Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

192 syf.
9/10 puan verdi
·
5 günde okudu
Yusuf Atılgan - Aylak Adam
Aylak Adam, 1959 yılında yayımlanmış olan ilk romanıdır Yusuf Atılgan'ın. Yusuf Atılgan, 1921 doğumlu olan Türk yazar ve öğretmendir. Eser, ilk modernist Türk roman örneklerindendir ve bilinç akışı tekniği hâkimdir genel olarak. Bu tarz, ilk karşılaşıldığında yabancısına çok zorlayıcı gelebilmektedir. Bundan dolayı olsa gerek ki pek çok okur, eserde aradığını bulamadığını düşünmektedir. Lâkin bana göre Türk Edebiyatının yapıtaşları arasındadır. Eser, dört kısımdan oluşmaktadır. Kış, ilkyaz, yaz ve güz. Eserdeki; "Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur, kimi müdürlüğüne, kimi işine, sanatına." kısmı akıllara Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar eserini getirir. Ki zaten Oğuz Atay, Tutunamayanlar'da Aylak Adam'dan ilham almıştır. Selim Işık'tan önce Aylak Adam vardı anlayacağınız... Bir arayış romanıdır Aylak Adam. Bütün değerlerini yitirmiş, tutunacak bir dal arayan bir adamın romanı. Köhneleşmiş, ataerkil düşünceler asla ona göre değildir. İstemediği durumlara zorla sıkışıp kalmaktansa yalnızlığına sığınır. Aramadan, düşünmeden yaşanılsın diye yaratılmış bir dünyada yapayalnız olduğunu bilir. İçinde bulunduğu topluma ait hissetmez kendini. Sürekli bir arayış içindedir. Hem kendini hem de kendisi olma yolunda onu tamamlayacak kişiyi aramaktadır. Kaybolmuştur bu yozlaşmış toplum içerisinde. Belki bu yüzdendir ki ismi dahi yoktur. Yalnızca "C." olarak tanımlamaktadır yazarımız kendisini. C.; kendisine kalan miras sayesinde çalışma gereği duymayan, aylak aylak dolaşan, vaktini okuyarak, sinemaya giderek geçiren biridir. Kendini "zengin" değil "paralı" olarak sıfatlandırmaktadır. Çünkü toplumun aksine ona göre zenginlik para değildir. Gerçek zenginlik; bu ikiyüzlü toplumda, kalıplara sıkışmadan kendin olabilmektir. Karakterimiz içindeki boşluğu dolduracak olanı, onu tamamlayacak olanı aramaktadır. Tutunacak bir dal aramaktadır tabiri caizse. Bu dalın da gerçek sevgi olduğunu düşünür. Çünkü bu ikiyüzlü toplumda tek şeffaf ve duru olan şey saf sevgidir. Peki aradığını bulabilecek midir C.? Karakterimiz; ilk bölümde yani kış aylarında, Sadık isimli bir arkadaşının atölyesine gider ve modellik yapmaya başlar. Bir süre sonra çizilen resimdeki bir detaydan rahatsız olur ve bir süre gitmeme kararı alır. Sürekli bir anlam arayışında olan C., bu işte aradığını bulamaz anlayacağınız üzere. Bu sefer bir sonraki arayış durağı "yazmak" olacaktır. Yazı yazmaya karar verir ve bir süre sonra bundan da sıkılıp vazgeçer. Bir türlü tatmin olamamaktadır. Tabii tüm bu meşgalelerle uğraşırken bir yandan türlü türlü düşüncelerle boğuşmaktan, gerçek aşkı aramaktan da asla geri kalmaz karakterimiz. İlkyaz (bahar) döneminde; bir gün, pastanede iki kız görür ve ismi Güler olanı takip edip onunla tanışma isteği içerisine girer. Aradığı gerçek aşkın onda olduğu hissine kapılır. Güler'in yanındaki ismi B. olan kıza tenezzül edip bakmaz bile. Güler ile tanışırlar ve ilişkileri başlar. Başta ikisi de çok mutludur lâkin sonraları hayata bakış açılarının birbirinden zıt olduğunu fark ederler ve ilişkileri sonlanır. C., onun da diğerlerinden farklı olmadığını "herkes gibi" olduğunu fark eder. Ama o "herkes gibi olmayanı, onu tamamlayacak olanı" aramaktadir. Bu denemesi de boşa çıkar. Bu şekilde arayış içerisinde geçen ömründe, geçmişi düşünmekten de asla geri kalmaz C. Annesini, babasını, teyzesini düşünür. Babası, annesine ve ailesine pek de değer vermemiş olan biridir. Sürekli aşağılar, asla sevgi göstermez. Sevgisiz bir ailede büyür C. Hatta bir defasında babasıyla ilişkisi hakkında şöyle bir şeyi hatırlar; "Okuldan suratımda çürükler, tırnak yaralarıyla döndüğüm günler babam 'görürsünüz, adam olmayacak bu çocuk' derdi. Konuşmazdım. Sevinirdim. Babam adamsa ben olmayacaktım." Sanırım bu sebepten olsa gerek ki gerçek sevgiyi, gerçek aşkı aramaktadır C. Ne de olsa insanoğlu hep özlem duyduğu, hatta hiç tatmadığı şeylerin peşinde değil midir? Sevgisiz büyüyen biri elbette gerçek sevgiyi arayacaktır... Hayatı bu şekilde ilerlerken yaz dönemine gelindiğinde, İstanbul'daki yazlık bir yerde vakit geçirirken eski sevgilisi Ayşe ile karşılaşırlar. Tekrardan bir araya gelme kararı alırlar. İlk başta gayet iyi ilerler ilişkileri. Bir ressam olan Ayşe'nin resim çizdiği, C.'nin de kendi düşünceleriyle baş başa kaldığı bu süreç oldukça keyiflidir. Ancak sonrasında bir gece sohbet esnasında Aylak Adam'ın babasıyla ilgili anılarını anlatması Ayşe'yi epey korkutur ve C.'nin kendisini terk edeceğinden şüphe etmeye başlar. Bu hissine karşılık terk edilmeden terk etmek ister ve bir mektup bırakıp C.'den ayrılır. Yine aradığını bulamadan, tamamlanamadan, yarım yamalak kalmıştır karakterimiz... Hayatta aradığı şeyi bir türlü bulamayan karakterimiz, sonbahar aylarında yaşadığı yere geri döner. Bu dönemde ağır iştahsızlık, şiddetli baş ağrıları ile mücadele etmeye başlar ve bu sorunlarını içki içerek gidermeye çalışır. Romanımızın sonuna yaklaşırken Aylak Adam, sürekli gittiği ve kendi tabiriyle hayatının aşkını bulmayı umduğu tatlıcıya gider. Karıncaları seyreder türlü düşüncelerle. Kalkıp sinemaya gitmeyi düşünür ama sonra vazgeçer. Çünkü ya o gelirse ya onu kaçırırsa ya geç kalırsa... Asla görmediği ama görse sanki hemen tanıyacakmış zannettiği kadını beklemişti ömrü boyunca. Tüm denemeleri boşa çıkmıştı ama o bir ümitle hâlâ arıyordu. Bulacaktı onu. Bu düşüncelerle boğuşurken camın önünden mavi gözlü, mavi yağmurluklu bir kız geçiyordu. Kız, ona değil dükkânın içine baktı. O ise kıza baktı. Onu tanımıştı, oydu. Güler ile ilk karşılaştıklarında bakmaya tenezzül etmediği kızdı o. B. ile bir veya iki kere daha birbirlerinin farkında olmadan karşılaşmışlardı. Kafalarını çevirseler birbirlerini fark ederlerdi bu anlarda ama ikisi de bunu yapmamıştı hiç... Fakat bu sefer hissediyordu bulduğunu. Hemen kalkıp koluna yapışmayı, "merhaba" demeyi düşündü. Belki kız da hemen onu tanıyıp "sus, biliyorum" diyecekti. Bu muhakemelerle boğuşurken kızın birdenbire koşmaya başladığını gördü. Kız otobüse yetişip atlayınca o da hemen yerinden fırladı. Ama otobüse yetişemeyeceğini anlamıştı. Otobüs artık gözden kaybolmuştu. Taksi ile yetişecekti. İlk gördüğü taksinin önüne atladı, Taksi şoförü ani bir hamle ile sağa kırıp durdu ve C. ile tartışmaya başladı. Kavga büyüdü ve karakterimiz şoförün suratına bir yumruk vurup yere düşürdü. Olaya şahit olan çevredekiler hemen müdahil olmak için toplandılar. Bir polis de oradaydı ve hemen C.'nin kolundan tutup ne olduğunu sormuştu. "Otobüse yetişecektim..." diyebildi yalnızca. Çevresindeki herkes onu kabahatli bulup ona düşmanca bakmaktaydı. O ise bu sefer kaçırdığından kesinlikle emin olduğu, fırsatı, otobüsü, kızı, düşünüyordu... "Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra ondan kimseye söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı." Üzerine sayfalarca yazılsa, kelimelerce konuşulsa da az kalacak bir eser denebilir sanırım. Sürekli bir yerlere, bir şeylere, birine geç kalma telaşıyla hayattan soyutlanan bir adam. Tam doğru kişi olduğunu hissettiği anda onu elinden kaçırması. Eseri okurken bazı felsefi, psikolojik çıkarımlarda bulunmaktan kendimi alamadım. Eserdeki zamanlar ile karakterimiz arasında bağ olduğu su götürmez bir gerçek sanki. Romanın başları (kış), karakterin arayışının başlangıç seviyesi. Yazı yazma, modellik yapma dönemi. Sonrasında esas aradığının ne olduğu fark eder ve ilk yaz (bahar) döneminde Güler ile tanışır. İlişkileri başta iyi gider yani tıpkı baharda yeşillik ve çiçeklerin açması misali C.'nin hayatında da bir yeşillik açma dönemi olur ama boşa çıkar. Sonrasında yaz döneminde eski sevgilisiyle belki de sıcak diyebileceğimiz bir ilişki yeniden filizlenir ama tabii ki bu da boşa çıkar. Bir sonraki ve son aşamada; güz (sonbahar) döneminde, karakter yaşadığı yere geri döner, bir nevi mevsimsel dönüşüm tamamlanır ve orada, bu kez her şeyin başlayacağı kişiyi fark eder ama onu da elinden kaçırır. Tıpkı ağaçların yapraklarını dökmesi gibi o da artık ümitlerini döküp tüketecektir... Yusuf Atılgan, olmayanı arayan birisiydi. Bu yüzden de o güne kadar alışılagelmiş roman türlerine karşı çıkıp bambaşka türde bir roman yaratmıştır. Yeni Roman akımına dahil olmuştur. Toplumun kabul ettiğine karşı gelmiştir bir nevi. Böyle bakarsak yarattığı C. karakteri de topluma, tabulara, alışkanlıklara karşı gelen bir karakterdir. C. de toplumun kabul ettiği; sabah 8 ile akşam 5 arası çalışmayı, 3 oda 1 salon anlayışını benimsememiştir asla. Birey olmak ister, kendisi olmak ister. Neden topluma karşı çıkmıştır Yusuf Atılgan, neden C. diye sıfatlandırıp isim dahi vermediği aykırı bir karakter yaratmıştır? Hegel'in yabancılaşmaya dair bir çıkarımı vardır. Ona göre yabancılaşma bireyin kendini tanıma ve keşfetme sürecinin bir parçasıdır. Yani ne kadar özümüze dönersek o kadar soyutlanırız toplumdan. Sanırım C.'nin toplumdan soyutlanmasını bu açıdan değerlendirmek mümkün olabilir. O da sürekli kendini keşfetme ve ne istediğini, amacını bulma çabasındadır. Karakterin bir isminin olmaması da aklıma Edmund Husserl'ın fenomenolojisini getirmiştir. Bu isimsiz karakter durumunu Franz Kafka'nın Şato ve Dava gibi eserlerinde de görmek mümkündür. Dava'daki karakter "Josef K." ve Şato'daki karakter ise yalnızca "K." olarak sıfatlandırılmıştır. Husserl'ın fenomenolojisine göre; şeyler bizim dışımızda var olamaz. Onların hepsi bilinçte kurulmaktadır. Romandaki karakterimiz de oradaki nesnelerle ve olaylarla olan ilişkisinden dolayı orada bulunduğu için kim olduğu pek de önemli değildir. Gerçekliğe bir anlam vermek, anlam veren bir şeyi şart koşar. Bu anlam veren şey C. karakterine göre salt bilinçtir. Dolayısıyla kim olduğundan ziyade onun bilinç akışına, bilincinin derinliklerine odaklanmamızı ister bizden yazar. İlk başta da belirttiğim üzere eser bilinç akışı tekniği ile yazılmıştır. Fenomenolojide, bilince gerçek görünen gerçektir. Husserl’a göre de nesneler, zihnî ilişkiler ve edimler yoluyla nesneler olarak inşa edilmektedirler. İnsan bilinci de bu nesnelerin gerçekliğini bizzat kuran şeydir. İnsan öznesi merkezleşirken deneyim dışında kalan veya bilince içkin olmayan her şeyin dışlanması, görmezlikten gelinmesi veya paranteze alınması, dış dünyanın yalnızca ama yalnızca bilincin içeriğine indirgenmesi bilinç akışı tekniğinin temelidir. İrdelendikçe belki birçok çıkarım yapılacak bir eserdir bence Aylak Adam. Okuyup bunca şeyi irdeleyip analiz ederken şunu da düşünmeden edemiyor insan; Belki hepimiz; her gün, bir yerlerde B. ile karşılaşıyoruz ve farkında dahi değiliz...
Aylak Adam
Aylak AdamYusuf Atılgan · Can Yayınları · 201959,9bin okunma
·
133 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.