Gönderi

.... Ne işe yarıyor bu militan akılcılık? Türkiye kamuoyunda günden güne şiddetini arttıran, bulduğu her çatlaktan kendini gösteren, gittikçe yaygınlaşan yeni bir eğilimin varlığından söz etmek, ihtiyarlara özgü pastoral sezgiyle havada bir “sıklat” olduğunu söylemek artık mümkün. Havada bir sıklat var, “militan akılcılık” sıklatı. Bir süredir yağmur toplayan, kütle kazanan, gittikçe alçalan bulutlardan yağmur çiselemeye başladı bile. Bundan 10–15 yıl önce radikal liberteryen internet gençlerinin savunduğu asgari ücret tezlerini, serbest piyasa kültünün tele-vaizliğine öykünen yarı meczup medya ikonlarının ağızlarından duyar olduk. Kendini akılcılık, objektiflik olarak dayatan bu eğilimle önce ailelerin okumuş, parlak çocukları zehirlendi. Asgari ücretin açıklanmasının ardından kağıdı kalemi eline alıp işveren maliyetini hesapladılar, cumhurbaşkanının faizin sebep enflasyonunun netice olduğunu söyleyen iktisat tezlerine karşılık neredeyse “asgari ücret sebep, enflasyon netice” şeklindeki savlarını sıraladılar. Zamlı hâliyle yoksulluk sınırının altında kalan asgari ücret fazla bulunarak TÜSİAD’ın bile gerisinde pozisyon alındı. Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizinin ortasında, enflasyon altında ezilen yoksullarla değil de patronlarla empati yapıldı, patronlara ihtiyaçları olan duygusal destek verildi. Bütün bu sözler popülizm tuzağına düşmeden, duygusallığa yenilmeden, “dost acı söyler” düsturuyla, gerçekçilikle, akılcılıkla dile getirildi. Yakıcı bir barınma krizinin ortasında herkesin oturduğu evin sahibi olması gerektiğini söyleyen Erkan Baş da benzer eleştirilerden payına düşeni aldı. Bu fikrin lojistiğine, fizibilitesine, pratiğine yine aynı akılcılık ve hesap-kitap bilmekle karşılık verildi, herkesin oturduğu evin sahibi olmasının gerçekleşmesi mümkün bir hedef olmadığı hükmüne varıldı. Mutlak bir adalet anlayışı ve zarif bir demagojiyle, insanların barınmak için bir ömür çalışmak zorunda olduğu koşullar eleştirilmeden, dişinden tırnağından artırıp ev alabilen alt-orta sınıfların böyle bir durumda haksızlığa uğrayacağı belirtildi. Böylece yüzlerce konutun mülkiyetine sahip olan kişiler, şirketler arka kapıdan mekâna alınarak izdihamdan kurtarıldı. Niş bir kitleye ait olmaktan çıkıp çarşıda-pazarda-berberde-kahvede duymaya başladığımız bu fikirleri incelenmeye değer kılan şey, sermaye sınıfının yüce çıkarlarını savunmak için yapılmaması… Kendini akıl ve mantık kılığına büründürerek, tabiat yasalarından bir yasa olarak sunması… Egemen ideolojinin derinin altına adeta sirayet etmiş olmasından ileri gelmesi… Kapitalist gerçekçilik hakkında yazan Mark Fisher’ın hatırlattığı gibi “İdeoloji gelip ‘Ben ideolojiyim’ demez, ‘ben doğayım ve işler böyle yürür’ der.” Eskinin sol düşünceyle vicdani ve duygusal ilişki kurmuş, yaşam pratiği ve siyasi pozisyonu aksi yönde olsa da fantezide ortaklaşan sıradan insanı kapitalist gerçekçiliğe teslim olmuş. Başka bir dünyanın imkânından zaten söz edemezken hayalinden de mahrum kalmış. Muhayyilesi bireysel kurtuluş mitleriyle, duygulardan azade olmanın tarifsiz cool’luğuyla, girişimci birey söylemleriyle sakatlanmış. Sol, onun için artık romantik bir hayali bile temsil etmiyor, tabiat yasalarına uymayan irrasyonel bir teoriyi temsil ediyor. Toplumsal taleplere verilen desteği “hümanistlikle” suçluyor, durmadan duygusal küntlük ve apati performansı sunuyor. Dünyanın tüm insanları yerine tüm işçilerini birleşmeye çağırmış, tarihi ve toplumu sınıf savaşı ve şiddetli bir çatışmanın ürünü olarak gören sol düşünceyi hümanistlikle nitelemenin ardında çarpık bir algılama mevcut. Bu algı, sol’u sığ bir ahlaki tutuma indirgerken yoksulların çıkarlarını savunmanın vicdani bir kaygıdan, “erdem gösterisinden” kaynaklandığı konusunda kendinden emin. Varolmayan ahlaki bir eğilim atfedip sonra bu namevcut eğilimle canhıraş savaşan modern zamanların objektif ve akılcı Don Kişot’u… Sosyal bir “ıssız adam”… Estetize edilmiş “Kızım, ben seni üzerim” hâlleri… Takipçilerine müjdeler değil, can sıkıcı gerçekler getiren bir peygamber… İyiden iyiye billurlaşan, bilişsel bir salgına dönüşen bu tutumu yalnız güncel siyasi-sosyal meselelerde değil, yaşamın en kılcal damarlarında görmek mümkün. Toplu taşımada ayakta seyahat eden yaşlıya yer vermemek, kafede çocuk sesine tahammül edememek, sokak köpeğiinin varlığından rahatsız olmak neredeyse kadim bir doktrin gibi fanatik topluyor ve kuramsal altyapısı hazırlanıyor. Aşırı rasyonelleştirmeyle eski toplumdan kalan tortuların neden olduğu vicdani yükten kendini kurtarıyor. Yoksullara rasyonel bir tavsiye olarak “ürememeyi” önermeye kadar varan bu eğilim, mülteci bir çocuğun ölümüne “üzülmedim” yorumu yaptırırken, intihar etmek üzere pencereye çıkan lise öğrencisine arkadaşı tarafından “atla” dedirtiyor. Halihazırda sınırlı olan empati stokları, egemenlerden yana kullanıldığı için dezavantajlı kitlelerle kurulacak empati bırakmıyor ve masif bir kayıtsızlık performansı sahneleniyor. Havada sıklat var. Yağmur bulutları toplanıyor. Yağmurun yağıp yağmadığı konusunda kuşkuya düşürecek bir belirsizlikle çiselemeye başlıyor. Rutubet hissi artıyor. Birazdan sağanak boşandı boşanacak. Ekserisi yarın iktidara talip olan muhalefet bloğunda bulunan bu militan rasyonalistler, Erdoğan’ın asgari ücreti üzerinden bunca halk düşmanlığı yapıp sayılardan ve işveren maliyetlerinden, enflasyon tezlerinden dem vururken yarın nasıl bir sağanak ile karşı karşıya bırakacaklar bizi? Sol popülizmden, romantizmden, iyi-kötü antagonizmasından, Yeşilçam garibancılığından, işçicilikten, ahlakçılıktan kendimizi sakınarak bir miktar duygusallaşmakta fayda var. Biraz insan olalım. Yaşlıya yer verelim, çocuğa tahammül edelim, yoksula kulak kesilelim, toplum olmayı savunalım. Frederic Jameson’ın ifadesiyle, dünyanın sonunu hayal etmenin kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha zor olduğu bugünlerde, bir başka dünyanın mümkün olduğunu kendimize arada sırada hatırlatalım.
·
361 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.