Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

144 syf.
·
Puan vermedi
·
65 günde okudu
Emeğin Tevekkülü
Emeğin Tevekkülü’nü her şeyden önce, Türkiye’nin daha önceden ele alınmamış acı bir gerçeğini ortaya koyan saha çalışmadır. Bu çalışmanın Konya’da yapılmasının sebebi siyasi alanda önce RP(N.Erbakan) daha sonra AKP(R.T.Erdoğan) nin siyasi söylemler üzerinden yaptıkları siyaset ve Konya’da aldıkları oy oranlarına binaen İslamcı ideolojiyi benimseyen bir topluluk tespitiyle seçilmiştir. Bu incelemeyi okumadan önce 1980 darbesi sonrası sosyal devlet anlayışından(yazara göre zaten var olmayan) tamamen koparak neo-liberal ekonomik politikaların ve özelleştirmelerin ön plana çıktığı bir milat olduğunu unutmamak gerekir. Neo liberal politikaların işlenmesiyle işçi sınıfının sömürüsünün önü daha da açılmış ve Türkiye’nin toplumsal yapısı göz önünde tutulduğunda, artı değer üretiminin meşruiyetinin, hukuki siyasal üstyapıdan, ideolojik kültürel üstyapıya kaydığı görülmüştür. İdeolojik kültürel üst yapının öne çıkması demek, iktidar bloğuna bağımlı sınıfların rızasını alarak onları sömüren bir pazarlık ilişkisidir. (Bu meselenin daha iyi tahlil edilmesi adına Gramsci’nin hegemonya kavramına değinmek gerekir. Gramsci baskın olan sınıfın yalnızca toplumu yöneten değil aynı zamanda ahlaki ve entelektüel liderliğini de yaptığını söyler. Bu baskın sınıf kendi çıkarlarını bu sayede tüm toplumun çıkarları olarak göstererek evrenselleştirir.) Gramsci’nin hegemonya kavramı çerçevesinde, işverenler ile yapılan görüşmeler sonrası edinilen bulgular değerlendirildiğinde, kişisel menfaatlerin milli menfaatler adı altında meşrulaştırıldığı görülmüştür. Bu husus ile ilgili olarak Ömer Demir (2005)’in “Anadolu Sermayesi ve İslamcı Sermaye” eserinde dindar muhafazakar burjuvazinin kendi menfaatlerinin meşruiyetini dini ve milli temeller üzerine oturttuğu tespitinin doğru olduğunu görebiliriz. 28 Şubat sonrası ortaya çıkan neo liberal İslamcı iktidar bloğu, muhafazakar demokratlık ekseninde işçi sınıfının itaati ve rızasını yeniden üretmeye başlamıştır. Bu çerçevede neo liberal rejime uygun olarak yerel bağlamda oluşan cemaat tipi ilişki ağlarının, emekçi sınıf üzerinde kurulan hegemonik kontrolün en önemli araçların olduğu görülmüştür. “Neo Liberal İslamcı egemenliğinin gündelik hayatta kendini gerçekleştirmesini sağlayan şeyin gündelik hayatın her alanında ‘uygulanabilir olanın sınırlarını tayin eden’ kültürel hegemonya olduğu aşikardır.” Yazarın bu çalışmada tespit ettiği bir diğer husus ise dinin iktisat kalıplarını belirleyen bir zihniyet olmaktan ziyade bunların ifade edildiği bir dil olarak görülmesidir. Bu dil dindar muhafazakar burjuvazinin dilidir. Bu dille dile getirmeyen talepler meşru değildir. Yani kısaca diyor ki bir talebin varsa önce bunun dini altyapısını(kılıfını) hazırla. Bu dil Türk-İslam geleneğine uygun olmakla beraber kapitalizmi ihlal etmeyen bir dildir. Yapılan görüşmelerde görülmüştür ki dindarlık ve güvenilirlik arasında sıkı bir bağ oluşturulmuştur. Dini söylemlerde bulunan, ibadetlerini yerine getiren kişiler güvenilir kişilerdir ve işlerinin rast gitmesinin sebebi budur. İşveren ve işçilerin tamamı güvenilirliği sağlayabilme adına bu İslami muhafazakar dili kullanmak zorundadır. Dindarlık ve güvenilirlik arasında kurulan bu bağ, işverenlerin ekonomik faaliyetlerini bu dille ifade etmeye mecbur bırakmıştır. Tam bu noktada işverenlerden birinin açıklamaları oldukça dikkat çekmektedir. “Konya’da kişiler oturup sohbet etmeye başladığında oradaki konuşanların hiçbirisinin kredi kullanmadığına inanırsınız. Öyledir. Ama biz birbirimizi biliriz o konuşurken gidersin onun bankacıdan, tefeciden, faktöringden, her yerden çalıştığını görürsünüz. Bu biraz da Konya’nın kapalılığının getirdiği bir zorunluluktur….”Bu ifadeler rasyonellik ve dindarlık ile kurulan bağın samimiyetsiz yanını da deşifre etmektedir. “Burada ki ilişki biçimleri başlangıçta masumane olup sonradan araçsallaşan bir dinsel motivasyonu değil, başından itibaren sınıfsal bir araç olarak var olan dinsel anlamlandırmaları işaret etmektedir.”(sf47) Dini muhafazakar ortak dili kullanan işçi ve işverenler aynı dünya görüşünü paylaşırlar. Paylaşılan bu ortak dünya görüşü(İslami dünya tasavvuru) işçi ve işverenlerin aynı payda için çalışmaları ve İslami muhafazakar sınıfın menfaatleri doğrultusundadır. Fakat bu menfaatler irdelendiğinde görülmektedir ki işçiler kutsal adı altında mevcut olan düşünce yapıları ve sarf ettikleri emeğin burjuvanın menfaatlerini savunmaktan başka bir şey değildir. Yazar ayrıca Neo-liberal düzen içerisindeki işletmelerde uygulanan esnekleşme durumuna da değinmiştir. Bu noktada araştırma sahasında yapılan gözlemler sonucu çalışma süreleri, ücretler, çalışan sayısı ve çalışma alanlarında işverenin inisiyatifi ve talepleri doğrultusunda bir esnekleşme olduğu görülmüştür. Fonksiyonel anlamda tek bir işçinin bir çok alanda iş gücü olarak kullanıldığı, yani işçinin belli bir görev tanımının olmadığı ve joker eleman gibi oradan oraya sürüklendiği görüşmeler sonucu tespit edilmiştir. Bunun yanı sıra, işletmelerde işverenin işgücü kapasitesini istediği gibi arttırıp azalttığı da görülmüştür. Sanayi bölgesinde ki işçilerin ciddi bir bölümünün sigortasız çalıştırıldığı gerçeği göz önüne alındığında herhangi bir yasal hakkı da olmayan işçinin, çalışma hakları tamamen işverenin inisiyatifindedir. Yani bu noktada da bir güvencesizlik mevcuttur. Yine aynı esneklik durumu işverenin menfaatleri doğrultusunda ücret ve çalışma süreleri noktasında da görülmektedir. (bkz.62) Yazar kitapta 80 darbesinin politik işçi sınıfını ortadan kaldırma hedefine değinmiştir. 80’den günümüze kadar olan süreçte siyasi partilerin milliyetçi-muhafazakar-modernleştirici etkisi ve günümüz neo-liberal İslamcı iktidar bloğunun hegemonyasını pekiştirecek çalışmalarına değinilmiştir. 2001 devalüasyonu (mevcut dönemde ki ekonomik sorunların mevcudiyeti) iktidara gelen AKP’nin, yapmış olduğu ekonomik düzenlemelerin önünü açmıştır. “Bu düzenleme ile Türkiye’de esnek istihdam yapısına yönelik yapılandırılmalar olgunluğa erişmiş, sözleşmeli çalışma, taşeronluk, geçici iş ilişkileri, çağrı üzerine çalışma gibi biçimler garanti altına alınmıştır.” (sf.72) İşçilerin güvenceleri hususuyla ilgili olarak ta ciddi tespitler yapılmıştır. Sigorta hakkı dahi tanınmayan işçilerin, iş/çalışma güvenceleri olmamakla birlikte işçinin çalışma hakkı üzerindeki bütün inisiyatifte iş verenin elindedir. Akraba ve tanıdık birinin aracılığı ile işçi bulma yöntemi(ki yaygın olarak kullanılan bir yöntemdir), mevcut işçinin çalışma hakkına son verebilir. Yani bura da işçinin güvencesizliği ve istihdamın esnekliği sorun yaratan bir durumdur. Acımasız piyasa karşısında işçinin güvencesi işverenin koruyuculuğuna bağlıdır. Bu korumaya muhtaç olma durumu işverenin sömürüsünü meşrulaştırmaya hizmet eden bir noktadadır. Yani işçiden işçiye değişen bir güvence söz konusudur. Bu konu ile ilgili bir çok örnek mevcuttur. (bkz.76) İşçinin güvencesi noktasında önemli olan sendikalaşma hareketi ise Suğur (1995)’un Ankara OSTİM’de yaptığı araştırma sonucu işveren ve işçiler arasındaki ağabey-kardeş ilişkisine benzer bir diyalog ile gayri meşrulaştırılmaktadır. Aynı duruma Konya Organize Sanayi bölgesinde de rastlanmaktadır. Aynı zamanda işçi sömürülmeye yukarıda değindiğimiz esnekleşme yine işverenin menfaatleri doğrultusunda “biz bir aileyiz” sloganı ile meşrulaştırılmıştır. Aynı zamanda işçiler sendikaların özel sektörde olmaması gerektiği, bu sendikaların belli sınıf ya da kişilere hizmet ettiğini söylemişlerdir. TEKEL çalışanlarının grev ve toplu işçi hareketleri ile ilgili eylemlerine yönelik olarak TEKEL işçilerinin niyetlerinin işçi haklarından ziyade farklı maksatlarla(PKK sempatizanı olma) eyleme geçtiklerini dile getirmişlerdir. Bu durum da sendikaların işleyişi ile ilgili dahi bilgisi olmayan işçilere, hegemonik kültür aracılığı ile sendikanın uzak durulması gereken kötü bir şey olduğu fikri dayatılmaktadır. Özetle TEKEL işçilerinin sınıfsal haklarına yönelik örgütlü mücadelesi Konya Organize Sanayi’deki işçiler için meşru değildir. Çalışma da tespit edilen en önemli noktalardan biri ise kolektivizmin (Marksist düşünceye göre kolektivizm, üretim araçlarının kolektif olarak sahiplenilmesi ve toplumsal varlıkların ortak paylaşımını vurgular. Marksistler, kapitalist toplumlarda egemen olan özel mülkiyet ilişkilerini eleştirir ve bunun yerine üretim araçlarının tüm toplumun ortak mülkiyeti haline getirilmesini savunur)dışlanmasıdır. İşçiler özelleştirmeyi desteklemektedirler. Özel sektörde az ücretlerle çalışan işçiler gelirlerini o kadar normalleştirmiş durumdalar ki kendileri az ücret aldıklarından yakınmak yerine devlet işçilerinin (özellikle TEKEL işçileri bağlamında bu sorular cevaplanmıştır) yüksek maaşlar aldıkları ve bu maaşların karşılığını vermediklerini düşünmektedirler. Eşitsizlikler noktasında bir diğer meşrulaştırma aracı ise dini söylemler(uhrevi atıflar) olmuştur. Eşitsizlikler karşısında sabretme, sıkıntılara göğüs germe, hatta mazlumu oynama durumları sahabe ve peygamber hayatları ile bağdaştırılarak meşrulaştırılmıştır. Bu meşrulaştırıcı söylemler hem işçi hem de işverenler tarafından kabul görmektedir. İşçiler eşitsizliklere ilişkin hesaplaşmaları öteki dünya ya bırakmaktadırlar. Bu noktada dinin sömürüyü meşrulaştırma yoluyla dindar kesime bir hayatta kalma stratejisi sunduğunu söyleyebiliriz. Bu durumu yalnızca işçiler bağlamında değil her alanda görmek mümkündür. Eşitsizlik temelinde var olan dünyada yaşanan çaresizlikler bu düşünce yapısı ile tolere edilmektedir. Konumuza dönecek olursak, dini söylemlerle işverenlerin elde ettikleri tavizlere karşılık olarak işçilerde namaz vakitlerinde mola kullanma gibi sınırlı bir hak elde etmişlerdir. Bu durum kimi işletmelerde mesai sonuna namaz sürelerinin eklenmesini gündeme getirirken, kimi işletmelerde ise işverenin iyi niyetinin! suiistimal edilmesi noktasında işveren tarafından eleştirilmiştir. Ayrıca aynı safta namaza durarak sınıfsal farkların ortadan kalkması ve eşitliğin somutlaşması işverenler tarafından hoş karşılanmadığı için, işverenler Cuma namazlarını sanayi dışındaki camilerde kılma eğiliminde oldukları saptanmıştır. İşverenler işçilere, patronun kim olduğunu unutturmama, mesafeyi koruma adına bu eylemi gerçekleştirdikleri görülmektedir. Sonuç olarak Konya organize sanayi bölgesinde ki emek kontrolü çoğunlukla işçinin aleyhine(işverenin lehine) olacak şekilde kültürel hegemonya ile sağlanmaktadır. Bu hegemonik kültür ise dindar muhafazakar sınırlar içerisinde şekillenmektedir. Kültürel hegemonyanın işleyişi üç temelde görülmüştür; bunlardan ilki dindar-muhafazakar eksende sağlanan ütopik bir uzlaşıdır. Bu uzlaşı işçi ve işvereni aynı safta göstererek, işçinin sömürüsünü mümkün kılmakta ve emek kontrolünü uhrevi dayanaklarla meşrulaştırmaktadır. İkincisi, işverenin sosyal çevre(genellikle akraba ilişkileri) ile sağladığı emek gücünü (bu bağlantıyı(çalışanların yakınları) kullanarak) kontrol altına almasıdır. Son olarak ise işçinin rızasının yeniden üretilmesini sağlayan tavizlerle emek sömürüsüne meşruiyet sağlamaktadır. Yazarın ‘tiyatro’ olarak belirttiği ve gerçekliği olmayan bu tavizlerin İslami retoriği(, İslam dininin öğretilerini ve değerlerini ifade etmek, etkili iletişim kurmak ve İslamî mesajları etkili bir şekilde iletmek için kullanılan dilbilgisi ve söylem stratejilerini ifade eder.) ile harmanlayarak(sabır, tevekkül, şükür, sınav, kader) uhrevi atıflarla meşrulaştırılmasıdır. Bu çalışmaya benzer olarak Adana Organize Sanayi Bölgesinde yapılan işçi dindarlığını inceleyen çalışmada(Yanbay, 2009) da görüldüğü gibi dini kimliğin işçi sınıfı kimliğinin önüne geçtiği görülmektedir.
Emeğin Tevekkülü
Emeğin TevekkülüYasin Durak · İletişim Yayıncılık · 201340 okunma
·
236 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.