Gönderi

Sorun teolojik mi Sınıfsal mı?
Son zamanlarda halk düşmanı AKP’giller’in ahlâksızlıkları o kadar ayyuka çıktı ki, artık sayıları bir elin parmağını geçmeyen, AKP’giller’den nemalanmayan, AKP’giller’in günbegün inşa ettikleri Ortaçağcı Faşist Din Devleti için onurunu satmayan, kendilerince insancıl değerleri yaşatma derdinde olan ilahiyatçılar; AKP’giller’in dini kendi vurgunlarına, soygunlarına, ahlâksızlıklarına bu kadar alet etmesine iyiden iyiye isyan etmeye, seslerini yükseltmeye başladılar. Bu kategorideki ilahiyatçıların başında Prof. Dr. Mustafa Öztürk gelmektedir, bilindiği gibi Öztürk, tepeden tırnağa dogmatik bir nitelik taşıyan din olgusunun prangalarından kurtulup zihnini tam anlamıyla özgürleştirememiş olmakla birlikte İslamiyet’e, özellikle de İslam’ın Sünni yorumuna yönelik eleştirileriyle sıkça gündeme gelmektedir. Hakkını teslim edelim; aslında kendi mahallesindekilere göre çok daha dürüst ve cesur davranmakta, zaman zaman bu tutumunun bedelini ödemek zorunda kalmaktadır. Prof. Dr. Mustafa Öztürk, birkaç ay önce Medyascope’ta Ruşen Çakır’ın programına katıldı ve kimi zaman “Geleneksel İslam”, kimi zaman da “Şeriat, Fıkıh ve İlmihal Dindarlığı” şeklinde tanımladığı İslam anlayışına yönelik öfkesini, tepkisini şu sözlerle dile getirdi: “Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türkiye Müslümanlığının, klasik Sünnî teolojiyle tepeden tırnağa önce bir hesaplaşması lâzım. Ben artık Sünnî teolojinin terk edilmesi taraftarıyım. Hele de bunun tasavvufa bulanmış yönü. Bunun tamamen terk edilmesi taraftarıyım. Bu ilmihal dindarlığı bizim iki ayaktan oluşur. Bizde teoloji zayıftır; kelâm, felsefe tarafı yoktur. Bir ‘Allahü ekber deyip eli böyle bağlayacaksın, ayak şöyle duracak, abdest böyle alınacak, teyemmüm şöyle olacak, taşla tahâret böyle yapılacak’ Müslümanlığı. Bir bu, bir de bugün başımızın belâsı olan cemaat ve tarîkat yapısı. Bence, bu ikisinden harmanlanmış Sünnî Müslümanlığın köküne kibrit suyu dökülmesi ve yeniden tepeden tırnağa bir teoloji geliştirilmesi lâzım. Buna yeni ilm-i kelâm mı dersin, yeni teoloji mi dersin, ne dersen de.” (medyascope.tv/2023/07/19/prof...) Peki, Mustafa Öztürk kendi ifadesiyle “Sünni Müslümanlığa”, “köküne kibrit suyu” dökülmesini isteyecek kadar neden tepki duyuyor? Bu tepkinin bariz gerekçelerinden sadece birini, “Geleneksel İslam’ın Kritiği” başlıklı son kitabından bir örnekle aktaralım. M. Öztürk şöyle der kitabında: “Başta bilindik tarikatler ve cemaatler olmak üzere Diyanet, İmam-Hatip ve hatta İlahiyat kültürünün beslediği ‘şeriat, fıkıh ve ilmihal dindarlığı’nda, söz gelimi gusül abdesti alırken tırnakların altına suyun ulaşıp ulaşmadığı meselesine gösterilen hassasiyet, bireysel ve toplumsal düzeyde adaletsizlik, hukuksuzluk, kamu malı hırsızlığı, yolsuzluk gibi can yakıcı ahlâki problemler söz konusu olduğunda, büsbütün bir ilgisizlik ve duyarsızlığa dönüşebilmektedir. Hele de ülkedeki muktedir siyasi kadro hemen her fırsatta kendini sürekli olarak din ve dini değerler üzerinden takdim ediyorsa, bu durumda ‘dindar’ ve ‘muhafazakâr’ kitle söz konusu problemlere tepki koymak yerine ‘üç maymun’u oynamayı yeğlemektedir.” (Mustafa Öztürk, age, s. 9) Mustafa Öztürk’ün tepki gösterdiği ve adına “şeriat, fıkıh ve ilmihal dindarlığı” dediği şey, aslında Muaviye-Yezid, günümüzdeki içeriğiyle CIA-Pentagon İslam’ından başka bir şey değildir. Öztürk, gösterdiği tepkide son derece haklıdır: Gerçekten de bugün Türkiye’de AKP’giller tarafından, diğer Şark Toplumlarında AKP’giller muadili halk düşmanı din simsarları tarafından dayatılan İslam, tam olarak böyle bir İslam’dır. Bu İslam, Nurullah Efe Ankut’un çok yerinde ifadesiyle; “Ruhundan yoksun İslam’dır. Özü alınmış, Kabuk İslam’dır.” Prof. Dr. Mustafa Öztürk, işte bu İslam’ın “köküne kibrit suyu dökmek” istemektedir. Buraya kadar tamam… Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi M. Öztürk, gün 24 saat din alıp satan, insanlarımızı “Allah’la aldatan” Muaviye-Yezid, CIA-Pentagon Dincilerinden tıpkı bizim gibi iğreniyor ve onların bu Ortaçağcı ideolojisinin köküne kibrit suyu dökülmesi gerektiğini söylüyor. İşte bu noktadan sonra iş geliyor, en doğru ve en hayati soruya dayanıyor: Bu kibrit suyu nasıl dökülecek? Aslında M. Öztürk, bu konuda kendince bir çaba içerisine girmektedir. İslamiyet’in tıpkı 16’ncı Yüzyıl’ın başlarında Avrupa’da Hıristiyanlığın yaşadığı gibi köklü bir Reform yaşaması gerektiğini düşünmekte, hatta gönlünde Protestanlık gibi yeni bir mezhep kurma arzusu taşımaktadır. Bunu da söylemekten çekinmemektedir. Madyascope’taki programda, yukarıda aktarma yaptığımız bölümün devamında şu ifadeleri kullanmaktadır: “Ben olması gerekeni söylüyorum. Olabilme ihtimâli o kadar zor bir şeyden bahsediyorum ki; bu topraklarda bunun olabilme şansı yok. Olabilme şansı bir Protestanlık gerektirir. İslâm içinde bir Protestanlık. Bu topraklar bunu taşıyamaz; bunu kaldıramaz. Çünkü benim önerdiğim İslâm öyle rasyonel İslâm filan değil. Protest bir İslâm. Yani basbayağı meydan okuyan, ‘mevcut İslâm’a karşı devrim’ teklifinde bulunan bir İslâm’dan bahsediyorum. Bunun olabilme şansı yok. Ama Türkiye’nin toplum olabilmesi, aydınlanma yoluna girebilmesi, birey olabilmesi için, yani olan biteni herkesten bağımsız, ‘Arkadaş, bu olan yanlış’ diyebilmesi için bunun olması gerekiyor.” (agy) Gördüğümüz gibi ilahiyatçımız, “mevcut İslam’a karşı devrim” teklifinde bulunuyor. Bu tutum, AKP’giller’in günbegün tuğlalarını ördüğü Ortaçağcı Faşist Din Devleti’ndeki bir ilahiyatçı için kutlanması gereken, cüretkâr bir tutumdur. Ancak… M. Öztürk’ün içinde hapsolduğu çemberin dışına çıkarak Tarihsel Maddeci bir bakış açısıyla konuya yaklaştığımızda, ilahiyatçımızın “Protestan İslamiyet” arzusunun aslında ne kadar boş ve temelsiz olduğu gün gibi ortaya çıkmaktadır. Her şeyden önce ilahiyatçımız, Avrupa’daki Protestanlığın Katolikliğe karşı sadece fikri bir akım olarak ortaya çıktığını düşünmektedir. İki arada bir derede kalmış ilahiyatçımız için mesele, “teolojik” bir meseledir. İşte O yüzden “tepeden tırnağa bir teoloji geliştirilmesi lâzım”, demektedir. Peki, o yeni teoloji nasıl geliştirilecektir? M. Öztürk’te bunun cevabı yoktur. Olması da mümkün değildir, zira bütün insancıllığına, bütün iyi niyetine rağmen zihni, din skolastiğinin demir parmaklıkları ardında esirdir. İlahiyatçımız, her seferinde o demir parmaklıklara çarpıp çarpıp yere düşmektedir. Öyle olunca da kafası iyiden iyiye karışmakta, yukarıda aktardığımız gibi, birbiriyle çelişki arz eden düşünceleri art arda sıralamaktadır. Bir yandan; “Türkiye’de bunun [Protestan İslam’ın doğuşunun] olabilme şansı yok” derken diğer yandan “Türkiye’nin toplum olabilmesi, aydınlanma yoluna girebilmesi, birey olabilmesi için (…) bunun olması gerekiyor”, diyebilmektedir. İlahiyatçımıza soralım: Türkiye’de bunun olabilme şansı yoksa amma velakin Türkiye’nin toplum olabilmesi için bunun olması gerekiyorsa bu iş nasıl çözülecek? İlahiyatçımızın tezlerine bakılırsa Türkiye’nin ilanihaye “toplum olabilme” şansı yoktur. Tıpkı ABD Emperyalist Haydudunun ünlü teorisyenlerinden Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezinde olduğu gibi, Türkiye için Tarih artık sona ermiştir. Tövbe billah bu halk toplum olamaz, aydınlanma yoluna giremez… İçtenlikli ilahiyatçımıza bu kafa karışıklığını yaşatan temel neden, en genel anlamda dünyaya bakış açısı, toplumu ve toplumsal olayları yorumlama biçimidir. 58 yaşında olan ve ömrünün büyük bölümünü din skolastiğinin kör kuyularında geçiren M. Öztürk, Tarihin maddecil yorumundan yani Tarihsel Materyalizmden ya bihaberdir ya da toplumsal ve düşünsel altüstlükleri Tarihsel Materyalist bakış açısıyla yorumlamaya kalktığı anda entelektüel hayatının büyük bir bölümünü çöpe atmak zorunda kalacağını bildiği için bu işe hiç girmemeyi yeğlemektedir. Oysa Gerçek Bilim ışığında mesele çok nettir. İlahiyatçımızın zihnini 40 yıldan fazla bir süredir iğdiş etmekte olan Skolastik düşünceye göre, toplumsal değişimlerin itici gücü, insanların zihinlerindeki düşüncelerdir. Yani Tarihin seyrini, insanların zihnindeki düşünceler belirler. Oysa durum tam tersidir: Bilimsel Sosyalizmin ölümsüz kurucuları Marks ve Engels Usta’ların belirttiği gibi insan düşüncesini şekillendiren en önemli etken, toplumun üretim ve ekonomi temelidir. Bu gerçekliği Engels Usta veciz biçimde şöyle ifade eder: “Tarihin materyalist anlayışı, üretim ve üretimin yanı sıra ürünlerin değişiminin bütün toplumsal düzenlerin temelini oluşturduğu; tarihte ortaya çıkmış her toplumda ürünlerin paylaşımı ile toplumun sınıf ve tabakalara bölünmesinin, neyin nasıl üretildiği ve bu ürünlerin nasıl değiştirildiğine göre biçimlendiği önermesinden yola çıkar. Buna göre bütün toplumsal değişim ve siyasal altüst oluşların nihai nedenleri, insanların zihinlerinde ebedi gerçek ve ebedi adaleti daha iyi kavramalarında değil, üretim ve değişim biçimindeki değişikliklerde; felsefede değil, ilgili dönemin kendi ekonomisinde aranmalıdır.” (İtalikler bize ait- Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizmden Bilimsel Sosyalizme, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1. Baskı, s. 66-67) İçtenlikli ilahiyatçımızın İslam’a uyarlamak istediği Avrupa’daki Protestanlık, Engels Usta’nın özce dile getirdiği Tarihsel Materyalizmin ilkeleri çerçevesinde değerlendirildiğinde şu kesin sonuç ortaya çıkmaktadır: Protestanlığın Avrupa’da ortaya çıkışı bütünüyle “yeni bir teoloji yaratma” meselesi değildir. Evet, yeni bir teoloji yaratılmıştır ama bu, Protestanlığın gelişimi açısından sebep değil, sonuçtur. Katolik Hıristiyanlığa karşı bu başkaldırı, Burjuvazinin yeni bir sınıf olarak ortaya çıkıp kendisinden önceki egemen sınıfa karşı mücadelesinden bağımsız olarak değerlendirilemez. Avrupa’da Katolik dünya görüşü, 15’inci Yüzyıl’ın sonlarında artık iyiden iyiye palazlanmaya başlayan Burjuvazi için büyük bir engel teşkil etmekteydi. Katolik Hıristiyanlık, Kapitalist Toplumun bütün kurumlarıyla gelişmesini engellemekteydi. Kapitalist üretim yordamının alabildiğine serpilebilmesi için Burjuvazinin bilimi geliştirmesi; doğası gereği bilimle uzlaşmaz bir çelişki içinde bulunan din gericiliğinden dönemin koşulları çerçevesinde kurtulabildiği kadar kurtulması, Laikliği inşa etmesi gerekmekteydi. İşte Katolikliğe karşı Protestanlığın ortaya çıkmasının temelinde bu zorunluluk yatmaktadır. Yani Protestanlık, Hıristiyanlığın Burjuva dünya görüşünü temsil eden bir mezhep olarak doğmuştur. Peki, Martin Luther’ler, Jean Calvin’ler “Reform Hareketleri” denilen bu süreçte hiç mi rol oynamamışlardır? Elbette bu din adamları da önemli rol oynamışlardır. Aksini söylemek, Tarihte insanın rolünü sıfıra indirgemektir, ki bu metafizik bir bakış açısının yansıması olur. Ancak Engels Usta’nın belirttiği gibi bu toplumsal-zihinsel dönüşümün “nihai nedeni”, Luther ya da Calvin’in zihinlerinde; “ebedi gerçek ve ebedi adaleti daha iyi kavramalarında değil, üretim ve değişim biçimindeki değişikliklerde; felsefede değil, ilgili dönemin kendi ekonomisinde aranmalıdır.” İşte içtenlikli ilahiyatçımız Mustafa Öztürk’ün işin içinden bir türlü çıkamamasının nedeni budur. M. Öztürk, yukarıda kendisinden de aktardığımız gibi sorunu yeni bir teoloji yaratmaya yani zihinsel bir devrime indirgemektedir. Ve ne yazık ki insan zihninin egemen üretim yordamı tarafından koşullandırıldığı gerçekliğini ya bilmemekte ya da kabul etmemektedir. Peki, Batı’daki süreç aynısıyla Doğu’da yani Şark Toplumlarında yaşanmış mıdır? Yaşanmamıştır. İşte ilahiyatçımızı açmaza düşüren gerçeklik tam anlamıyla budur. Batı’da Burjuva Devrimleriyle Kapitalizmöncesi tüm sınıf ve tabakalar tasfiye edilirken Doğu’nun büyük bir bölümünde, özellikle Ortadoğu’da bu süreç tamamlanmamıştır. Antika Tarihin üzerindeki peçeyi kaldırarak dünya halklarına yeni ufuklar açan Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı’nın dâhiyane tespitinde ortaya koyduğu gibi; Tarihin ilk egemen sınıfı olan Tefeci-Bezirgân Sermaye, Avrupa’daki gibi tasfiye edilememiş, Şark Toplumları büyük oranda o treni kaçırmışlardır. Bu süreçten ülkemiz de nasibini almıştır. Türkiye’de de Burjuva Demokratik Devrim tam anlamıyla başarıya ulaşamamıştır. Kapitalizm ülkemize, tüm ilerici niteliklerini kaybetmiş olduğu dönemde “Tekelci Kapitalizm” yani Finans-Kapital biçiminde girmiştir. Durum böyle olunca, Modern Gericilik olan Finans-Kapital, Antika Gericilik olan Tefeci-Bezirgân Sermayeyi tasfiye etmek bir yana, onunla etle tırnak gibi kaynaşmış, ittifaka girmiştir. Ülkemizde Ortaçağcı Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfı tasfiye edilemediği için onun ideolojisi olan din gericiliği de dimdik ayaktadır. Aslında içtenlikli ilahiyatçımız M. Öztürk, işte bu gericiliğin köküne kibrit suyu dökmek istemektedir. Fakat M. Öztürk’ün göremediği; bu gericiliğin tasfiye edilmesi için öncelikle onun dayandığı sermaye sınıfının tasfiye edilmesinin zorunlu olduğu gerçekliğidir. Bu sermaye sınıfını tasfiye etmek 19’uncu Yüzyıl’a kadar Burjuvazinin göreviydi. Fakat Burjuvazi, devrimci barutunu çoktan yitirmiş, Tarih nezdinde ilerici yönünü kaybetmiştir. Bu görev günümüzde Modern Toplumun en devrimci, en ilerici sınıfı olan Proletaryanın omuzlarındadır. Ülkemiz koşullarında bu sürecin ilk adımı; çalışan, alınteriyle geçinen, ezilen, sömürülen tüm toplumsal kesimlerin, İşçi Sınıfımız önderliğinde yürüteceği Devrimci Demokratik Halk Devrimi mücadelesini zafere ulaştırması olacaktır. Devamında ise aşamalı olarak sınıfların ve sömürünün ortadan kaldırıldığı, insanların bir anadan doğmuşçasına kardeşçe yaşadığı bir düzen insanlarımızı kucaklayacaktır. Bu sürecin tamamlanmasıyla sadece bir dinin şu ya da bu yorumunun değil, genel anlamda dinin “köküne kibrit suyu” dökülecektir. Çünkü Marks Usta’nın veciz bir şekilde dile getirdiği gibi; “Din, ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor.” (Karl Marks, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, s. 192) İnsanlık, insanın insanı ezdiği Sınıflı Toplumu parçalayıp yerine Sınıfsız Toplumu inşa ettiğinde, Marks Usta’nın dile getirdiği “içli ezgi”ye, “kalpsiz bir dünyanın sıcaklığı”na ve acılarını dindirmek için “afyon”a ihtiyaç duymayacaktır. Peki, bunun için ne gerekir? Bu sorunun cevabını Engels Usta’ya bırakarak yazımızı noktalayalım: “(…) Her şeyden önce toplumsal bir eylem gerekir. Ve bu eylem yerine getirildiği, toplum tüm üretim araçları üzerine el konması ve planlı bir biçimde kullanılması aracıyla, kendini ve bütün üyelerini, şimdilik kendileri tarafından üretilmiş, ama karşılarına ezici bir yabancı güç olarak dikilen bu üretim araçlarının onları egemenliği altında tuttuğu kölelikten kurtardığı zaman; yani insan yalnızca önerir olmaktan çıktığı, ama düzenleyici de olduğu zaman -işte ancak o zaman- dinde yansıyan son yabancı güç ortadan kalkacak ve böylece artık yansıtacak hiçbir şey bulunmaması yalın nedeniyle, dinsel yansının kendisi de ortadan kalkacaktır.” (Friedrich Engels, Anti-Dühring, s. 444)
··
835 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.