Gönderi

Kefr Kasım Katliamı
1956’da gerçekleşen Suez Savaşı’nın arifesinde Tuğge­neral Şadmi, Binbaşı Malinki’yi yanına çağırır ve ona, bağlı olduğu birliğe verilen görevleri bildirir. Hudut koru­malara verilen görevlerden bir tanesi de, Kefr Kasım ve civarındaki köylerde akşam saat beşten, sabah saat altıya kadar sokağa çıkma yasağını uygulamak ve insanların ev­lerinde kalmasını sağlamaktı. Mahkeme tutanaklarına göre iki komutanın arasında şu konuşma geçti: Şadmi: — Sokağa çıkma yasağı çok kesin olmalı ve uygulama­sı çok itinalı ve gerekirse güç kullanılarak yapılmalıdır. Emri ihlal edip sokağa çıkanlar tutuklanmayacak, üzerle­rine ateş edilecek. Tutuklayarak işlerimizi zorlaştırmaktansa, öldürmek daha iyi. Malinki: — Köyün dışından gelen ve civardaki köylerde geç sa­atte eve dönenlerle ne yapacağız? Onların sokağa çıkma yasağından haberi olmaması çok muhtemel olduğu gibi, geldiklerinde köyün girişinde hudut koruma birlikleriyle karşılaşacaklardır. Onlar ne olacak? Şadmi: — Duygusallık istemiyorum. Allah rahmet eylesin. Kısalığı ve kesin sözleriyle dikkat çeken görüşmeden hemen sonra Malinki Binbaşı kendi bölüğünden emrinde­ki subaya aşağıda belirttiğimiz talimatları verir: — Sokağa çıkma yasağı süresince köy sakinlerinden hiçbirinin evini terk etmemesi gerekiyor. Kim evini terk ederse, üzerine ateş edeceksiniz. Tutuklama olmayacak. Merkezi mahkemenin tutanakları uyarınca, Malinki ile askerleri arasında bir de bu sözler geçer. Asker: — Vurulup sakatlananlar ne olacak? Malinki: — Onlarla uğraşmamak veya vuruldukları yerden ta­şınmamaları gerekmektedir. Veya şöyle diyeyim: Yaralı kalan olmasın. Anlatabildim mi? (Bu sözler mahkeme tu­ tanaklarında aynen böyle geçmektedir). Bir onbaşı soruyor: — Kadın ve çocuklar ne olacak? — Duygusallık istemiyorum. Subaylardan biri de: — İşinden köye dönenlerin hali ne olacak? Malinki: Herkes için geçerli olan kurallar, bunlar için de geçerlidir. Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun. Tuğgeneral böyle diyor. Daha aynı günün saat dört buçuğunda, yani sokağa çıkma yasağından sadece yarım saat önce, sınır muhafız­larından bir çavuş, köyün muhtarına akşam beşten sabah altıya kadar kimsenin sokağa çıkmaması gerektiğini em­rederek iletir. Aynı zamanda bu, sokağa çıkma yasağının kesin bir şekilde uygulanacağını ve aksi takdirde yasağa uymayan­ların öldürüleceğini söyledi. Muhtarın bunu bir an önce köy­de duyurmasını talep etti. Muhtar ise o anda dörtyüz ki­şinin köyün dışında çalıştığını hatırlattı. Bir kısmının kö­ye yakın yerlerde, diğerlerinin ise Yafa ve Elled gibi uzak yerlerde olduklarını ve onlara tek tek ulaşmak için bu ka­dar kısa bir sürenin yeterli olmadığını, sokağa çıkma ya­sağından haberdar edilemeyeceklerini çaresizlikle be­lirtti. Tartışmanın sonunda çavuş, muhtara işçilerin eve dönüşlerine izin verileceğine kendi ve amirleri adına söz verdi. İşte kendi ve amirleri adına... Sokağa çıkma yasağı­nın ilk saatinde, yani beş ile altı arasında 47 Kefr Kasımlı Arap, İsrailli sınır muhafızları tarafından katledildi. Ölülerin arasında yedi çocuk ve dokuz kadın var. İsrail’in masum Arap kanına doyduğu bu kıyımdan yirmi sene sonra ölümden mucizevi bir şekilde kurtulan Salih Halil İsa, şair Tevfık Ziyad’a gördüklerini anlatıyor: — O gün iki amcaoğluyla, bir tarlanın sulama işleriy­le uğraşıyorduk. Saat dörtten az sonra işimizi bitirip bi­sikletlerimizle eve doğru yol aldık. Yolda karşılaştığımız başka ırgatlar Kefr Kasım’da sokağa çıkma yasağı uygu­landığını ve İsrail askerlerinin önlerine çıkanlara ateş edeceklerini söylediler. Niye kimse bilmiyordu? Biz böyle duyduk. Biraz tereddüt ettik, sonra yolumuza devam et­meye karar verdik. Sayımız gittikçe artarak en sonunda on beş ırgat köye doğru ilerledik. Fazla korktuğumuz söylenemez. Olsa olsa aramızdan birinin aklına şu gelebilirdi: Karşımıza şu Yalom adlı subay çıkarsa her zaman olduğu gibi bizi azarla­yıp, eziyet olsun diye bizimle uğraşır. Aklımızdan başka bir şey geçmedi asla. Bundan az sonra, ateş edildiğini duyduk. Durumun sandığımızdan daha tehlikeli olduğunu o an anladık. Amcaoğluna dönerek: — Haydi, dönelim, dedim. Bana cesaret vermek istiyordu. Yanımızda altmış ya­şında bir ihtiyar da vardı. Kuran ayetleriyle bizi devam etmeye teşvik ediyordu. Köyün ilk evlerine yüz metre ka­dar yaklaşmıştık artık. Birden sınır muhafızlarından bir asker önümüzde bi­tiverdi: — Durun! O ana kadar bizi dövebileceğine ihtimal veriyordum, ancak öldüreceğine asla. Bisikletlerimizden indik. Asker tek safta durmamızı emretti. — Siz neredensiniz? — Kefr Kasım’danız, diye bağırdık hepimiz bir ağız­dan. — Nereden geliyorsunuz? — İşten. Bizden beş metre kadar uzaklaşıp iki askerin daha bulunduğu yerde durdu. Hepsinin elinde bir makineli tü­fek vardı. — Biçin onları! Duyduklarıma inanamadım. Ancak kurşunlar üzeri­me yağdığında, tam olarak anladım. İlk taramada ayaklarımızı hedef almışlardı. İkincide biraz daha yukarıdan taradılar. Herkesle birlikte ben de kendimi yere bırakıverdim. Yanımda bir at arabası duru­yormuş. Sahibini durdurup bizlerle birlikte infaz ettiler. Düşerken işte bu arabanın tam arkasında kaldım nasıl ol­duysa. Hâlâ hayatta kalabildiğimi anladım düştükten sonra. Hepsi bu kadar. Üç asker 10 metre daha köyden uzaklaştılar. Kısa bir süre sonra bir kamyon geldi. Onu durdurup içindekileri indirdiler. İçinde çok insan vardı. Tam 23 kişi olduklarını daha sonra öğrendim. Hepsi Esamiye adlı ta­rım şirketinin ırgatlarıydı. Bizim için vurma emrini veren asker onları da vur­durdu. Hepsini ilk önce indirirdiler, sonra kamyonun ar­kasında bir sıra halinde dizilmelerini emrettiler. Kamyo­nun arkasında birbirine yapışık bir şekilde diziliyken komutan asker yanlarından uzaklaştı ve — Biçin onları! diye haykırdı. Bazısı kaçabildi ama çoğu yere yıkıldı. Üç katil, diğer ölü bisikletçilerle benim yattığım yere doğru geldiler. On­ları üst üste bir küme şeklinde yığdılar. Ellerinde el fene­ri vardı ve ateş ediyorlardı. Sonra yanıma geldiler ve ara­bayı üstümden geçirip uzağa ittiler. Arabanın demir teke­ri, bütün ağırlığıyla bacağımı ezerek geçti. Dişlerimi bütün gücümle sıktım ki bağırmayayım. Ölü numarası yapıyordum. Beni arabanın altından çek­tikten sonra, diğerlerinin bulunduğu kümenin üstü­ne atıp yanımızdan ayrıldılar. Kamyonun ölülerini de biz­den on metre uzaklığa yığdıktan sonra, içinde iki kişi­nin bulunduğu başka bir kamyon geldi. İkisini de infaz et­tiler. Daha sonra doğudan, yani köyün yönünden gelen bir arabanın gürültülü sesini duydum. Bir itfaiye arabası. Bir bağırış çıktı. Arabadan birinin indiğini gördüm ama ne ko­nuştuklarını anlamadım çünkü benden yirmi metre kadar uzaktaydılar. Hemen ardından araba geldiği yere döndü. Daha sonra bir sessizlik oldu. Katilleri görüyordum, bazen gezinip bazen köy kuyu­sunun kenarına oturuyorlardı. Başka bir kamyon daha geldi. (Dikkat ettiysen, yeni gelen her grubu köyden git­tikçe uzaklaşarak on metre ileride durduruyorlardı.) Ancak son gelen kamyon daha fazla, mevtaları görebi­lecek bir noktaya kadar ilerledi. Katiller artık yeni gelen kurbanların, katledilenleri görüp görmemelerini pek önemsemiyorlarmış gibi geldi bana. Araba benim bulunduğum yığına kadar geldi. Kadın sesleri duydum. Sonra öğrendiğime göre en küçüğü on iki yaşında bir kız olmak üzere on iki kadın ve dört çocuk var­mış aralarında. Birden üç katil arabanın peşinden koşup durdurdular. Herkesi indirdiler. İşte o an ayağa kalktım, nasıl bilmiyo­rum ama koşmaya başladım. Önümde bir çit vardı, onun üstünden nasıl atladığımı hâlâ anlamış değilim. Kendim­de değilmişim meğer. O yüzden arabanın hizasında koşuyormuşum. Ne zaman ki üzerime mermi yağmaya başladı ve kadınların çığlıkları yere düşme sesleriyle karıştı, ne­rede olduğumu anladım. Hemen yere gömülüp ayak ve el­lerimin üstünde sürünerek zeytinliklerin arasında ilerle­meye başladım. Zeytinliklerin görev araçları ve askerlerle dolu oldu­ğunu zannediyordum. Bir zeytin ağacının gölgesinde bü­yücek bir kaya vardı, onun arkasına saklanayım dedim. Her an ölümün pençesi beni bulacak diye bir korku vardı içimde. Sabaha kadar orada yumulup kaldım. Elim­de ve ayağımdaki yaralardan sürekli kan sızıyordu. İki as­ker beni oracıkta bulup hastaneye götürdüler. Bir sonraki sabah katiller, öldürdükleri insanları gömmenin yolunu arıyorlardı. Komşu köy Celuliye’den birkaç adam çağırdılar kırk yedi mezar kazsınlar diye. Mezarları kazan adamlar önceki gün olup bitenlerden ha­bersizdiler. Mezar kazmalıydılar, o kadar. İşte öyle, bir günde Kefr Kasım mezarlığının nüfusu 47 cenaze arttı, bir halkın mezarının ve İsrail’deki Yahudi silahının ne kadar “temiz” olduğu belli oldu.
Sayfa 76 - Mahmud Derviş, Gazze İçin Sessizlik: Alışılagelmiş Hüznün Günlüğü, Özgür Yayınları, 1. Baskı, Mayıs 2009, s: 76-81 (Yazılış Tarihi: 1973)Kitabı okudu
·
101 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.