Gönderi

K24 sitesinin kitaptan paylaştığı bir bölüm
Yabancı, romu temkinli bir biçimde tattıktan sonra, “Fena değil” dedi. Bir içki tadımcısı havasıyla, “Haiti üretimi mi?” diye sordu ve hemen ardından Camel paketinden yeni bir sigara çıkarıp yaktı. Conde içkisinden kocaman bir yudum aldı, o felaket mofuconun[1] tadını çıkarıyormuş gibi davrandı. “Evet, Haiti üretimi olmalı... Pekâlâ, öyle istiyorsanız yarın otelinizde konuşabiliriz, siz de bana detayları anlatırsınız...” Conde daha fazla bilgi koparmaya can atıyormuş gibi görünmemeye çalışarak söze devam etti: “Ama size neyi bulmanızda yardımcı olabileceğimi düşünüyorsunuz, en azından onu söyleyin.” “Dedim ya, uzun hikâye. Babam Daniel Kaminski’nin hayatıyla epey ilgisi var... Şimdilik bir tablonun izindeyim diyelim, ulaşabildiğim tüm bilgilere göre bir Rembrandt olması gerekiyor.” Conde gülümsemeden edemedi. Küba’da bir Rembrandt, ha? Yıllar önce, hâlâ polisken bir Matisse tablosunun varlığı tutku, nefret dolu ve acı verici bir hikâyeye bulaşmasına neden olmuştu. Sonunda sözkonusu Matisse’in, bir hayat kadınının −veya bir polisin− verdiği sözden daha sahte olduğu ortaya çıkmıştı. Ancak Hollandalı ustanın olası bir tablosu, belki Haiti üretimi gibi görünen o berbat romla hatırı sayılır bir ödemenin vaadi arasındaki kimyasal reaksiyon nedeniyle de, Conde’nin merakını fazlasıyla cezbetmişti “Demek bir Rembrandt... Bu işin doğrusu nedir? Babanızla ne gibi bir ilgisi var?” diyerek yabancının ağzından daha fazla laf almaya çalıştı ve onu ikna etmek için, “Bu saatte hava neredeyse serinlemiş oluyor... Hem romun geri kalanı hâlâ şişede duruyor” diye ekledi. Kaminski içkisini kafasına dikti ve bardağını Conde’ye uzattı. “Romu masraflara eklersiniz...” “Sundurmamın lambasına takacağım ampulü eklesem daha iyi olur. Birbirimizin yüzünü daha iyi görelim, değil mi?” Conde içeriden bir ampulle üzerine tırmanmak için bir sandalye getirdi, ampulü yuvasına taktı ve ışığı açarak sundurmanın nihayet aydınlanmasını sağladı. Bu esnada durumunun gerçekten de umutsuz olduğunu düşünüyordu. Büyük olasılıkla adama herhangi bir şeyi bulmasında yardımı dokunmayacakken ne demeye onu babasının hikâyesini anlatmaya zorluyordu ki? Sırf bu işi kabul ederse para alacağı için mi? Kendine “Bu duruma da mı düşecektin, Mario Conde?” diye sordu ve şimdilik bu sorunun cevabını vermemeyi tercih etti. Yeniden koltuğuna oturduğunda Elias Kaminski spor gömleğinin o dipsiz cebinden bu sefer bir fotoğraf çıkartıp ona uzattı. “Bu fotoğraf her şeyin anahtarı olabilir.” Bu, eski bir fotoğraftan çoğaltılmış bir kopyaydı. Fotoğrafın ilk basıldığında sepya renginde olan tonları griye dönmüştü, orijinal fotoğraf kağıdının tırtıklı kenarları görülebiliyordu. Fotoğrafta yirmili veya otuzlu yaşlardaki, koyu renk elbiseli bir kadın, brokar kumaş kaplı, yüksek arkalıklı bir koltuğa oturmuştu. Hemen yanında ayakta duran beş yaşlarında bir oğlan çocuğu vardı, elini kadının kucağına koymuş vaziyette fotoğraf makinesine bakıyordu. Conde elbise ve saç modellerinden fotoğrafın 1920’lerde veya 30’larda çekilmiş olduğunu tahmin etti. Kendini konuya çoktan kaptırmış halde fotoğraftaki kişileri inceledikten sonra dikkatini arkalarında, beyaz çiçeklerle dolu vazonun bulunduğu masanın üzerinde asılı küçük tabloya yöneltti. Kadının kafası ölçek alınarak hesaplanırsa, tablo kırka yirmi beş santimetre ebadında olmalıydı. Conde fotoğrafı sağa sola oynatarak çerçeveli tabloyu daha iyi inceleyebileceği bir ışık yakalamaya çalıştı: Bu bir adamın portresiydi, açık saçları kafasının tepesinden omuzlarına doğru dökülüyordu ve düzeltilmemiş, seyrek bir sakalı vardı. Bu tabloda, özellikle de modelin gözlerindeki dalgın, melankolik bakışta tanımlanamaz bir şeyler vardı. Conde bunun bir adamın portresi mi yoksa Hazreti İsa’nın temsili bir resmi mi olduğunu merak etti çünkü Rembrandt’ın resimlerinin reprodüksiyonlarını içeren birkaç kitapta buna çok yakın İsa figürleri gördüğünü hatırlıyordu... Bir Yahudinin evinde Rembrandt’a ait bir İsa tablosu, ha? Fotoğraftan gözlerini ayırmadan, “Rembrandt’a ait dediğiniz şuradaki portre mi?” diye sordu. “Oradaki kadın büyükannem, çocuk da babam. Krakov’da yaşadıkları evde çekilmiş... Resmin bir Rembrandt olduğu doğrulandı. Büyüteçle daha iyi görebilirsiniz...” Gömleğinin cebinden bu sefer bir büyüteç çıkarmıştı. Conde bir yandan büyüteçle fotoğraftaki tabloyu incelerken, “Peki bu Rembrandt’ın Küba’yla ne ilgisi var?” diye sordu. “Küba’ya getirilmişti ama sonra ülke dışına çıkarılmış. Dört ay önce Londra’daki bir müzayede evinde satılmak üzere ortaya çıktı... Müzayede açılış fiyatı bir milyon iki yüz bin dolar olarak belirlenmiş çünkü bitmiş bir eserden çok bir eskiz olduğu anlaşılıyor... Rembrandt’ın 1648 tarihli Emmaus Yolcuları tablosu üzerinde çalışırken yaptığı o muhteşem İsa tasvirlerinden biri. Bu konu hakkında bir şey biliyor musunuz?” Conde romunu bitirdi, fotoğrafa büyüteçle tekrar bakarken aklından geçirmeden edemedi: Rembrandt o bir milyon dolarla hayatındaki −okuduğuna göre epey boktan bir hayatı olmuştu− kaç problemi çözerdi, kimbilir? “Çok az biliyorum” diye itiraf etti, “O tablonun reprodüksiyon baskılarını görmüştüm... Ancak yanlış hatırlamıyorsam Yolcular tablosunda İsa yukarı bakıyordu, öyle değil mi?” “Doğru dediniz... İşin doğrusu, söz konusu İsa portresi babamın ailesinin eline 1648’de geçmiş gibi görünüyor. Ancak birer Yahudi olan büyükbabamla büyükannem 1939’da Nazilerden kaçarken tabloyu Küba’ya getirmiş... Onlar için hayat sigortası gibi bir şeymiş. Adayı terk ederlerken tablo Küba’da kalmış. Birileri tabloyu ele geçirmiş olmalı... Birkaç ay önce de başka biri, muhtemelen doğru zamanın geldiğini düşünerek tabloyu satmak için girişimde bulunuyor. Satıcı, Los Angeles’taki bir posta adresi üzerinden müzayede eviyle temasa geçiyor. Tablonun orijinal olduğuna dair 1928’de Berlin’den alınmış bir onay belgesi var. Noter onaylı bir diğer belge de tabloyu 1940’ta buradan, Havana’dan satın aldığını gösteriyor... Tam da büyükbabamın, büyükannemin ve teyzemin Hollanda’daki bir toplama kampında olduğu sıralarda. Ancak babamın bütün hayatı boyunca sakladığı bu fotoğraf sayesinde müzayedeyi durdurmayı başardım çünkü savaş öncesinde ve sonrasında Yahudilerden çalınan sanat eserlerine epey hassas bir konu olarak bakılıyor. Tablonun maddi değeri hiç de az olmamakla birlikte dürüstçe söyleyeyim, onu geri almaya çalışmamın nedeni bu değil... İstediğim şey ve sizinle burada konuşuyor olmamın nedeni, aile yadigârı olan bu tablonun ve onun burada, Küba’da teslim edildiği kişinin başına ne geldiğini öğrenmek. Bu âna kadar nerede saklanıyordu?.. Bu noktada herhangi bir şeyi bulup ortaya çıkarmak mümkün mü bilmiyorum ama şansımı denemek istiyorum... Bunun için de yardımınıza ihtiyacım var.” Bu sözler Conde’nin ilgisini çektiği için fotoğrafı incelemeyi bırakıp bakışlarını yabancıya yöneltti. Doğru mu duymuştu? Tablonun değeri olan bir milyon küsur dolarla pek ilgilenmediğini mi söylüyordu? Zaten fazla mesai yapmakta olan kafasını zorlayarak karşısına çıkan bu olağanüstü hikâyeye nasıl yaklaşması gerektiğini kestirmeye çalıştı. Ancak o anda aklına en ufak bir fikir bile gelmiyordu. Daha fazla bilgiye ihtiyacı vardı. “Peki babanız tablonun Küba’ya getirilişi hakkında ne söylemişti?” “Bu konuda pek bir şey söylememişti çünkü tek bildiği annesiyle babasının onu Saint Louis ile buraya getirdiğiydi.” “Yahudilerle dolu olarak Havana’ya gelen şu meşhur gemiyi mi diyorsunuz?” “Ta kendisi... Babam tablo hakkında bana çok şey anlatmıştı ama onu Küba’da bıraktıkları kişi hakkında pek bir şey söylememişti...” Conde gülümsedi. Yorgunluk, rom ve içinde bulunduğu ruh hali nedeniyle mi kafası durmuştu yoksa bu onun doğal hali miydi? Büyüteci muhatabına iade ederken, “İşin doğrusu pek anlamadım... Hatta hiç anlamadım...” diye itiraf etti. “Sizden istediğim şey, neler olduğunu anlamak için hakikati ararken bana yardımcı olmanız... Bakın, şu an çok yorgunum ve sizinle bu hikâye hakkında konuşurken zihnim açık olsun istiyorum. Ancak yarın beni dinlemeye ikna olasınız diye −tabii yarın buluşabilirsek− size bir sırrı açmak istiyorum... Babamla annem Küba’yı 1958’de terk etti. Neredeyse tüm Yahudilerin ve diğer varlıklı kişilerin, komünizme meylettiğini anladıkları bir hükümetten kaçtığı 1959 veya 1960’ta değil. Biraz aceleyle verilmiş bir karar olsa da babamla annemin 1958’de burayı terk etmelerinin nedeninin bu Rembrandt ile ilgili olduğuna eminim. Tablo müzayede evinde yeniden ortaya çıktığından beri de babamın tabloyla ilişkisinin ve Küba’dan ayrılışının çok karmaşık bir durumla bağlantılı olduğunu düşünüyorum, hatta buna eminim...” Conde beynine kan gitmediğine hükmederek, “Neden çok karmaşık?” diye sordu. “Çünkü aklıma gelenler doğruysa babam belki de çok ciddi bir şey yapmıştır.” Conde beyninin patlama noktasında olduğunu hissetti. Elias Kaminski denen bu adam ya dünyanın en kötü hikâye anlatıcısıydı ya da eğitimli ve yüksek diplomalı dallamanın tekiydi. Ressam olsa da, günde yüz dolar ödeyecek olsa da, pahalı kıyafetler içinde olsa da... “Bana neler olduğunu ve sizi bu kadar endişelendiren hakikati artık dilinizin altından çıkaracak mısınız?” Çam yarması tekrar bardağını eline aldı, Conde’nin koymuş olduğu romu bir dikişte içti. Muhatabına şöyle bir baktı, nihayet konuştu: “Babanızın, her zaman bir baba olarak örnek aldığınız kişinin... Bir adamın gırtlağını kesmiş olabileceğini söylemek o kadar kolay değil...”
Bilgi Yayınevi
·
276 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.