği cephâneliğin garp tarafındaki tarlaya düşüp infilâk ederek on metre kut­runda bir çukur açtı. Şehirdeki sahil topçusu teyakkuza ge­çerken Rus dretnotu, rüzgârın sürüklediği sis içinde bir gö­rünüp bir kayboluyordu. Hemen sonra tekmil batarya mukâ­bil ateşe başladı. Ama Trabzon açığındaki çelik Rus dretno­tunda Yüzbaşı Almaşov, “Vsotadva! Astavit tri!” diye bağır­dıktan az sonra, omuazzam top, namlusundan ateş, duman veölüm kusarak yine gümbürdedi ve dâne, bukez bordası­na isâbet edip infilâk edince alevleriçinde kalan sefinenin omurgası, tiz bir gacırtıyla ikiye ayrıldı. O koskoca Hüdey­de, birkaçdakika bile geçmeden iki parça hâlinde dibeba­tarken meydana getirdiği girdap, sefinedenatlamaya muvaf­fak olan zavallıları da derinliklere çekmişti. İşte bu sırada, sahil topçusunun menzili dışında ve sisin içindeki Rus harpgemisinin bulunduğu yerde parlak bir yalımpeydâ oldu ve hemen ardından aynı yerden infilâk sedâsı tâ tepelerden ak­setti. Sis bir araseyreldiğinde, sahildekiler, Rus dretnotununpupasındaki yangını fark ettiler. Muharebeyiterk etmiş, şimâle doğru tam yol seyrediyordu. Rus harp gemisini kaçı­ran Hamidiye ise, üçbacasından hışımlı ve kıvılcımlı kapka­ra dumanlar püskürttüğü hâlde çeyrek saat sonragarpta burnu dönüp, mavi bir atlas gibi sâkinve dümdüz denizi keskin bir hançer gibi yarıp mahmuzunun iki tarafından saçtığı öfkelive deli köpüklerle tam yol seyrederek, Trabzonaçığında bütün heybetiyle görünür görünmez,ahâli sevince boğuldu. Kaçan düşman dretnottakiler haklı olduklarına inanıyorlardı. Çünküdevlet, medenî dünyadaki 2000 sene­lik şövalyevâri ananeyi ihlâl edip, harp ilân etmedenonların limanlarını bombalamıştı. Ne saf medenî ne de saf barbar olan kırmalarla düşmanları arasındaki fark, seyisi ile şöval­ye, dahadoğrusu onların binek hayvanları arasındakifarkla aynı sayılırdı. Bu yüzden onlara ‘şövalye’ değil ‘aselye’, hattâ ‘asine!’ diye hitâp etmekdoğru kaçardı. Ödemeyi taahhüt et­tiği borçları bile ödemeyen devletin, ‘kredo ki absürdüm’düstûrunu asırlar evvel bırakan medenî dünyanezdindeki kredibilitası, evvel zamanın yiğitlik masallarına dayanan abes haysiyeti, bir zamanlar cihân hâkimi olmanın getirdiği fasaryaşerefi, mekrûhâne işportasında tenzilâtla bile müşte­ri bulamaz olmuştu. Ama aslında budoğru değildi: Rus li­manlarına yaklaşmak içingri boyayı, sapa rotaları, sisli ha­vayı değil de,barışı kamuflaj olarak kullanmak, askerî biral­çaklıktı. İşte Rus dretnotu kaçıyordu. FakatHüdeyde nakli­ye sefinesini batırmaya muvaffak olduğunda, sahildekiler bu harp sefinesineküfrü basmışlardı. Çünkü onlar için haklı yâhut haksız olmak değil, birilerinin kendilerinezarar verip vermemesi önemliydi. Yine de Hamidiye çıkagelip o dretno­tu hasara uğrattığında düğün bayram etmişlerdi. Ama ordu­gâhtaen çok sevinenler, batan Hüdeyde sefinesinden daha dört saat önce sahile çıkan kıt’alarınaskerleriydi. Belki şeyh­lerinin kerâmeti, belkimuskalarının koruyucu hassası, belki ana baba duası ve belki de cıvalı zarları sayesinde tâlihin kendilerine yâr olduğuna, böylece mutlakbir ölümden kur­tulduklarına inanan bu askerler, ancak yarım saat gibi kısa bir müddet ordugâhtaki diğer erat ve zâbitin kıskançlıkları­nahedef olmuştu. Çünkü zaman kıymetliydi ve okış hava­sında daha geçit resmi bile yapılmamıştı. Derken erbaşlar, Hamidiye’yi seyredenerlere, “Haydi ruhsuzlar! Canlanın! Çadırlarısökün! Direkleri ayrı yerde istifleyin! Sen! Kepaze! Bakıp durma öyle! Hiç mi sefine görmedin! Haydi! Başlat­mayın zifirînize orostopollar! Üstünüze ölü toprağı mı ser­pilmiş! Yallâh!İş başına!” diye haykırırlarken, daha kahval­tıbile yapmayan zavallılardan biri ezkazâ aç olduğunu söy­lese onu, “Sen hangi dondan fırladın!” diye azarlıyorlardı. Aksi gibi o dondurucu soğukta şiddetli bir sağanak da başla­mıştı.İmparatorluğun dört bir tarafından gelmiş erbaştan bir Arap onbaşı, bir yandan ordugâhtaki çadırların sökülme­si için sağa sola emirleryağdırırken, erattan kayış atıp kaçan kurnazlara, lâkırdıya boğup işi savsaklayan sümsüklere, şa­fakta tuttuğu üç saatlik nöbetten sonra çömelip kuytuda yestehlerken oracıkta uyuyakalan miskinlere, “Yelan elkıs halı halakak!Bedı niktız memhune!” diye haykırıyordu. BirAcem çavuşu ise, top arabasını toparlağa koşmakta üşengeç ve beceriksiz bulduğu erlere,“Sizi mâdercendeler! Haydeh! Haydeh! Kirhorlar sizi!” diye bağırırken, o yağmur altındaerlerden biri, “Ama kumandanım! Yemek bile yemedik!” deyince köpüren adam, “Kirâmdehânet! Maderkahpe!” di­ye haykırmıştı. Diğer çavuşlar ve onbaşılar, yük semerleri vurulan bir kısım katırlara Alman malı dağ toplarının çelik namlularını, bunların ağır beşiklerini, koca tekerlekleri ve kalın dingillerini, dâne,kovan ve tapalardan ibâret cephane­lerini veedevâtlarını, bazılarına ise makinalı tüfek veşerit kutularını, şeritlere mermi dizme gereçlerini, mesnetlerini, yedek namlularını yükletiyordu. O köhne, tekerlekleri gıcır­dayan erzakve cephâne arabaları pek itimât telkin etmeseler de bunları çeken beygirler sağlıklı gibiydi.Küçük çaplı dağ topları toparlaklara rapt edilmiş ve cephânelerinin tamamı­na ve bunlarakadanalar tam koşulmuştu ki, o anda sağanakşiddetini artırdı. Sicim gibi yağmur Enverî hâkîfeslerden er­lerin burunlarına, bıyıklarına veçenelerinden sinelerine akı­yor, kaputlarındanve beşer kütüklük bulunan palaskaların­dandolamalarına ve nihayet potinlerine sızıp bedenlerinde ıslanmadık yer bırakmıyordu. Yağmur o kadar şiddetliydi ki, rüzgâr karşıdandarbe darbe esince insanın ciğerlerine dalgadalga su kaçıyor, damlalar adamın yüzündeacıtırcası­na şakır şakır şakladığından ağzı vegöz kapaklarını açmak ve konuşmak imkânsızhâle geliyordu. Erat arasında resmî geçidin iptal edildiği fiskosu çıkmıştı ki, yağmur önce sey­reldi, en sonunda da diniverdi. Gökyüzü açıldığında içtimâ borusu çalıyordu. Bir zâbit, “Resmî geçit olacak!” diye bağır­dığında, küçük zâbitler kıt’alarına doğru koştular. Bu sırada askerî bando marş çalmaya başladı. Paşalar veyüksek zâbit­ler tentenin altında, resmî geçidiseyredeceklerdi Bu zevât bekletilmekten hoşlanmazdı. Bu yüzden uzakta bir yerde sü- vâri taburunun kumandanı, sağda ve solda ikişerli kolla iler­leyen bölüklere, “Bölükler! Dörderle kol! Marş!” diye bağır­dı. Bölükler bu nizâma geçince, “Birinci ve üçüncü bölükler! Sola! İkinci ve dördüncü bölükler! Sağa! Çark!Marş!.. Du­uuuur! Hizâya geeel! li-leri!” diyehaykırınca tabur, atların, “lak-a lak-a lak-a lak-a lak-a” sesli adımıyla ilerlemeye başla­dı. Tamyüksek zâbitâna yaklaşmışlardı ki, kumandan,“Ta­bur! Tırıs! Marş!” diye komut verince askerler hayvanlarını “lak lak lak lak lak lak” tırısa kaldırdılar. Kumandan kılına­nı çekmişti.Zâbitânın önünden geçerken, “Sağa bak!” diyebağırdı. Bu sırada askerî bando gümbür gümbür marş çal­maya devam ediyordu. Trompetçiler yanaklarını şişirerek trompetlerini “tattara ta rii tat tara ta rii” diye üflerken, ıt­tırâdlaorta neferi erat tadât defteri getirdi. Ama davulun “böm bon bön bum” sedâsı ve zillerin“dıs dis tiz diz” sesle­rinden, önleri gönleri yaldız yıldız içinde aziz ve nâçiz jön ve bön zâbitânın gözünden bu kaçtı. Ancak bu görkemligeçit resmi uzun sürmedi. Gökleri ansızın kapkara bulutlar kap­ladı ve artık kurşunîye çalan denizin ortasına bir yıldırım düştü. Derkenkapkaranlık ve devâsâ bulutta gizlenen karave kinli devin kuvvet ve öfkeyle üflediği fırtına ortalığı allak bullak etti. Resmî geçidi seyreden zâbitânın tentesi ve kal­pakları tâ denizekadar savruldu. Çok geçmeden yine bar­daktanboşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Zâbitler bir­liklerine, “Koşar adım! Marş! Marş!” emri verdiler. Artık harbe katılma zamanıydı vecepheye yürüyüş, şu andan tezi yok başlamıştı.Bu yürüyüş kış vakti, dondurucu soğukta birkaç gün sürecekti. Trabzon’dan o sabah ayrılanbu kıt’alar sarp dağ yolundan dörderli kol nizâmında tepelere tırmanır­larken, önden gidenlere âit, Krup mamûlü o muazzam çelik obüslerin balçıklı yolda açtığı derin çukurlar, yürümelerini enikonu zorlaştırıyor, askerler çamura bata çıka ilerliyordu. Ağır malzemenin taşınması ise ayrı bir dertti. 77 milimlik toplara koşulu altışar katır bu ağır ve korkunç silâhları dağ­dan yukarı taşımaya yetmiyor, buyüzden o yağmur altında erler de hayvanların kantarmalarına asılmaya, hattâ topları vetoparlakları olanca güçleri ve aç karınlarıylaarkadan it­meye veya önden çekmeye mecbûr Emir gereği malzemeyi ve kıt’aları gece yarısından önce ve iliklere işle­yen soğuk havada, zirveye yakın o köye eriştirmekzorun­daydılar. Ama her birini sekizer öküzünçektiği şu 155’lik dört toptan, hem de ikisi birden çamura saplanınca, at üze­rindeki miralaylugerini kılıfından çıkarıp kurduktan sonra ağzına soktu ve tetiği çekti. Silâh sedâsından ürken at, in­tihâr eden zâbitin sol ayağı üzengiye takılı olduğu hâlde kiş­neyip şaha kalktıktan sonra dörtnala koşturmaya başladı. Hayvanı 200 adım ötede durdurabildiler. Birkaç kurnaz, zâ­bitin tanınmayacak hâle gelen cesediniyol kenarına taşıdık­tan sonra atına boyunduruk vurup öküzlerin önüne koştu.“Yisa! Ha gayret!” derken bu toplardan önce biri, sonra da diğeri çamurdan kurtuluverdi. Hava kararıyordu ama asker daha hiçbirşey yememişti. Herkes o gece varmaları gereken köyde tıkınacağı yemeğin hayâlini kuruyordu. Nihâyet ka­ranlık çöktü ama yine yokuş yukarı ilerliyorlardı. Petrol lambaları yakıldı ve bölükler birbirlerini kaybetmesin diyeher grubun önünde ve arkasında eli fenerli neferler görev­lendirildi. Çok geçmeden, yorgunluk ve soğuktan artık his­setmedikleri tabanlarının altından gelen “katır kutur kart kırt” seslerinden, kar üzerinde yürüdüklerini anladılar; de­mek ki zirveye yaklaşıyorlardı. Derkenkar önce bileklerine, sonra da dizlerine kadargelmeye başladı. Nihâyet gece yarı­sına doğrubirkaç cılız ışık göründü. Köye varmışlardı veen iyi tarafı burası artık düzlüktü. Köyün içinegirdiler, ama hiçbir zâbit, “Kıt’a dur!” diye bağırmadı. Çünkü geçtikleri yolun sağında ve solunda, hastalıktan ölmüş birkaç askerin cesedivardı. Hâlife Efendimizce ilân edilen cihâd davetine riâyet eden bu zavallı askerlerin, müslüman köylüler tarafın­dan neden defnedilmediği belki, mezarlıklarında nesebi gay­rı sahîhşahıslar istememelerine bağlanabilirdi. Köylünün evine gelen misafir yer içer, er ya da geççekip giderdi; ama kabristanına gelirse, ebediyete kadar orada istirâhat edebilir­di. Gâlibazâbitler de bu fikirdeydiler ki, muhtarın evinden öfkeli bağırış çağırış sedâları işitildi. Aslında askerler kız­makta pek haklı sayılmazlardı.Çünkü ordu, bu harpte do­narak ölen binlerceaskerin cesedini, ancak yarım asır kadar sonratoplayıp gömecekti. Vatanı uğruna yaşayan birine kö­pek, yine vatanı uğruna ölene de köpekleşi muamelesi yap­mak, gâliba bir devlet geleneğiydi. Fakat bu meselelerle alâ­kası olmayan o aç, soğuktan tir tir titreyen ve bütün günyü­rümekten bîtâp düşmüş askerlerin korktukları başlarına gel­mişti: Evet! Köyde hastalıkvardı ve buranın suyu asla içil­meyecek, köydeçeyrek saat bile mola verilmeyecekti. İşin daha da kötüsü, tanyeri ağarana kadar yürünecekti. O şid­detli yağmur altında kara ve balçığa saplanan obüsleri, pet­rol lambalarının ışığı yardımıyla beygirlerin kantarmalarına vekolanlarına asılıp çekmeye çalıştılar. Hayvanların toynak­ları balçıklı karda kayıyor, dizlerine kadar kara batan erler ikide bir batağakapaklanıyorlardı. Derken bir de tipi çıktı. İşler çığırından çıkmış gibiydi. Hemen hiçbirinin kollarında mecal kalmamış, debelenip çırpınmaktan hepsinin nefesi daralmıştı. Şafaksökene kadar ölüp ölüp dirildiler ama, dize kadar gelen o karın içinden tonlarca ağırlıktaki obüsleri yü­rütüp, ikmâl arabaları ve malzeme katırlarıyla birlikte zirve­yi aşmaya muvaffak oldular. Rüzgâr kesilmiş, hava açmıştı. Zirveden aşağı baktıklarında, tam altlarında uyuyan muaz­zam bir bulut gördüler. Kartallar gibi uçurumların ve bulut­ların tepesindeydiler. Yine de onlar, şehit ve zâbit olmadıkça burada bir taştan birer âbide olarak kalamazlardı. Erlerin canlarını, zâbitlerin ise sicillerini tehlikeye atacağı cephe on­ları bekliyordu. Bu yüzden duramadılar. Tepeden aşağı in­mek karın kayganlığı nedeniyle daha zorolacaktı. Ama öğle­ye doğru kar kalınlığı azaldı. Öğleden sonra ise artık yine ça­mur üzerinde ilerliyorlardı. Neredeyse iki gündür yemekye­meyen, uyku uyumayan askerlerin bacaklarında mecâl kal­mamış, yorgunluktan nefesleritükenmişti. Ama en sonunda düzlüğe erişmişlerdi. İşin kötüsü bir 155’lik obüsü çeken öküzlerin ikisi devrilmiş ve mülâzım tarafındanalınlarının ortasına ateş edilerek vurulmuşlardı. Askerin bütün ısrarına rağmen öküzleri kesip yemek yerine, cepheye bir an önce erişmek için oracıkta bıraktılar. Derken akşamadoğru, bal­çık içindeki yolun karşısından, cepheden yaralı taşıyan iki kağnı gördüler. Kanlar içindeki, ağlayıp inleyen yaralılar arabalara âdeta tepeleme yığılmıştı. Asker ilerlerken bir bü­yük zâbit öndeki kağnıya “Duuur!”diye bağırmıştı. Maksa­dı kağnıların öküzlerini çözüp bu hayvanlara top çektirmek­ti. Amasıhhiye onbaşı öküzleri vermek istemiyordu.Onba­şı, “Kumandanım! Yaralıları bu soğuktadağ başında bırak­mayın! Hastahâneye gitmemiz gerek. Yoksa ölecekler!” de­yince zabit, “Bukağnıların öküzleri toplarımızı cepheye ka­darçekmezse harbi kaybedebiliriz. Kazandığımızan, bu an olabilir. Bu yüzden size ölmenizi emrediyorum!” deyip atını mahmuzladı. Bu zabit atını koştururken hayvanın toynakla­rı sadece vıcık vıcık balçığı değil, yoldan daha önce geçen as­kerlerin gaitalarını da eziyor, kusmuklarını ve fışkılarını sa­ğa sola sıçratıyordu. Onlardan önce bu yoldan cepheye gi­denbinlerce askerden sonra çamur, artık dışkı veidrar kok­maktaydı. Demek ki cepheye fazlabir şey kalmamıştı. Ancak kimsede can kalmamış, hemen herkes sıfırı tüketmişti. Bu­nunlabirlikte, gece yarısına doğru uzakta cılız ışıklar görün­dü. Bir köye yaklaşıyorlardı. Tabanakuvvet biraz daha yol aldıklarında, gece yarısından çok sonra yirmi hâneli bir kö­ye girdilerve birbiri ardına, “Mevzûn adım! Marş!.. Yerinde say! Marş!.. Kıt’a dur! Hazrol! Sola-dön!Rahat dur!.. İstira­hat et!.. Sağol!” sesleri duyulmaya başladı. Zabitler evlere, çavuş ve onbaşılar ise ahırlara yerleşti. Karavana çıkmamış­tı,zâten herkesin gözünden uyku akıyordu. Buyüzden erler oracıkta kurdukları çadırlarındauykuya çekildiler. Şafakta, yani üç saat kadarsonra yola çıkacaklardı. Karın doyurmak içinen fazla iki buçuk saat uyuyabilirlerdi. Soğukta tir tir tit­reyerek dalıp gittikleri uyku, alt tarafı bir buçuk saat sürdü. Kalk borusu üfleniyordu. Ama onları güzel bir sürpriz, yani sıcakyemek bekliyordu. Kavurmalı aş ve köylülerden mak­buz karşılığı alınan ekmeklerle karınlarını doyuracaklardı. Ancak bir bölükte herkes doymadı. Çünkü dindar bir onba­şı, uykuda kendisini şeytan aldattığı için karavanalardan bi­rinde su ısıttırıp boy abdesti almış, buyüzden yemek eksik çıkmıştı. Anlaşılan onuniçin ibâdet hemen herkeste olduğu gibi, Allâh’ın hoşnutluğunu kazanmak için yapılan birMa­sonvâri âyin, belki de itiraf edilemeyen birbüyü idi. Dinine bağlı onbaşı nedeniyle pekdoymayan erler ne kadar homur­dansalar daiçtimâ borusu çalındı ve yürüyüş nizâmınage­çildi. Aksi gibi hava kapamış, yağmur çiseliyordu. Verilen moladan sonra az çok kendilerini toplamış askerler çamurlu yolda ilerlerken, dev ve kapkara yağmur bulutları iyicealçal­dı ve daha geçen gece elbiselerini kurutmayı başarmış olan­ları bile ıpıslak etti. Öğleye az bir zaman kala bayır aşağı in­meye başladılar. O kapkara dev yağmur bulutları hâlâ tepe­lerinde, tâ ufka kadar uzanıyordu. İşte o anda şark tarafında, bulutlardan biri, tamaltından aydınlanır gibi oldu. Bu şim­şek değildi. Sanki buluta aşağıdan bir anlık, kuvvetli bir ışık tutmuşlardı. Derken bu hâdise tekrarlandı. Askerler şark uf­kuna bakıyorlardı.O kapkara yağmur bulutlarının altları bir anparlıyor, sonra yine kapkara kesiliyordu. Buanda, birbiri ardına, “Duuur!” emirleri işitildi. Askerlerin ayak sesleri ve arabaların tekerlek gıcırtıları kesildi. İşte o sessizlikte, tâ uzaktan, şark tarafında fersahlarca ötedeki cepheden gelen, belli belirsiz, “Dum-bt! Dubt!.. Dum-bt!..” sesle­rini işittiler. Bunlar top sesleriydi.Namlu ağız alevlerinin kuvvetli ışığı, kapkara bulutların altını aydınlattıktan ancak saniyeler sonra patlamaları kulağa geliyordu. Bazızâbitler dürbünleriyle top sedâlarının geldiğiyere bakıyorlardı. Çok geçmeden ortalık, “Âdîadım! Marş!” emirleriyle hareketlen­di. Erlerin çoğunun gözünde cesaret parıltıları oynaşıyordu. Bunlar genellikle hiçbir muharebeyekatılmamış olanlardı. Bazılarının ise dudakları kıpırdıyor, anlaşılan dua ediyorlar­dı. Ancak bir iki kişi heyecandan kustu. Ağlayan isehemen hemen hiç yoktu. Birkaç fersah yoluakşamüstüne kadar kat edip topların sadecesedâlarını değil, zangırtılarını da hisset­meyebaşladıklarında cepheye vardıklarını anladılar. Bu sıra­da, beş dakika sonra varacakları tepenin yamacına, 152’lik Rus obüsünün dânesinin düşüp infilâk ettiğini gördüklerin­de huzursuzlandılar. İnfilâkın şiddetiyle ön taraftaki asker­lerin üzerine taş ve kaya parçaları,toz toprak yağmaya baş­lamış ve yağmaya dadevam ediyordu. Öyle ki, aradan iki da­kikageçmesine rağmen bu toprak yağmuru sürdü.Tepeden aşağı dört zâbit at koşturuyor, dörtmanga da onları geriden takip ediyordu. Zâbitlerden ikisi topların yanında durup, ona selâm çakan astına tepeyi işâret etti, derken geldiği yol­dan dörtnala geri döndü. Diğer zâbitlerpiyâde birliklerinin kumandanına heyecanlabir şeyler anlatıyorlardı. Ardından gelen emirle topçu erleri, 77’lik sekiz topu, bu korkunçsilâhları çeken hayvanların boyunduruklarına asılıp tepeye çekmeye başladılar. Zirveyeulaştıklarında karşılarında, bir­birine paralelkazılmış, boydan boya uzanan Rus siperlerinigörüverdiler. Ve üzerlerine yağmur gibi kurşun yağdı. İkisi düştü, biri ölmüş diğeri acılar içinde bağırıyordu. Zirvenin emniyetli tarafına kaçan üçüncüsü, tabancasını çeken topçu zâbiti tarafından vuruldu ve yüzüstü yerekapaklandı. Emir­ler yağdıran zâbit, topları toparlaklardan söktürdü ve her bi­rini mevzilere yerleştirdi. Bu sırada yanlarında bir 152’liŞnayder dânesi, “Jjjjjj-Gümmmmm!” sedâsıylapatladı. Ku­laklarında “Vvvuuuuu!” sesiyle numara erleri, her ne kadar zâbitin emirleriniişitemeseler de ne yapacaklarını biliyorlar­dı.Topların mahmuzlarını zemine sâbitlediler.Nişângâhları ve manzara dürbünlerini mahfazalarından çıkarıp topların sol tarafına monte ettiler. Ruhluyu ortalayıp topları hizâladılar. Yağmur gibi yağan kurşunlar topların çelik kalkanlarına “tin tin tin tin tin” diye çarpıyordu. Kamacı erleri teker teker kamalarıaçtılar ve “Hazır!” diye tekmil verdiler. Derken ba­tarya kumandanı, “Tekmil batarya! Barut hakkı 2! Müsade­meli! Tepedeki Şnayderler’e! 1.800! Soldan ateş!” diye ba­ğırdı. Toplar,“Gü-Gü-Güm-Gümmm!” sedâlarıyla patladı veçelik namlular beşik üzerinde geri tepti. Toplardan ateş­lenen dâneler Rus mevzilerine düşer düşmez birbiri ardına infilâk ettiler. Kamacılar levyeleri çektiklerinde boş kovan­lar “tıngır tıngır” sesleriyle mahmuza düştüler. Elinde dür­bünüyle topçu zâbiti bu kez, “Tapa tavîkli! Yalnız 2! 4 ek­silt! Ateş!” diye haykırdı.Top patladıktan az sonra, karşı te­pedeki Şnayder’den biri isâbet aldı ve o mahâlde bir hareket başladı. Anlaşılan Rus topçusu mevzi değiştiriyordu. Bu sı­rada, günlerdir yolda olan,sadece bir öğün yemek yiyebil­miş ve iki saatuyuyabilmiş piyâdeler, daha cepheye gelir gelmez mülâzımlarının emirleriyle siperlere sokuldular. Yi­ne yağmur başlamıştı. Siperlerin,hele onlar gelmeden önce, tam üç gün burada bekleyen askerlerin hâli korkunçtu. İçin­desıçanların yüzdüğü, baldırlarına kadar gelençirkefin için­de, neredeyse hiç uyumadan zinde askerlerin gelmesini sa­bırla beklemişlerdi. Ruslar’ı siperlere yaklaştırmamak için günlerce uyumayan bu askerlerin avurtları çökmüş, gözleri­nin feri kaçmış, birer kemik torbasına dönmüşlerdi. İşte bu askerler yerlerini yeni gelenlere terk ederlerken, bir de Rustopçusu ateş açmış, düşen dânelerle ortalıkta kan gövdeyi götürür olmuştu. Rus toplarısiperleri bombalarken, dâneler patladığındagöklere saçılan taş ve toprak, belki dakikalarca askerlerin üzerine yağıyordu. İşin kötüsü,helâya gitmenin mümkün olmadığı siperlerde baldırlara kadar gelen çirkef içinde şişmişcesetler vardı ki, bunlar zaman zaman patlıyor, sağa sola et parçaları saçılıyordu. Hastalık tehlikesi de baş göstermişti. Bu durum daha fazla süremezdi. Herhâlde bunu kumandanlar da biliyordu. İşte belki de bu yüzden, oakşa­müstü, hem de o yol yorgunu aç askerlere hücuma hazırlan­ma emri verildi. Maksimler’in mekanizmaları kuruldu. Mü­himmat kutuları açıldı. Şeritlere mermiler dizildi. Bu sırada erlerin başlarının üzerinde kurşun Sezer topçusu ateş açmış, düşen dânelerle ortalıkta kan gövdeyi götürür olmuştu. Rus toplarısiperleri bombalarken, dâneler patladığındagöklere saçılan taş ve toprak, belki dakikalarca askerlerin üzerine yağıyordu. İşin kötüsü,helâya gitmenin mümkün olmadığı siperlerde baldırlara kadar gelen çirkef içinde şişmişcesetler vardı ki, bunlar zaman zaman patlıyor, sağa sola et parçaları saçılıyordu. Hastalık tehlikesi de baş göstermişti. Bu durum daha fazla süremezdi. Herhâlde bunu kumandanlar da biliyordu. İşte belki de bu yüzden, oakşa­müstü, hem de o yol yorgunu aç askerlere hücuma hazırlan­ma emri verildi. Maksimler’in mekanizmaları kuruldu. Mü­himmat kutuları açıldı. Şeritlere mermiler dizildi. Bu sırada erlerin başlarının üzerinde kurşun sesleri duyuluyordu. Şid­detli ıslıkla gelen birkaçkurşun kum torbasını delip iki as­keri muharebe dışı bırakmıştı. Vızıldayanlar ise, hızları azal­dığından pek zararlı değildi. Ara sırakedi miyavlaması gibi “Mavvv!” sedası neşredenlerin ise, uzaktan geldikleri için korkulacak bir yanları yoktu. Bir faâliyettir sürüyordu. Zâ­ten zâbitler makas dürbünle ne zamandır Rus siperlerini uzun bir süre gözlemişlerdi. Bu siperler çok değil, 50 metre kadar ilerideydi ama arada dört sıra tel örgü vardı. Bubölge­deki cesetleri, birkaç vahşi köpek öfkeyle gırlayarak çekiştir­mekteydi. Bölgeyi aşmaları için çok zâyiât verileceği aşikar­dı. Tel makasları ise az sayıda olsa gerekti. Çok geçmeden çavuşlar ve onbaşılar, siperlere gelerek,hücum merdivenle­rini muayene ettiler. Yanlarında bazı imamlar da göze çarpı­yordu. Ardından imamların da ahlâkî nasihatleriyle asker hücuma hazırlandı. Bu sırada topçu çoktandır, destek için bombardımana başlamış,Rus siperlerini dövüyordu. Ku­mandanlara göre asker hazırdı. Siperlerde zâbitler korkuve heyecan içindeki, bazıları kusan, bazılarıise ağlayan erlere, “Doldur ve kapa! Süngüdavran! Süngü tak!” emri verdiler ve ardından, “Hücum merdivenlerine!” diye bağırdılar. Ku­mandanlarının düdük sesiyle siperlerden ilk anda yüzlerce kişi fırlar fırlamaz, RusPlemyot makinalı tüfeklerinin “güm-güm-güm-güm-güm-güm-güm!” sedâları işitilmişti. Böylece siperden ilk fırlayan yüzlerce kişiyi, 7.62’lik mermiler yağdı­ran makinalı tüfekleri delik deşik etti ve bu erler, siperden daha çıkamamış arkadaşlarının üstlerine kanlar içindeteker teker düştüler. Ama tabancalı zâbitlerinemirleri kesindi, bu yüzden ölenlerin üzerlerine basıp “Allah Allah” nidâlarıyla siperlerdenfırladılar. Bunların da yarısı biçildi. Ama askerçoktu. 7.62’lik Plemyotlar süngü hücumuna geçenleri acı­masızca indiriyorlardı. Ancak bu sırada, Rus siperlerini dö­ven topçu mesafeyi kısalttı ve bu kez ateş silindiri Rus siper­lerinedoğru ilerlemeye başladı. Düşen, bağıran, yaralanan, ölen ve ağlayanlara aldırmaksızın erler adım adım Rus siper­lerine doğru ilerliyorlardı. Ne var ki hücum birliklerinin an­cak üçtebiri sağ kalmıştı. İki siper arasındaki 50 metrelik bölge, tepeleme ölü ve yaralı doluydu. Üstelik, yağan yağ­mur, ölü ve yaralılardan akan kanı neredeyse bütün araziye dağıtmış, bu bölgekıpkızıl kesilmişti. Hücum birliği yirmi metrekala koşmaya başladı ve Rus siperlerine girdiler. Bazı­larının göğsüne süngü girdi. Ama çoğu sipere doluştu. Rus askerlerini süngülemeye başladılar. Kaburgalara rastladığın­da çoğusüngü kırıldı. Bu yüzden küreklerini çıkarıpRuslar’ı kürekle vura vura öldürmeye başladılar. O esnâda topçunun ateş silindiri Ruslar’ın bir gerideki siperlerinde hazır bekle­yen ihtiyat birliklerinin üzerindeydi. Fakat Rus topçusu da göz açtırmıyordu. İşte bu anda, olayı uzaktan izleyen bir bü­yük süvari zabiti bağırdı: “Kılınç-çek!” İki saf hâlindeki süvârilerkılınçlarını çekip omuzlarına götürdüler. Aynı zâbit yine bağırdı: “Hazır-ol!” Süvâri erleri kılınçlarını ileri doğ­rulttular. “Bölükler!Marş!” emriyle ilerlemeye başladılar. “Tırıs!Marş!” diye bağırınca hızlandılar. Derken zâbit, “Dörtnala! Marş!” diye haykırdı. Hemensonra kumandan haykırdı: “Hücuuum!” Süvâriler at koşturup, askerin hücu­ma başladığı siperin üzerinden teker teker atladılar. Önsaf­takiler birbirlerinden açıldı ve arkadakiler de öndekilerin arasındaki boşlukları doldurup tek saf oldular. Böylece Rus tarafınataarruza geçtiler. Ama burası çoktan piyâdetarafın­dan ele geçirilmişti. Süvârinin şimdiki hedefi Rus bataryala­rı, yani Şnayderler idi.Dörtnala Şnayderler’e doğru ilerledi­ler. Dörtbataryadan birini ele geçirdiler. Ama onlarıbir sür­priz bekliyordu. Ansızın, sağ yanlarından, ucu beyaz flamalı uzun mızraklarıyla Kazak süvârilerinin taarruzuna mâruz kaldılar.Gözü dönmüş Kazaklar, mahmuzladıkları atlarını dörtnala onlara doğru koştururlarken, içlerinden biri, “Hiy tevye a rot!” diye küfredip,mızrağını bir süvârinin ağzına daldırıp ensesinden çıkardı. Kılınçlarıyla süvâriler, mızraklı Kazaklar karşısında çâresizdiler. Ama tamda bu sırada kor­kunç bir gümbürtü işitildi! Birat beş metre havaya uçtu.Derken ortalıkta, hem süvârilerin hemde Kazakların kolla­rı, bacakları, gövdeleri vekafaları uçuşmaya başladı. Topçu bu bölgeyibombalıyordu. Gerçi süvariler ölüyordu! Amaol­sun! Kazaklar da ölüyordu ya! Nihâyet piyade, Rus siperle­rini işgal etti. Düşman geri çekilmişti. O dondurucu soğuk­ta kar, işte bu sırada serpiştirmeye başladı. Tek bir silâh sesibile duyulmaz olmuştu. Ortalıkta artık bir sükûnet hâkimdi. Tâ elli metre geriden, o kaputlupaşa yanında yâverleriyle Rus siperlerine doğru ağır adımlarla gelmeye başladığında, ölülere ve inleyen yaralılara aldırdığı yoktu. Herhâlde bu du­yarsızlığı, harbin bir neticesiydi.Ama adamın keyfinin ye­rinde olduğu anlaşılıyordu. Ancak Rus siperine vardığında, elindeki kürekle vura vura siperdeki Ruslar’dan birnicesini öldürdüğü için üstüne başına, suratına paçasına kan sıçra­mış bir er paşaya, “Kumandanım! Şu yaralılara bir bakın! Kolları bacakları artık yok! Dilencilik mi yapacaklar! Bizçif­timizi çubuğumuzu bırakıp buraya geldik!Bu harp kime ne fayda sağlayacak? Bizler kimin için muharebe ediyoruz! Evi­me sakat dönersem dilencilik mi yapayım!” diye öfkeylesor­du. Kızan paşa ona, “Düşman vatanını işgâl edip karını bacı­nı ananı kerkse, kadınların fahişe olsa, daha mı iyi olur!” di­ye bağırdı. Bunun üzerine er, “Fahişe para alır, amakarşılı­ğında bedenini verir. Dilenci ise bir şeyvermeden, asalak gi­bi beleşten geçinir. Hangisi daha şerefli! Harpten sonra bu memleketin fahişelerle dolması mı, yoksa dilencilerle mi! Vatan kurtulursa, şeref madalyası verilen bir tek siz şerefli olacaksınız. Oysa biz,vatanı kurtarırken şerefimizi kaybedi­yoruz!”diye haykırınca, paşa, “Pezeveeenk! Pezeveeenk!” diye bağırarak askeri tokatlamaya girişti. Kar iyice serpiştir­meye başlamıştı. Ardından paşa, yâverine dönerek eri gös­terdi ve “İsyân ve isyâna teşvik. İdam edin!” emrini verdi. Ama bu sırada Rus Şnayderleri’nin mevzilendiği tepenin ar­dından infilâk sedâları işitilince paşa küfrü bastı ve “Ricat ederken erzakları imhâ ediyorlar. Ben bu kıt’aları nasılbes­leyeceğim!” diye söylendi ve yere tükürdü.Tükürüğü ze­mindeki karı eriterek kayboldu.Hava iyice kötüleşmiş, kar seviyesi daha şimdiden ayak bileklerine kadar varmıştı. O soğukta 77’lik dağ topları, az önce Şnayderler’inbulunduğu tepeye doğru öküzlerle çekiliyordu. Piyade ise bu tepeden aşağı zâten inmiş,kıt’aların sadece o geceki gıdası olan 60 kadarkoyun sayılmazsa, Rus erzak depolarında erzak yerine sadece, iki ton gibi külliyetli miktarda çay ve ancak zabitle­re yetecek kadar şekerbulmuştu. Neyse ki, hava karardığın­da askerler, içine koyun eti katılmış sıcak, yarı pişmişbuğ­day çorbasıyla karınlarını doyurdular. Karyağışı devam edi­yordu. Zâbitler mahrûtî çadırlarını kurdururlarken, erlerin çoğu açıkta, battaniyelerine sarınıp uyumak zorunda kaldı. İlkdonma vak’aları da o sabah olmuştu. Hâlâ yağmakta olan kar nedeniyle, kalk borusuyla uyanan askerler, üzerlerinde­ki kalın kar tabakasının ağırlığını hissettiklerinde şaşırma­mışlardı. Kahvaltı yoktu, çünkü askere günde sadecebir öğün veriliyordu. Toplan borusuyla içtimânizâmı alındık­tan sonra tipi başlamıştı. O soğukta neredeyse yarım saat ayakta beklediler.Derken bir mülâzım, bölüğünün başına geçerek, “Ruslar’ı takip ediyoruz. Öncü biziz. İrtibat dör­düncü takımda olacak. Bölüğün öncüsü ikinci takım, hemen yola çıkacak. Emir kumanda takım çavuşunda!” emrini ver­di. Mülâzım gittikten sonra çavuş, “Birinci takım, hazır ol! Sağa-dön! Tüfek-as! Sola çark-marş! li-leri! Âdî adım!” emirleriyle, birliğinin solunda olmak üzere onlarla beraber yola koyuldu.Tepeden aşağı inerken, takım dağınık nizâmageçti. Mavzerlerin sürgüleri çekilip beşer mermili şarjörler basıldı ve sürgüler itilip kapatıldı. Şiddetli tipi devam ediyor, askerlerin zâten buz kesip hissizleşmiş olan kulakları sadece rüzgârın uğultusunu algılıyordu. Dizlerinekadar gelen kar­da bata çıka, tâ öğle vaktinekadar dağ yolunda yukarı tır­mandılar. Sol tarafları uçurumdu. Sağda ise dağın bembeyazzirvesi görünüyordu. Tipi daha da sertleşince,erlerin kay­bolmaması için çavuş, “Yanaş!” diye bağırdı. Kar elbette ki Ruslar’ın ayak izlerini çoktan örtmüştü. Bunu bilen çavuş, onbaşıyı çağırarak ona, “Yanına bir manga al. Yoldanbir sa­at ilerleyip keşif yap. Tehlike varsa bekleve haberci gönder. Tehlike yoksa bizim gelmemizi bekle,” dedi. Bunun üzerine onbaşı, yanına on iki er alarak ilerlemeye başladı. Aradanya­rım saat geçmişti. Takımın erlerinden biri,onbaşıyı keşfe gönderen çavuşun yanına gelipona, “Kumandanım! İçimde kötü bir his var!”diye sızlandı. Çavuş, “İyi bir his olacak de­ğil ya!Çünkü harpteyiz,” deyince er, “Kumandanım,böyle yerlere çığ düşer,” dedi. Çavuş gülerek,“Kar yağıp, güneş açar da tekrar kar yağarsaçığ düşer, câhil!” dedi. Çok geç­memişti ki gökgürültüsü gibi kısa bir sedâ işittiler. Birkaç er,“Çığ geliyor!” diye ardı ardına bağırdı. Derkenkorkunç bir çatırtı duyuldu ve zirveden, tabaka tabaka değil, kosko­caman bir kar bulutunun yeri göğü inlete inlete tam üzerle­rine geldiğini gördüler. Az sonra hepsi kar bulutununiçin­deydi. Ciğerleri toz gibi karla dolmaya başladı. Bu, korkunç bir ölümdü. Denizden fersahlarca uzakta, boğularak öldüler. Ama yeni yağan kar sesi yuttuğu için, o sırada mangasıylakeşifte olan onbaşı çığ sedâsını işitemedi. Takımdaki arka­daşlarının ölümlerinden habersiz yollarına devam ettiler. Vakit akşamüstüneyaklaşırken, öncü eri elini kaldırıp man­gayadurmalarını işâret etti. Hemen yere yattılar.Dağ yolu­nun sağa kıvrıldığı yerde, hem de soldaki tümsekte kum tor­balarıyla tahkim edilmiş bir makinalı tüfek mevzii vardı. Bu­nun gerisinde ise bir mahrûtî çadır kurulmuştu. Kapalı ha­vada, çadırda yanan petrol lambasınınışığında iki siluet gör­müşlerdi. Kum torbalarının arasındaki Plemyot onları kor­kutmuştuama açtılar ve et yemek istiyorlardı. Erlerdenbiri sırıtarak onbaşıya, “Kumandanım, biz oniki kişiyiz. Onlar ise yedi kişi. Eğer haklarından gelip yolu açarsak, bir de Plemyot’u elegeçirirsek, mülâzım bize bir lira ikrâmiye ileen az on saat istirahat verir. Biz on iki kişi deo parayla bir koyun alır, haşlar yeriz!” dedi.Birçok erin yüzüne de umut dolu bir gülümsemedir yayılmıştı. Ancak biri, “Yeterince kandökülmedi mi! Allâhım! Beni neden yarattında başıma iş açtın?” diye söyleniyordu. Onbaşı ise bir süre düşündük­ten sonra, “Tamam,”dedi. “İşi el bombalarıyla hâlledeceğiz. İki kişi yolun solundan çadırdakilere ateş açacak.Siz üçü­nüz! Otuz adım sürünüp yolun sağındaki kayanın ardına ge­çin. Dört kişi benimle birlikte buradan mevzie doğru sürü­necek.Siz üçünüz ise tüfenklerinizi burada bırakın.Arka­daşlarınızdan el bombalarını alıp palaskalarınıza geçirin. Ama önce bomba çubuk kapaklarını açın ki, bilyeleri hemen çekebilesiniz. Mevziin arkasına geçmeyin, yoksa bizimkur­şunlar size değer. Siz bombaları fırlatmayabaşladığınızda biz de hep birlikte ateş açıp sizikoruyacağız. Haydi! Allâh’a emanet olun!” Busözleri işiten et peşindeki askerler sürüne­rekmevzie yaklaşırlarken, Rus askerleri anlaşılan kendileri­ni emniyette hissediyorlardı kihep birlikte, “Volga Volga ma dradnaya!.. Volga Ruskaya reka!” diye hüzünlü bir şarkı söylüyorlardı. Derken o bembeyaz manzara içinde, kapkara el bombaları döne döne uçuşmaya başladı ve Ruslar’dan bi­ri, “Granata!” diyebağırıp, yere düşen el bombasını kavraya­rakatıldığı tarafa fırlattı. Gümbürtünün ardındanbir süre inlemeler duyuldu. Bu sırada çavuşun adamları mavzerleriy­le ateş açmış, amaiki Rus da makineli tüfeğin başına geçip silâhı kurduktan sonra ölüm yağdırmaya başlamışlardı. Ka­yanın ardından ateş eden iki asker, Plenyot’un namlusundan çıkan kurşunların darmadağın ederek sağa sola saçtığı taşparçalarıyla kanlar içinde yamaçtan yuvarlanıp düştü. Bu sı­rada bir Rus el bombası çavuşun yanıbaşında, kara gömül­dü. Geri fırlatmaküzere çavuş bombayı ararken şiddetli bir patlama oldu. Makinalı tüfeğe tam bir bomba fırlatılmıştı ki, bir Nagant tabanca patladı ve ardından bomba infilâk etti. Bombanın isâbet ettiği Plenyot’tan dumanlar tütüyordu. Rus askerleri kanlar içindeydi. Ama bir kişi dışındamangadan da eser kalmamış, daha birkaç dakika önce gözlerinde umut kı­vılcımları oynaşan herkes ölmüştü. Mangadan kalan son ki­şi,mavzerine abanarak yerden kalkmaya çalıştı.Ama bu çok zordu. Çünkü bir mermi bacağını sıyırmıştı. Bütün gücünü kullanıp, inleyerekyerinden doğrulmayı başarabildi. Silâhı­nı baston gibi kullanıp bir iki adım attı. Çenesindenaşağı sı­cak sıcak bir şey akıyordu. Elini yüzüne götürdüğünde, sol yanağının deşilip aşağısarktığını fark etti. İnleye inleye ve güçlükle,Rus çadırına gitti. Mavzerinin namlusuyla girişi açtı. İçeride, ölmek üzere olan bir Rus zâbitivardı. Zabit ona baktıktan sonra, “Kto ti?” diyesordu. Asker ise ona, “Minya zabut Âlî İhsan,”diye cevap verdi. Zâbit, “Vaş otyets?” diye sorunca askerden, “İhsan Sait,” cevabını aldı. Zâbit orada son nefesini verdi. Bacağındaki hafifyara ve boydan boya sıyrılıp kan içinde sarkmış sol yanağıyla Âlî İhsan, silâhına dayanarakzorbelâ, yolun kıyısındaki kayaya doğru ilerledi ve buraya oturdu. Çünkü ödemesi gerekenbütün bedelleri ödediğini düşündüğünden, canı artık çekiliyordu. Tipi şid­detini daha da artırmıştı. Az sonra donacağı kesin gibiydi. Amaaslında, kulaklarında uğuldayan rüzgâr değil,tabiatın sesiydi. Evet! Tipisi ve dondurucu soğuğuyla Tabiat bir düş­mandı ama, işin en acıyanı, bu düşmanın dâimâ haklı olma­sıydı. Kaya üzerinde kımıltısız bekleyen Âlî İhsan, Tabîat’ın sesini dinlemeye başladı. Seste anlamyoktu ama güzellik vardı. Onu az sonra donduracak tipinin uğultusu bile güzel­di. Bunu farkettiği için sevindi. Tabiat ona gerekli mühleti tanıyacaktı. Önce kibirli olduğu için af diledi. Cinâyetleri, hırsları, ihânetleri için af diledi. Hodbinliği, korkaklığı, hakâretleri, zulümleri, isyânları için af diledi. İnançsızlığı, cehâleti, hissizliği için af diledi. Yaptıkları ve yapmadıkları için af diledi. Ve nihâyet, var olduğu için af diledi. Son gü­cüyle başını kaldırabildiğinde, göklerdeki kapkara bulutlar ardındaki Terâzi Burcu’nu galiba görmüştü ve gâliba kefele­ri dengedeydi. Bu gücü harcadığındabaşı önüne düştü. Ha­va karardı. O, artık taşaoturmuş, buzdan bir heykeldi. Der­ken tipi duruverdi.Çekik
·
1,180 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.