Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

104 syf.
·
Puan vermedi
·
1 saatte okudu
Bir Adana Öyküleri Kitabı
"Öykü hayatın bir aynasıdır." (s.4) Kâmuran Şipal'in topuklarını aşındırdığı yerdir Adana; Belki de Karacaoğlan, Dadaloğlu solumuştur oranın mertlik ve barut kokan havasını. Muzaffer İzgü oranın toprağına salmıştır düş ağacının köklerini; Orhan Kemal yansımasını izlerken Ceyhan nehrinden, A. Turan Oflazoğlu göğüne dalıp tiyatro oyunları hayal etmiştir. Yaşar Kemal de solumuştur Çukurova'nın bereketli toprağının kokusunu. Ufku bir güvenle kuşatan dağların şelalesinden dökülen Kehkeşan'ı izlemiştir her gece. Sırtını Toroslar'a ve tüfeğin çeliğine ve mertliğe yaslayanların dinlenme ve düş kurması için öylece uzanmış yeşil bir yatak gibi; Çukurova'nın yoğurduğu hamurdan daha nice şairler, yazarlar, müzisyenler; sanat insanları çıkmıştır. İşte o Çukurova'nın öykülerini okuyacağız bu kitapta. Yine, oranın toprağında iz bırakmış, Yaşar Kemal ile, Muzaffer İzgü ile aynı havayı solumuş, onların yankısını işitmiş bir yazardan. Adanalı bir yazardan. İlk kitabı olan Ekmek Arası'nı çıkardığı 2015 yılından beridir bütün kitaplarını severek okuduğum yazarın ilk kitabından sonra yazdığı ikinci öykü kitabını okumak, yorumlamak, tanıtmak boynumun borcudur adeta. Geçtiğimiz haftalarda Tüyap Adana kitap fuarında denk gelemediğim için yüzyüze tanışma şerefine nail olamasam da; kitaplarında defalarca el sıkıştığım için, kendi düşlemimmişçesine rahat hissederek başlıyorum satırlarını okumaya. 2018 yılının ilk kitap yorumum ise bu kitaba ait olacağından ayrı bir heyecan duyuyorum yüreğimde. Yerel edebiyatın teşvik edilmesi gerektiğini düşünüyorum, zira gerçek olayların, gerçek insanların, gerçek hikayelerin köhne çalışma odalarında tozlu kitapların altında değil; sokakta, dağda ve ovada yaşandığına inanıyorum. Kitapta ilk olarak, Yağ Cami önüne kurulan tezgahlardan yükselen nane, biber, patlıcan kurusu kokularını burnuma soluyarak başlıyorum Adana'da dolaşmaya. Yılancı Memet ile karşılaşıyoruz orada. boynundaki siyah, boz renkli yılanlarla gösteri yapıyor Yılancı Memet. Bu sokağın kaldırımlarında bir tütsü dumanı gibi havada durur hala, öyküsünde Muzaffer Özen'in yılancı Memet. Hiç gitmeseniz de, görmeseniz de, tanışmasanız da onunla; içinden geçersiniz onun tütsü dumanı gibi ince varoluşunun asılı duran havada. Maxim Gorky'nin Çocukluğum adlı eserini de aklınıza getirir belki bu satırlar. Zira tıpkı Gorki ile yaptığımız seyahat gibi, bu eserin satırlarında da bir seyahat yapmaktayız. İşte şimdi Tepebağ Höyüğü'ndeki Tepebağ Ortaokulu. Dar, kıvrımlı ve çıkmaz sokaklarda yaşamın acı tatlı izleri; sevincin, hüznün yansımaları ile birlikte. Yazarın satırlarında, o küçük, dar pencereli evlerin sokaklarından izler gibi yoksulluğu ve yoksulluğun içinde mutluluğun sıcaklığını. Sonra ortancalar, kırmızı-sarı bodur güller, kasımpatılar, gelin duvakları çiçek ve yapraklarıyla.... Yazarın düşleminin uçsuz bucaksızlığında, adeta hissedercesine taş duvarların soğukluğu ile bir ampülün ölgün sıcaklığı arasındaki kontrastı; fakirliğin yakınlığı ve zenginlik hayalinin uzaklığını da... Fakirlik, çay içip simit yiyerek iş bekleyen inşaat işçileri (s.14) ile sohbet ederken; zenginlik hiç olmayan oyuncaklarımız (s.17) kadar uzak, Dicle kadar uzaktadır. Tepebağ Ortaokulu'nun öğretmenlerinin, kitaba eklenen 19. sayfadaki güler yüzlü fotoğrafı ile onların yazarın anlattığı kişilerden acaba hangileri olduğunu tahmin etmeye çalıştıktan sonra, devam ettik yazarla gezmeye. Görsel, işitsel ve diğer duyusal fenomenleri yazıya dökmekte; tasvir etmekte oldukça başarılı olan yazarın nemli bir ahşap evin damlarında kurutulan biberin kokusunu damağımızda hissettirmesi sayesinde belki de bu anıları bu kadar keyifle okuyabiliyoruz. Zira, kuru, duygusuz, bir kronik yazarcasına anlatıyor olsaydı elbette bu kadar zevkle okuyamazdık. Dilinin duru ve akıcı olması, duyusal fenomenleri bu derece gerçekçi yansıtması belki de yazarlığının; yazarlığına paralel öğretmenlik mesleğinden de beslenmesinden ötürüdür (Bkz. Edebiyatımızda diğer öğretmen şair ve yazarlar) ve bunlar onun kaleminin ne kadar güçlü olduğunun göstergesidir. Şimdilik bu öykülere yönelik tek olumsuz eleştirim; devrik cümle, deyimler, ufak bazı mecazlardan ibaret olan söz sanatlarının benim gibi söz sanatlarını özellikle şiirselleştirilmiş düz yazıyı (süslü nesir) seven okurları fazla doyurmadığını söylemekten ibaret. Nerede kalmıştık? Zamanda, zaman Seyhan ile birlikte akarken; Azrail çalar kapısını Terzi Fehim'in. Düşen bir yapraktır insanlık ağacından tıpkı Karikatür Duran, Taşköprü'nün mimarı Auxentius gibi. Kitabın Taşköprü'yü anlattığı bölümü bana en sevdiğim eserlerden biri olan Ivo Andrić'in o büyülü Drina Köprüsü eserini hatırlattı. Onda da bir köprü etrafında akan zamanı okurduk, bu öyküde de Taşköprü altından akan zamanı okuyoruz. Köprünün tanıklık ettiği onbinlerce, milyonlarca öyküden bir diğeri ise Muzaffer Özen'in öyküsüdür. Kitabın da tamamı, insanlarda yansıyan yazarın kendi öyküsüdür. Ve işte uzakta; hiç görmediğim, pek azınızın gördüğü Adana Erkek Lisesi. 1883 yılında inşa edilmiş bu lisede öğretmenlik yapanlar arasında Nurullah Ataç ve Arif Nihat Asya da var. Biz yazarın satırları arasında izliyoruz bu okulu belki de kantinin arka tarafında ulu çamlarla kaplı bir pansiyon(s.41) un camından veyahut da ana kapıdan girişte, hemen havuzun sağ tarafındaki sınıftan (s.45). Bu sıralarda Hasan Hüseyin Korkmazgil de oturmuş, Yılmaz Güney de... Eski İstasyon ve 2. Orta İstiklal başlıklı bölümde bir defa daha görüyoruz ki, insanlarda olduğu gibi, binalar da doğar, büyür ve ölür. Sonra yerlerine yenileri gelir. Kurtuluş Caddesi, bugünkü Çetinkaya mağazalarının bulunduğu yoğunluklu bir caddedir. Bu cadde üzerinde bulunan Eski İstasyon binası bugün Engelliler Rehabilitasyon Merkezi olarak kullanılmaktadır. (s.49-50). Binalar biçim değiştirmiş; örneğin Saint Jacques Kilisesi'nin Yağ Cami oluşu gibi (s.7) ya yıkılmış ya da öylece metruk bırakılmış. Bina diyerek geçmemek lazım, insanın doğayı şekillendirdiği, artık bir kedi gibi pasif bir canlı olarak yaşamak yerine doğayla aktif etkileşime giren bir canlı olduğu milyon yıldan beridir insanlarla beraber yükselip yıkılan canlılardır adeta. Taş Köprü de böyle Sultan Ahmet de, Giza Piramidi de böyle bizim Boğaz Köprüsü de, 1912 yılında inşa edilen Yeni İstasyon da böyle hurdacı Ahmet'in barakası da... Onların hikayesi, insanla beraber akmaktadır. Derken Hurmalı Mahallesi'nde akşamları evlerin önü sulanır ve biz sokaktan geçen bir paytondan seyretmekteyiz bundan yıllar yıllar öncesini bu satırlarda. Sonra Türkücü Arif'i işiteceğiz satırların arasından, Adana'nın sinemalarında Uzay Yolu'nu izleyeceğiz Ferah Bade gazozu içerek. Kötüler hep kaybedecek ve iyiler hep kazanacak. Perdede yansırken Hulusi Kentmen, dışarıda hava 40 derecedir. Bir dondurmacının satılmayan dondurmaları erimektedir. Burnumuzda gevrek simidin, biber salcasının kokusu, damağımızda şalgamın tadı kaldı amma velakin kitap artık bitti. Zamanın tek yönlü bir bilet oluşu yüzümüze bir tokat gibi çarptı eriyen bir karın geri döndürülemezliği gibi. "Mutluluk dediğin nedir ki... Denizde bir damla olsa gerek ulaşılamayan." (s. 99) Hayatın içinden yazılan bu öykülerde bu insanlar, altını çizerek söylüyorum; gerçek insanlar. Defalarca gidip sokaklarını dolaştığım Adana'da belki de ben de gördüm onları fakat fark etmedim, belki siz de gördünüz; fark etmediniz. Nasıl ki taşın içinde heykeli gören ve onu oradan çıkaran Michelangelo gibi, kalabalığın içinde Celal Duran'ı, Berber Fehim'i, bir Robin Hood gibi zenginden alıp fakire veren Karikatür Duran'ı, Zodiayak Necdet, Şıngırdak Melahat, Sülükçü Ahmet, Rum Tırpani Bey, Tuncer Kahveci, Türkücü Arif, Arap Fatma Nine ve onun kızı Nebile, Dökücü Dürdane, Zirzop Niyazi ve daha nicesini Muzaffer Özen gördü ve fakat fark etti onları harf harf işledi bu satırlara ve onları işte artık; ölümsüz yaptı. Muzaffer amca sen hep öykü yaz e mi? "-Gız, kele anam, bu herif sana sevdalı mıdır ne?" (s.63) 31.01.2018
Dikenli İncir
Dikenli İncirMuzaffer Özen · Ekrem Matbaası Yayınları · 20181 okunma
·
302 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.