Gönderi

bir dostumun önerisi üzerine başladığım ve hayatımın yoğunluğuna rağmen çok kısa sürede bitirdiğim, samiha ayverdi hanımefendinin ateş ağacı kitabı hakkında bir kaç kelam yazmak istiyorum. öncelikle, samiha ayverdi dilini, hikayelerini ve uslübünü çok beğendiğim nadide bir yazar ve bu kitabı da beni şaşırtmadı lakin.. lakin bu kitabında ben hislerini anlatmakta ne denli zorlandığını gördüm. sanki bazı bir takım şeyler, durgun bir su gibi derin olan hislerini aktarmasına engel olmuş, sanatsal büysünü bozmuştu. ben öyle bilirim ki, yaşanmış bazı hisler aktarması en zor olanlarıdır. konuşmak, yazmak delice yazmak istersin lakin ne yazsan, ne cümle dökülse kaleminden bayağı kalır. terceme olmaz duygularına. kitlenir kalırsın. bir türlü beğendiremezsin kalbine ellerinden çıkanı. ( burada durup, kitaptaki olayların gerçekliğine olan inancımla alakalı sorgulamayı şahsi fikrinize bırakacağım) bir diğer değinmeyi çok istediğim nokta, kitabın baş karakteri cemil beyin doğası. ben şahsen, hususen kitabın ilk başlarında, cemil beyi 'sevmek zamanı' filminin baş karakteri olan halile çok benzettim. arayışları, bulamayışları.. efendime söyliyim, aşka bakışları ve çekingeleri.. tesadüfii tabloya nazar etmese mesela halil, yahut tevafuken güzel seyyaha mütercimliği gerekmese cemil, çıkıp da aşkı tadayım diyecek cesareti göstermezdi. bırak aşkı, dostluğu zor kabul eden bu iki bünye iletişimi bile ( fazladan bir iki söz söylemek, kendi dünyasından gayrı bir başka insan tanıma külfeti..) çok gören mizaca sahiptir. lakin kitapta geçtiği gibi aşka tesadüf etmeleri hayatı tatmaları demekti: 'insanları hakikate yaklaştıran, ya müz'iç ve kemirici azaplar, yahut da aşktır' demem o ki iki karakteri bağdaştırmak, benim için çok tabii ve hoştu. ikinci olarak cemilin evliliği; beni çok ve derinden üzen bir evliliktir. cemil, taa baştan, kadriyenin başını okşayıp gözlerine bakarken kadriyeden dünyalar kadar ırak ve yabandı ona. hiç bir zaman bu yolun kısalmayacağını bile bile yakınlaşmak istedi. ve olmadı. kadriyeyi hiç bir zaman sevgilisi olarak görmedi, göremedi. hep aşkı bekledi,izmirde bekledi, kadriyede bekledi, bursada bekledi, baharda bekledi, bir yayalda çıkıp geldiğinde de çok geçti. kadriye artık ona aşktan daha yakındı işte. her ne kadar bu yakınlık uçurumlar kadar uzak, arşın arşın geniş olsa da. aklıma abdurrahim karakoç gelir. lisedeyken türkçe öğretmenim bir sınav görevinde, abrurrahim karakoçun kızıyla karşılaşmış, tanışıp konuşmuşlar. anlattı. en son kadının ismini sorduk. 'mihriban' dedi. abdurrahim karakoç'un biricik kızının ismi mihriban. ah be mihribanın öz be öz anası. emzirdiğin süt helal olsa gönlün rahat eder mi senin?. son olarak, julliettenin aşkından ölmesine, aşkı ile ölmesine dair konuşup yazımı bitireceğim. juliette, karşı konulmaz bir kadın. ne yalan söyleyeyim, başta güzelliği, şuhluğuyla orantılıdır herhalde diye düşünmüştüm. lakin öyle fedakar öyle cefakar. gel dese kollarına atılacak, gözlerinden öpüp kendinden sakınacak adamı, üstelik sevdiği adamı, ahlaklı olup, olması gerekeni oldurup bıraktı ve git dedi. git. kalbimi dağladı bu kadın, haddinden fazla üzüldüm artık had ne ise, nerde başlar nerde biter ise. bilmem. bildiğim sohbetinden bu denli zevk aldığın bir adamı bırakmanın zorluğu. ve üstüne üstlük, o beyefendi ile sohbetleri, konuşmaların en çekicisi olan fransızcada gerçekleşmiş olduğu. zavallı juliette.. senin yerine ne therese raquini koyardım ne anne karenini.
81 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.