Dedemin toprağına bağlılığı, aniden mülkünden ve kazancından mahrum bırakılan birinin bağlılığına benzemiyordu. Ondan ziyade, sahibi olduğu toprak onun vatanına ne derece bağlı olduğunu göstermekteydi. Kesilmiş bu bağın yeniden kanun önünde meşru kılınması, onun için tarihi ve vicdani bağdaşıklık demekti; bütün hasreti de bu bağdaşıklığı yeniden kurmaktı. Bağlılığı sadece yaşam standardına bağlı olsaydı, mülkünü satıp rahata kavuşarak bütün sorununu halletmiş olurdu. Ama o toprağını satmamayı yeğledi, toprağı onun için artık salt bir ekmek teknesi değildi. İstimlak edilişinden sonra toprağı bir yönden sefaletinin kaynağı, diğer yönden de ülkesinin ve kendinin şahsiyetini koruyan bir kaynak haline geldi. Ona karşı işlenen zulmün önünde “Açlıktan ölsem de toprağımı onlara satmam” sözünü yâd ederek can verdi. Dedemin bu vasiyeti babam için çok daha ağır, çok daha zor bir imtihan oldu. Özenle bakılan hayvanlara bile ahır olarak uygun görülmeyen balçıklı evdeki sekiz kişiyi taş ocağında geçindiriyordu.
Bütün ailenin ihtiyaçlarım, yani yemeğini, giysilerini, ilaç ve kitaplarını, taş ocaklarında yavaş yavaş kendine kıyarak karşılayabiliyordu. Sabahın beşinde kalkar, akşam beşte dönerdi. Bir sonraki günün azabına dayanabilsin diye kendini hemen yatağa atardı. Taş ocağı, evimize uzaktı, askeri manevra sahası dedikleri bir yerdi. Oraya gidebilmek için, ölümü halinde İsrail devletine karşı bir hak talep edilemeyeceğini, hayatını İsrail’e hibe etmeye razı olduğunu beyan etmek zorundaydı.
İnsanlar, taşıdığı inanılmaz yük hafiflesin diye toprağını satması için teşvik ediyorlardı; ama babam, “Taşların arasında ölsem de satmam,” diyordu. Bir de, “En pis iş bile ayıp değil, pis bir vicdan ayıptır,” derdi. İlkokul son sınıf öğrencisiydim ilk şiirimi büyük bir insan topluluğunun önünde okuduğumda. Askeri yönetim İsrail’in kuruluşunu kutlamak için bir şenlik düzenlemişti. Hükümete inat, zaferlerine, zulümlerine, istismarlarına karşı bin bir söz söyledim. Şenlikten sorumlu köy muhtarı neredeyse aklını yitirecekti: “Bu çocuğun, kendi evini ve ailesinin evini yıktığı yetmiyor, şimdi de bizim evimizi yıkmak istiyor.
Bunlar neden misafirliklerini bilmiyorlar?” Bugünlerde de duyabildiğimiz bu tür laflar ediyordu. Bir gün sonra, Duf adlı asker valisi beni yanına çağırdı. Beni azarlayıp bir güzelce dövdü ama ağlamadım.
— Babanın taş ocağında çalışmasını yasaklayacağım, bir daha geçiş izni çıkarmayacağım ona!
deyince gözyaşlarımı tutamadım, ama karşısında değil, evime dönerken. Artık daha aç kalıp, daha çok üşüyecektik, artık fazla masraflı olacağı için ortaokula gidemeyecektim. Birçok insanın düşündüğü gibi eğitim parasız bir hizmet değildi. Eve varınca babam “Allah rızkımızı verir,” deyip beni cesaretlendirmek istedi. Babam adeta bir sabır ve umut timsalidir.
Köyümüzün suyu çok azdı, kuyu kiralamaya da paramız yetmiyordu. Bizim gibi ülkelerine dönenler hem yurtlarında hem yurtlarının dışında lanetlidir. Gökyüzündeki bulutlardan başka hiçbir Allah’ın kulu bize su vermezdi. Annem gününün yarısını köyün çeşmesinde bekleyerek geçirirdi, testisi damla damla dolsun diye.
Sayfa 22 - Mahmud Derviş, Gazze İçin Sessizlik: Alışılagelmiş Hüznün Günlüğü, Özgür Yayınları, 1. Baskı, Mayıs 2009, s:22-24 (Yazılış Tarihi: 1973)Kitabı okudu