Gönderi

Hans Berger ve EEG
Hikâye 1897 yılında, 23 yaşındaki çiçeği burnunda bir yüksek lisans mezununun Almanya'daki Jena Üniversitesi Psikiyatri Kliniği'nde işe girmesiyle başlamıştı.93 Uzmanlık alanı nöropsikiyatriydi. Köklerini Thomas Willis'in 17. yüzyıldaki çalışmalarından alan bu dal, zihinsel bozuklukların beyindeki belirli süreçlerle ilişkilendirilmesiyle ilgiliydi. 1897'de bu süreçleri gözlemlemenin tek yolu kafatasını kesip içine bakmaktı ve bu sebeple insanların bu konuyla pek ilgilendikleri söylenemezdi. Fakat bu genç psikiyatr sonraki 41 yıl boyunca Jena'da bu konuda çalışacak ve burada geçireceği süre zarfında ilk büyük teknolojik nöroloji cihazını icat ederek bu alanı kökten değiştirecekti. Hans Berger'in mesai arkadaşları kendisini utangaç, ketum, içine kapanık, düşünceli ve özeleştiriden kaçınmayan biri olarak niteliyorlardı. İçlerinden biri onun için "aletle- rine ve fiziksel araçlarına düşkünlüğü bariz, hastalarından biraz korkan" bir adam demişti. Daha sonra Berger'in deneylerinde denek olarak yer alacak bir başkası da Berger'in "rutiniyle uyumlu olmayan tek bir adım atmayacağını" belirtmişti. "Günleri iki damla su gibi birbirine benzer. Yıllar boyunca aynı dersleri verdi. Değişmezliğin vücut bulmuş haliydi." Bütün bu söylenenlere rağmen Berger'in gizli ve cüretkâr bir iç dünyası vardı. Günlüğünde son derece sıra dışı bilimsel yorumlarda bulunmuştu. Aralarına da özgün şiirler ve manevi görüşlerini serpiştirmişti. Neredeyse herkesten gizlediği araştırmalarında ise yaşadığı dönem için şok edici olarak nitelenebilecek bilimsel fikirleri incelemişti. Bunlardan bir tanesi, 20 yaşında askerdeyken yaşadığı bir olayla bağlantılıydı. Bir eğitim sırasında Berger atından düşmüş ve ölümden dönmüştü. O günün akşamında babasından sağlık durumunun nasıl olduğunu soran bir telgraf aldı ki aile fertlerinden bu konuda aldığı ilk telgraftı bu. Daha sonra öğrendiği üzere kendisiyle temas kurması için babasını teşvik eden kişi uzaklarda yaşayan kız kardeşiymiş, çünkü o sabah birden- bire ağabeyinin iyi olup olmadığıyla ilgili içine bir kurt düşmüş. Olayların bu şekilde gelişmesi Berger'i kendi yaşadığı korkunun kardeşine iletildiğine ikna etmişti. Yıllar sonra bu konuda şunları yazmıştı: "Bu kendiliğinden meydana gelen bir telepati vakasıydı ve hayati tehlike esnasında, kesin öldüm diye düşünürken düşüncelerimi aktarmıştım. Bana çok yakın olan kız kardeşim de bu düşüncelerin alıcısıydı.” Bu olayın ardından Berger insan düşüncesinin enerjisinin nasıl bir kişiden diğerine aktarılabileceği konusuna kafayı taktı. Günümüzde zihinsel telepati kavramı bilimsel görülmemektedir çünkü uzun süre boyunca etraflıca araştırılmış ve bilimsellikten uzak olduğu kanaatine varılmıştır. Fakat Berger'in döneminde bu kavram aleyhindeki kanıtlar çok daha azdı. Sonuçta, bilimde bir araştırmanın değerini belirleyen şey neyin araştırıldığı değil, araştırmanın ne kadar dikkatle ve zekice yürütüldüğüdür. Berger araştırmasına meslektaşlarının kendisine yakıştırdığı o katı bilimsel azimle devam etti. Ancak bu azmi sinir sistemindeki enerji dönüşümlerinin anlaşılmasına ve bunları zihinsel deneyimlerle ilişkilendirmeye yansıtabilmek için beynin enerjisini ölçmenin bir yolunu bulmalıydı. Daha önce kimse bu sorunu çözmeye kalkışmış olmamasına rağmen Berger'in bunu nasıl yapacağı konusunda harika bir fikri vardı. İtalyan fizyolog Angelo Mosso'nun çalışmalarından ilham alan Berger, metabolizmanın oksijene ... ihtiyacı olduğuna göre enerjinin muadili olarak kan dolaşımını ölçebileceğini düşündü. Bu ilke, çağının yaklaşık yüz yıl ilerisindeydi; 1990'larda nöroloji bilimindeki devrimin hazırlayıcısı olan fonksiyonel manyetik rezonans teknolojisinin (fMRI) temeliydi. Elbette ki fMRI çok büyük süperiletken mıknatıslara, güçlü bilgisayarlara ve kuantum teorisine dayalı kuramsal bir tasarıma bağlıdır ve yirminci yüzyılın başlarında araştırmalarına başladığında Berger'in elinde bunların hiçbiri yoktu. Berger'in elinde yalnızca bugün bir ortaokulun fizik laboratuvarında bulabileceğiniz türden aletler ve bir testere vardı. Bunlarla beyindeki kan dolaşımını nasıl ölçecekti? Cevap ürkütücüydü ama Berger'in bu noktada şansı yaver gitmişti: Çalıştığı Jena kliniğinde tümör ya da attan düşme nedeniyle tedavileri sürecinde kafataslarının bir kısmını aldırmak zorunda kalan hastalarla düzenli temas halindeydi. Bir insanın dibe vurması bir diğerinin zirveye çıkması demek olabilirdi ama bu durumda bir adamın "kraniyotomisi” bir başkasının beyne açılan penceresi anlamına geliyordu. Berger'in ilk deneği, beynine saplanmış bir mermiyi çıkarmak üzere iki defa ameliyat edilmesinin sonucunda kafatasında 8 santimlik yuvarlak bir delik olan 23 yaşındaki fabrika işçisiydi. Adam ara sıra nöbet geçiriyor olsa da bu durumdan bilişsel olarak etkilenmemişti. Adamın izniyle Berger ufak bir kauçuk keseyi suyla doldurup adamın kafasındaki deliğe yerleştirdi. Keseyi, hacmindeki değişimleri kaydetmek üzere tasarlanmış bir cihaza bağladı. Beynin kesenin altındaki kısmına kan pompalandığı zaman beyin hafifçe şişerek keseyi sıkıştırıyordu. Berger hastasından aklından basit matematik işlemleri yapması, karşı duvardaki noktaları sayması ve az sonra kulağına bir tüyün dokunacağı beklentisiyle durması gibi basit işler yapmasını istedi. Bunları yapabilmek için gerek duyulan düşüncelere "gönüllü konsantrasyon" adını verdi ve hastası bunları gerçekleştirirken beyne kan akışını ölçtü. Berger aynı zamanda “istemsiz dikkat” sonucunda meydana gelen kan akışını da ölçtü. Bunun için kullandığı yöntem ise hiç masum değildi. Hiçbir şeyden haberi olmayan deneğinin arkasına geçip bir silah ateşliyordu. Nöropsikiyatri alanının o dönemlerde bir ahlak anlayışı varsa bile seviyesi bir hayli düşük olmalıydı. Hastalara karşı bu katı yaklaşımının yanı sıra Berger'in deneyleri teknik sorunlarla da doluydu. Yıllar içersinde birtakım yayınları oldu. Mesela 1910 tarihli Investigations on the Temperature of the Brain [Beynin Sıcaklığı Üzerine Araştırmalar] adlı kitabında beynin kimyasal enerjisinin ısıya, işe ve elektriksel “psişik enerjiye dönüştürülebileceğini ileri sürmüştü." Ancak ulaştığı sonuçlar ve verileri zayıftı; kendinden şüpheye düşmesi nedeniyle yıpranmıştı, depresyonla mücadele ediyordu. Berger 1920 itibarıyla daha cüretkâr davranmaya başladı. Hastaların beyinlerine bir elektrot sokarak elektrik akımı veriyordu. Amacı, çeşitli kortikal bölgelerin zayıf bir akımla uyarıldığı vakit hastanın yaşadıklarıyla beynin coğrafyasını ilişkilendirmekti. Haziran 1924'te 17 yaşındaki bir üniversite öğrencisinin beyninde bu tür deneyler yaparken aklına bir fikir geldi: Neden elektrotları kortikal uyarıcıdan çıkarıp, elektrik akımını ölçen bir cihaza bağlamıyordu? Diğer bir ifadeyle, işi terse çevirmişti. Beyne akım göndereceğine, bu yeni sistemle beynin kendi elektriğini inceleyecekti. Bu karar Berger'in başarısının anahtarı oldu çünkü sonraki beş yıl boyunca deneğin kafa derisine elektrotlar yerleştirerek ölçümlerini kafatasının dışından yaptı. Tahmin edileceği üzere bu sayede gönüllü deneklerinin sayısında büyük bir artış görüldü. Bu cihaz herkeste kullanılabiliyordu ve böylelikle kendi oğlunun da aralarında bulunduğu binlerce kişinin ölçümlerini yaptı. Berger cihazına elektroensefalograf ya da EEG adını verdi. 1929'da, 56 yaşındayken, nihayet bu araştırmasıyla ilgili ilk makalesini yayımladı: "On the Electroencephalogram of Man” [İnsanın Elektroensefalogramı Hakkında]. Sonraki yıllarda 14 makale daha yayımlayacaktı ve bunların tamamı aynı başlıkla, rakam sıralamasıyla yayımlanacaktı. Berger'in EEG'si yirminci yüzyılın en etkili icatlarından biriydi. İnsan beynine bir pencere açmış, nöropsikiyatrinin gerçek bir bilim dalı haline gelmesini sağlamıştır. Günümüzde bilim adamları o gece zihnini boşalttığı esnada Mary Shelley'nin beyninde meydana gelen zihinsel süreçleri ince- lemek için düzenli olarak EEG'yi kullanırlar. Bu anlamdaki ilk büyük keşfi Berger'in kendisi yapmıştır. Yeni cihazını kullanarak bir insan bilinçli olarak düşünmediğinde, hayal kurduğunda ya da tıpkı Mary Shelley'nin fikirlerinin aklına geldiği durumda olduğu gibi, dalıp gittiğinde bile beynin aktif olduğunu göstermiştir. Daha da şaşırtıcı olan nokta ise EEG tarafından ölçüldüğü üzere, gönüllü konsantrasyon başladığı anda ya da bir deneğin ilgisi etrafındaki bir olaya kaydığında bu pasif halin elektrik ener- jisinin dinmesi gerçeğiydi. Berger'in fikirleri, beynin yalnızca dikkat gerektiren durumlarda elektriksel olarak aktif olduğu yönündeki döneminin bilimsel görüşlerine zıttı. Berger yeni keşfinin önemini anlatmaya çalışmış fakat çok az kişi kendisine kulak vermişti.” Bilim adamları insanların düşünmedikleri zaman nefes alma ve kalbin atması gibi işlevlerinin devamını sağlayacak kısmi bir beyin faaliyeti olduğunu biliyorlardı ve Berger'in EEG'sinin tespit ettiği diğer her şeyin yalnızca gürültü olduğunu varsayıyorlardı. Bu görüş mantıksız sayılmazdı ancak diğerleri biraz daha açık fikirli olsalardı, tıpkı Berger'in yaptığı gibi onlar da sinyallerin rastgele olmadığını fark ederlerdi. Ne yazık ki bu da mevcut paradigmaların entelektüel gelişmenin önüne çıktığı bir başka durumdu, yani gayet yaygın bilinen bir hikâye. 1930'ların sonlarında Berger'in EEG üzerindeki çalışmaları büyük bir alanı doğurmuştu ama kimse dinlenme halindeki beynin enerjisiyle ilgilenmiyordu. Dönemin araştırmaları başka yönlere kaymıştı ve Berger de unutulmuştu. Derken 30 Eylül 1938'de klinikte viziteye çıktığı esnada acil telefona çağrıldı ve Nazi destekçisi yetkililerce kendisine ertesi gün işine son verileceği bildirildi. Bundan kısa süre sonra da laboratuvarı dağıtıldı. Mayıs 1941'de, II. Dünya Savaşı tüm hızıyla devam ederken kariyeri Naziler tarafın dan dondurulmuş ve EEG alanındaki araştırmaları istediği yönde gitmeyen Berger, günlüğüne şöyle yazmıştı: "Geceleri uyuyamıyorum. Devamlı düşünüyorum ve kendimi suçluyorum. Düzenli bir biçimde okuyamıyorum, çalışamıyorum ama kendimi zorlamak istiyorum çünkü bu katlanılamaz bir şey." Kariyeri fiilen sona eren Berger, hayatı boyunca uğrunda çabaladığı beynin elektriksel süreçlerini zihinde yaşananlarla ilişkilendirme hedefine ulaşamadığını düşünüyordu. Beynin durgun haldeki elektrik enerjisini keşfetmesiyle çok büyük bir adım atmıştı fakat ne bunu daha ileriye taşıyabilmiş ne de kimseyi bunun önemine ikna edebilmişti. Berger'in yayımlanan son makalesinin son sözleri meslektaşlarına bu fikri ciddiye almaları için bir yakarış niteliğindedir: "Geçmişte değindiğim bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Zihinsel bir iş yapıldığında ya da aktif bilinçli faaliyet niteliğinde bir etkinlik herhangi bir şekilde kendini gösterdiğinde... kortikal faaliyetteki bu değişimle bağlantılı olarak insan beyninin potansiyel dalgalanmalarının genişliğinde kayda değer bir azalma görülür." Berger aslında öylece boşluğa haykırmış sayılabilirdi. Sözleri kimseye tesir etmemişti. Zamanının ötesinde olmanın cilvelerinden biriydi bu. 30 Mayıs 1941'de Hans Berger kendi yaşamına son verdi. Çalışma panosunda, büyükbabası şair Friedrich Rueckert tarafından yazılmış şu şiir asılıydı: “Her insanın karşısında Olması gereken kişinin tezahürü durur O kişi olamadığı sürece Bu hayatta mutlak huzuru bulamaz.”
Sayfa 154 - 160- PdfKitabı okudu
·
1 plus 1
·
287 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.