Gönderi

.... Kültürel iktidarı almak Bu yazıyı bu dilde okuyabiliyorsanız, 6 Şubat’ta nasıl bir sabaha uyandığımızı tekrar anlatmaya gerek yok. Çok üzgünüz, çok öfkeliyiz. İnsanların hayatına mâl olan, bir ülkenin kaderini oyuncağa çeviren yozlaşmışlığa, işbilmezliğe, beceriksizliğe öfkeliyiz. Bu beceriksizliğin bilinçli, son derece politik bir tercih olduğu gerçeğine, dillerden düşmeyen o bekanın burada somutlaşmasına öfkeliyiz. Her fırsatta büyüklüğüyle böbürlenilen bir devletin kudretsizliğine, bu kudretsizliği gizlemek için yapılan bin bir türlü soytarılığa öfkeliyiz. Bir halkı elinde esir tutan, örgütlülüğü yalnızca kendi mafya rejimini sürdürmeye yeten, sivil toplum örgütlerine yapılan yardımlara çökmeye çalışan, siyasi parti kılığına girmiş bir suç örgütüne öfkeliyiz. İnsanına onurlu bir yaşamı çok görenlere öfkeliyiz. Sosyal medyadan takip ettiğimiz editörler, çevirmenler, akademisyenler, yayıncılar, yani meslekleri kendini ifade etmek olan, başka zamanlarda dile dair yetkinlikleriyle hayran bırakan insanlar, bu manzara karşısında yalnızca küfredebiliyor, bilinen herhangi bir küfre sığmayacak bu organizasyonsuzluk, göz göre göre yapılan bu halk düşmanlığı karşısında söyleyecek söz bulamıyor. Yine de hepsi biliyor ki konuşmak lazım. Konuşmak lazım ki kayda değer tek defterin, bizim defterimiz olduğu bilinsin. Pazartesi nasıl bir sabaha uyandığımızı anlatmaya gerek yok diye başladık, ama bundan sonra nasıl sabahlara uyanmayı hak ettiğimizi konuşmalıyız. Konuşalım o zaman, ama nereden konuştuğumuza da bakalım mesela. 9 Şubat Perşembe sabahı Türkiye’deki bir üniversitenin bünyesinde online dersim vardı. Dersin adı “Popüler Kültür”, ilk dersin konusu “Popüler nedir, kültür nedir, önemli midir?” idi. Program oluşturulurken sorunun cevabı evet olarak kurgulanmıştı, ama bunu o gün sormak son derece fuzuliydi. Deprem olalı beş gün bile olmamış, bir Zoom ekranına bağlanıp Adorno’dan, Eagleton’dan, Raymond Williams’tan, Nurdan Gürbilek’ten bahsetmemiz bekleniyordu. Akşam saatlerine doğru, YÖK ikinci bir emre kadar bahar dönemleri henüz açılmamış üniversitelerdeki derslerin başlangıcını erteledi. Döneme çoktan başlamış üniversitelerdeki eğitimin ne olacağı bir süre belirsizliğini korudu, sonradan tüm üniversitelerde uzaktan eğitime geçilmesine karar verildi. İlk paragraftaki yozlaşmışlık-beceriksizlik sarmalına eklemlenen, tek kişinin ağzından çıkıverdiği için oldu bittiye getirilen bu karardan vazgeçilmesi gerektiğini savunanlar olarak biliyoruz ki bir kurum olarak üniversitenin kerameti, ders adı altında sarf edilen üç beş laftan ibaret değil. Üniversite ne işe yarar sorusunun cevabını merak eden varsa, ODTÜ Mezunlar Derneği’nin günlerdir yürüttüğü çalışmalara bakabilir. “Kültür nedir?” sorusu bu bağlamda fuzuliydi, perşembe sabahı bir üniversite dersi kapsamında sorulmaya mecbur bırakılması da anlamsızdı, ama cevabın bir kısmı bugüne dair bir şeyler söylüyordu. Terry Eagleton, Kültür’de (Çev: Berrak Göçer), kitaba adını veren kavramı açıklayan dört farklı yaklaşımdan bahsediyor: 1) Sanatsal ve düşünsel eserler toplamı, 2) Ruhsal ve zihinsel gelişim süreci, 3) İnsanların yaşamlarına yön veren değerler, gelenekler, inançlar ve simgesel pratikler, 4) Bütün bir yaşam tarzı. Yani Erdoğan’ın sahip olmamaktan hayıflandığı kültürel iktidar, kültürün ilk tanımından yola çıkıyor. Çerçeve böyle kurulunca konuyla ilgili tartışmalar da “AKP güzel resim yapamıyor, o yüzden kültürel iktidara sahip değil,” seviyesini aşamıyor. Oysa kültürün tek tanımı bu değil, kapsadığı alan da kültür-sanat ürünleriyle sınırlı değil. Dolayısıyla bu konuda dahi çerçeveyi kuranın Erdoğan olması, özellikle üçüncü ve dördüncü tanımlar devreye girdiğinde başka bir şey söylüyor. Üçüncü ve dördüncü tanımları da meseleye dahil ettiğimizde, konuştuğumuz dil, düşünce biçimimiz, alışkanlıklarımız, meselelere nasıl yaklaştığımız da belirleyici oluyor. Örneğin siyasetin, siyasi partilere oy verilecek günün gelmesini beklemekten ibaret görülmesi[i], herhangi bir örgütlenme pratiğinin başlı başına suçla bağdaştırılması, öncesi ve sonrasıyla depremin yol açtığı yıkımın sorumlularını gizlemek için felaketin büyüklüğüne ve hamasi bir “birlik ve beraberlik” anlatısına sığınılması ülkenin siyaset kültürünü açıklıyor. Veya bir belediye başkanının kaçak yapıya izin vermemek için müteahhitlerle, vatandaşla zıtlaşmak zorunda kalması, “Senden başka doğru adam mı yok memlekette?” gibi tepkilerle karşılaşması da inşaat, hatta genel anlamda iş yapma kültürünün, kemikleşmiş, kanıksanmış bazı prosedürlerin tezahürü. Hâliyle, işin içine bu son iki tanımı dahil ettiğimizde, kültürel iktidarın kimde olduğu da apaçık ortaya çıkıyor. “Kültürel iktidar bizde,” derken bahsi geçen bizin tanımı da bir hayli muğlak. Burada en geniş tanımıyla anti-erdoğanizm üzerinden, kötü hazırlanmış bir bavulu kapatır gibi sıkış tepiş bir araya getirilen soyut bir gruptan bahsediliyor. Oysa marketlerden en temel ihtiyaçlarını gidermeye çalışan depremzedeleri yağmacılıkla suçlayan, onların kurşuna dizilmesini talep edenler, biriken öfkeyi mültecilere yöneltmeye yeltenenler de kendini bu grubun içinde görüyor. Öyleyse yeni bir kültürün yanı sıra yeni bir biz de tanımlamamız gerekiyor. Kültürel iktidar bizde değil, zaten burada kullanıldığı hâliyle biz diye bir şey yok. Eğer bir bizden bahsedeceksek, tam da yıkımı değil umudu savunanların, her insan için onurlu bir yaşamı tesis etmek hayaliyle yaşayanların birliğinden doğacak. Eğer kültürel iktidardan bahsedeceksek da o iktidarı ele geçirmek, “Silivri soğuktur“u “Silivri Maraş’tan, Hatay’dan soğuk değil“e çevirebilmek için daha çok konuşmaya, sandıktan ötede kurulan bir siyaset diline ihtiyacımız var. Sözümona evrensel kavramlardan vazgeçmenin, bunun adını bir varoluş savaşı olarak koymanın vakti geldi. Bizim yapayalnız bırakılmış bu halklara onurlu bir hayat borcumuz var. İnsanlık için böyle bir hayatın hayalini kuranlar mı var olacak, yoksa onların canına kastedenler mi? Bunun kararını da “biz” vereceğiz. [i] Buraya bir parantez açmak gerekir. Siyasetin, sandık günü beklemekten ibaret sayılmaması gerektiği gerçeği, süreklileştirilmiş bir olağanüstü hâl ile seçimlerin ertelenmesini ya da kendi belirleyeceği ohal koşullarında gerçekleştirilmesini zorla kabul ettirmeye çalışan iktidara karşı aynı sandığı savunmak gerektiği gerçeğini dışlamaz. Hatta bütün bunları nereden tartıştığımız da kültüre içkindir, kültürel iktidarın kimde olduğuna işaret eden gerçeklerdir.
·
392 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.