Gönderi

.... Sıradışı olmak zorunda mıyız? “İçinde yaşadığımız atmosfer her birimizin sırtına 40 bin okkalık bir güçle bastırıyor, ama hissediyor musunuz onu?” Karl Marx (Berman, 2005) Marx, bu soruyu 1848 devrimlerinden önce, Avrupa halklarının üzerindeki ezici havayı ve devrimi yaratan koşulları tanımlamak üzere sormuştu. Ancak Marx’ın anlatım kabiliyeti ve diyalektik yorumu, başka birçok tanımında olduğu gibi, daha geniş bir çerçevede günümüz dünyasını yorumlama fırsatı da sunuyor. “Modern” diye tanımlanan insan günümüzde bu 40 bin okkalık atmosfer basıncıyla yaşamayı sürdürüyor, bu basıncın güncel biçimlerini deneyimliyor. 1848 devrimlerini yaratan atmosfer, ekonomik ve siyasal alanda kendini zaman zaman daha ezici biçimde hissettiriyor. Son 50 yılda zirveye ulaşan, sosyal medyanın hayatımıza girmesiyle iyice belirginleşen bu ezicilik iyiden iyiye varlığını dayatıyor. Soğuk Savaş’ın ardından oluşan yenilgi havası nedeniyle kapitalist değerlerin kültürel alandaki mızrağı olan bireycilik son yıllarda en öğütücü halini test ediyor. Kapitalizmin tümel olarak sahip olduğu bir değer olması nedeniyle, birey merkezli felsefenin yarattığı tahribatı birçok alanda takip etmek mümkün. Kişisel gelişim zırvalıklarının yanı sıra her gün aşırı dozda maruz kaldığımız reklamlarda “sürüden ayrılmak, farklı olmak, özel olmak, sıradışı olmak” gibi söylemler her gün üstümüze arsızca boca ediliyor. Bu söylemler, kuşkusuz satış ve tüketim konusundaki işlevselliği nedeniyle tercih ediliyor. Ancak kapitalizm ve bireyin zaten birbirlerinden neredeyse koparılamayacak düzeyde bağlı biçimde çalıştığını görmek zor değil. John Locke, Adam Smith ve John Stuart Mill’den bu yana kapitalizmin genetik kodlarında bulunan rasyonel tercih teorisi, her zaman bireyin kendi faydasını maksimize etmesini öğütlüyor. Bu soyut yaklaşım artık bütünüyle kapitalist sistemin kontrolünde, gündelik hayata entegrasyonunu da sosyal medya aracılığıyla maksimize etmesi nedeniyle kamuoyunda yarattığı psikolojik tahribatı en üst düzeye çıkarıyor. Eric Hobsbawm, 20. yüzyılın dramasını “aşırılıklar çağı” diye tanımlamıştı. Ancak bu yerinde tanımlamaya bireyin günümüzdeki psikolojisini anlamak üzere başvurulabilir. Artık gündelik hayatta birer aşırılıklar tasavvuru haline gelmiş bireylerden söz edebiliriz. Her alanda bir aşırılığı denemek, dikkat çekmeye uğraşmak sürüden ayrılmanın yegane kuralına dönüştü. Görülme, duyulma, dikkat çekme, beğenilme arzularının TikTok, Instagram veya Twitter gibi mecralarda aşırılıklar yoluyla tatmin edilmesi gündelik hayatımızın sıradan görünümlerinden biri oldu. Ekonomik ve siyasal düzenin dayattığı bireycilik kültürünün dışında kalmaya çalışanlar için bile bu aşırılıklar artık fark edilemez biçimde içimize yerleşti. Hatta aşırılıklar sıradanlığı tanımlar hale geldi. Haddinden fazla film izlemek veya hiç izlememek, çok fazla kişi tarafından takip edilmek, yalnızca bir kişiyi takip etmek veya kimseyi takip etmemek gibi dışavurulan aşırılıklar artık lokomotifin motorunu besleyen yakıta dönüştü. Psikoloji disiplininde yapılan birçok araştırma, sosyal medya kullanımının artmasıyla iyi hissetme halinde gerileme yaşandığını ve anksiyete, depresyon, stres gibi negatif duygusal parametrelerin yükseldiğini gösteriyor. Stres ve anksiyeteyi tetikleyenlerin sosyal medya aracılığıyla pazarlanan kusursuz yapay anların kullanıcılarda yarattığı kıskançlık ve öfke gibi hisler olduğu yadsınamaz. Kendimizi acayipleştirmek ve farklılaştırmak görülmek veya duyulmak için geçer akçe haline geldiğinden olağan karakterlerimizi isteyerek veya istemeyerek yırtmaya çalışıyoruz. Bireyci kültürün bu yoğunlukta dayatılması toplumun sıradan bir ferdi olma fikrini bayağılaştırdı, dayanışma duygusunu baltaladı. Sıradan ve gerçekçi bir hayat sürmeyi de bir tür tatminsizliğe dönüştürdü. Bu acayipleştirilmiş, sıradışı, kimseye benzemeyen aşırılık halleri sinema alanındaki üretimlerde de gözlemleniyor. Örneğin Sick of Myself (Kristoffer Borgli, 2022) adlı filmde üzerimizdeki bu baskının bariz izlerini görmek mümkün. Filmin ana karakteri Signe farklılaşma veya ilginin merkezinde olma arzusunu bastıramaz, sıradan ama bütünlüklü bir hayatta varolamaz, mahrum kaldığını düşündüğü ilgiyi elde edebilmek için akla ve mantığa, hatta asgari ahlak değerlerine uymayacak birtakım kararlar alıp uygular. En az onun kadar benmerkezci sevgilisinin de payıyla, bu sıradışı olma serüveni Signe’yi mahvedecektir. Bu türden bir farklılaşma arzusunu tersinden görselleştiren bir örnek de The Man Who Sleeps (Bernard Queysanne, 1974) filmi olabilir. Fransız kültüründen aşina olduğumuz ana karakter aslında bir flaneur örneğidir. Dış dünyayla ilişkisini kesmeye, temas etmemeye ve kendine kapalı bir alan oluşturmaya çalışır. Bu çaba, gündelik hayatın sıradanlığının ötesinde bir yanıt aramanın sonucu olarak vuku bulur. Karakterin yalnızlığı, kendine ve dünyaya yabancılaşması bireyci kültürün ve bu kültürün doğurduğu radikal farklılaşma çabasının 1970’lerdeki tezahürü olarak görülebilir. Gramsci’nin “Kimse toplumun dışında yalnızca insan olarak var olamaz,” sözüyle kayıtsız insanlara yönelttiği eleştiriyi doğrulayan karakter, film biterken çabasının beyhudeliğini şöyle ifade eder: “Kendini kandırmayı, kendini uyuşturmayı, kendi oyununa gelmeyi sürdürebilirdin belki. Ama oyun bitti. Büyük şenlik, ertelenmiş yaşamın yalancı sarhoşluğu bitti. Dünya yerinden kıpırdamadı, sen değişmedin. Kayıtsızlık seni farklı kılmadı. Ölmedin. Delirmedin.” Sıradanlığın değerini unutmuş, bireyin ancak bütünle (başkalarıyla) birlikte yüksek anlamlara ulaşabilme potansiyelini neredeyse yitirmiş durumdayız. Bireyci tüketim kültürünü değiştireceksek, kolektif ve dayanışmacı bir kültürü örgütlemek zorundayız. Günümüzdeki bireyci tahakkümünü kırabilmek için sıradanlığın değerini kendimize hatırlatmakla başlayabiliriz. Sıradan insanları, sıradan hikayeleri, sıradan mutlulukları sahiplenebiliriz; bu sıradanlığı çekinmeden kültürün merkezine yerleştirebiliriz.
·
2 plus 1
·
734 views
Faruk okurunun profil resmi
Çok güzel, elinize sağlık! Yazının demek istediğini anladığımi düşünüyorum. Sıradışı olmak isteğiyle başta kendimiz olmak üzere, topluma ve çoğu şeye zarar veriyoruz. Toplum sıradışı olmayı değil, sıradanligi, neysek o olmamız gerektiğini ifade ediyor. Bu durumu yaratan en önemli husus da, insanın bilgisizliği, cahilliği gibi duruyor. Özellikle bizim toplumumuzda. Sadece itiraz etmek istediğim şey se: Kapitalizmin hiç bir zaman gerçek ve gerektiği gibi uygulanmadığı, içinin kötü niyetliler tarafından boşaltıldığı ve amacından uzaklaştırıldigini düşünüyorum. Çünkü üreten insanlar, insanlığın hiç bir döneminde bu kadar özgür olamadı. İşte bunu üretim yani mallar, kapitalizm sağladı. Bu güzel yazı için bir kere daha teşekkür ediyorum.🙏
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.