ferrante, ditlevsen ve şimdi de ernaux… otobiyografik kadın yazınını bu kadar tanıdık hale getiren, bütün kadınların büyürken şu ya da bu şekilde benzer deneyimlerin ucundan tuttuklarına beni ikna edenler, bu kadınlar. bir kadın’dan sonra hemen boş dolaplar ile devam ettim ernaux’ya çünkü bir kez onun yaşamına bulanmış, sanki onu çok kişisel bir anında gafil avlamıştım ve öylece bırakıp hayatıma devam edemedim. boş dolaplar’da ernaux daha da çıplak, daha da kişisel. ailesiyle, büyüdüğü ortamla, ait hissetmediği sosyal çevreyle çatışmalarını ve o yaş aldıkça bu çatışmalarda oluşan çatlakları okuduğumuz boş dolaplar’ın ana karakteri denise, etrafındaki her şeyden çıkarıyor hıncını: anne ve babasından, işlettikleri kafe-bakkaldan, kafenin uğrak, sarhoş ve gevşek müşterilerinden, ondan bir beklentisi olan ve olmayan herkesten. bütün bunlardan kaçıp kendini değerli hissedebildiği tek yere, kitaplara ve akademiye sığınıyor ve sınıf atlama arzusu içinde filizleniyor. çok öfkeli bir roman bu, o kadar öfkeli ki denise’le kurduğum bağa rağmen zaman zaman ailesine olan tavrını yadırgadım, ama bu uzun sürmedi çünkü anlatıcı kendini, okuyucunun onu eleştirebileceğinden çok daha acımasızca eleştiriyor ve hislerindeki içtenlikle ilgili hiçbir şüpheye yer bırakmıyor. ve söylemeden geçemeyeceğim, annesiyle alıp veremedikleriyle (denise’in annesi az biraz daha sempatik gerçi), mahalle baskısıyla, akademik bir kimliği üzerine etiket gibi yapıştırmasıyla elena greco’yu anımsayıp durmamak mümkün değildi benim için boş dolaplar’ı okurken.