Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

.... Yüzyılın kaybı: Aşk En son ne zaman bir şiiri alay ederek ya da utanarak değil de sahiden içinizde bir yerlerde bazı parçaları tamamladığını hissederek okudunuz? Ne zaman bir sevgi sözcüğünü gerçek anlamıyla hitabınıza kattınız? Ne zaman birinin görünüşünden önce size nasıl hissettirdiğiyle ilgilendiniz? Verdiğiniz cevaplardan hoşnut değilseniz belki de gaddarlaşmadınız, sadece topluca sürüklendiğimiz bir duygusal krizin ortasında (hepimiz gibi) rotasız kaldınız. Psikoloji bilimini arka bahçeleri yapmış “well-being influencerları” bize her şeyin kendi benliğimizle ilgili olduğunu anlatıp dururken, derdimiz her neyse çözümlemek konusunda yol kat etmeden geçirdiğimiz günleri hiçe sayar olduk. “Kendimizin daha iyi bir versiyonu olmaya” kafayı takmış durumdayız. Görünüşümüzle yatıyor, kişiliğimizle kalkıyor, hislerimizle cebelleşip duruyoruz. “Ben” çağının başarılı üyeleri olarak çareyi yogadan tarota, psikolojiden astrolojiye mümkün olan her yerde aynı anda arıyoruz. Mutsuzluğumuzu, öfkemizi, bıkkınlığımızı süslü raflara kaldırıyor, yerine sahte bir iyileşmeyi yerleştiriyoruz. Çoğu zaman hissizleşmeyi, duyarsızlaşmayı, donuklaşmayı iyileşme zannediyoruz. Üstelik ne hikmetse ancak bireyselleştikçe iyileşebiliyoruz. Oysa insan toplumla birlikte anlam kazanır. İlişkilerle büyür, tartışmalarla şekillenir, paylaşımlarla çoğalır. Kapitalizm, doğası gereği “durup ince şeyleri anlamamızı” istemez. Yavaşlamamızı, derin bağlar kurmamızı, anlamaya çalışmamızı tehlikeli bulur. Tüketimi kısıtlayabilecek hiçbir açığa fırsat vermez. İlk bakışta zincir mağazalardan alışveriş yapmaktan ibaret sanılan bu gerçek, daha yakından bakıldığında, en özelimize, yani aşkımıza bile sirayet eder. Çünkü kapitalizm aşıkları değil, çiftleri sever. Her şeyi yatırım olarak gördüğümüz bu dünyada artık hislerimiz de birer yatırımdır, dolayısıyla karşılığını yeterince verimli bir şekilde alamayacağımızı öngördüğümüz her ilişkilenme de kayıptır. Hal böyle olunca, karşımızdaki kişiyi de bir meta olarak seçmemiz gerekir. Görsel olarak yakışacağımız, statü atlamamıza yardımcı olabilecek, ekonomik olarak bizi rahatlatacak ya da standartlara uygun bir gelecek sağlayabilecek her ilişki iyi bir yatırım olarak görülebilecekken; aynı şeylere gülmek, birlikte iyi hissetmek ya da bazen yalnızca kalbinizin daha hızlı atması tamamıyla önemsiz kriterlerdir. Aşk modası geçmiş bir tanımdır, duygusal yatırım sisteminde yeri yoktur. İyi bir yatırım tavsiyesi olmaması yetmezmiş gibi aşk bir de emek gerektirir. Her şeyin kısa yolunun olduğu ve övüldüğü bir sistemin içinde büyük emekler harcamak enayilikten başka bir şey değildir. Kısa bir fırsat maliyeti hesabıyla, sonucunda muhtemelen hüzün ve zaman kaybı olacak bu sürecin zararı, faydasından çok daha fazla olacaktır. Gelinen noktada aşk artık hayalperest, bunak, saf romantiklerin peşinden koştuğu bir ideadan ibarettir. Geriye kalan akıllılar içinse iki yol vardır: Kendinize odaklanıp her zaman olmak istediğiniz o “kusursuz” insana bir adım daha yaklaşmak için çabalarken başkasıyla zaman kaybetmeyebilirsiniz ya da geleceğiniz için makul bir yatırım olarak görünen diğer yarınızı oldukça somut bir motivasyonla ararken sizin için yaratılan araçları kullanabilirsiniz. Zamanınız her şeyden değerli, birini tanımak ve anlamak için vakit harcamak yerine sağa sola kaydırmalı hızlı uygulamaları deneyebilirsiniz mesela. Ya da birkaç minik estetik ameliyatla hedefinizdeki ideal eşin dikkatini daha hızlı çekebilirsiniz. Nereye gittiğinizle, ne yediğinizle, ne giydiğinizle herkesten çok ilgilenen sosyal medyayı daha aktif kullanarak biriyle tanışma olasılığınızı artırabilirsiniz. Karşı cinsi daha iyi anlamak için yazılmış düpedüz cinsiyetçi çok satan kitaplardan biriyle ilişkilerin tüm sırlarını çözebilirsiniz… Duygusal yatırımını en çok kâr edecek yerden yapmak isteyene araç çok. Peki, ya diğerleri? Bir şiirden keyif almayı hâlâ umutsuzca özleyenler? bell hooks, Hep Aşka Dair kitabında “Sevmekten vazgeçen ruhun yürümeyi göze aldığı çöller öyle engin ki eve dönüş yolunu bir daha asla bulamayabiliriz,” diyor. Bizi her geçen gün sevmekten vazgeçirmeye çalışan, aşkın yerine hazzı koymayı salık veren bir dünyada aşka ulaşmak kolay değil elbette. Tüketmek yerine paylaşmayı seçmek, bir iletişimi sıkılmadan sürdürebilmek, fırsatlar dünyasının içinde sadık kalabilmek adeta çevresel koşullara karşı direnmek demek anlamına da geliyor. Özellikle yeni nesilde görülen sevmekten, daha doğrusu kendi benliğini herhangi bir dış faktörle böylesine iç içe algılamaktan korku hali, özünde kapitalizm tarafından pompalanan bireyciliğin ve tüketimin bir uzantısı. Tek bir insana yoğunlaşabilecek bir odağa sahip değiliz artık. Üstelik durup sevgiyi dinlediğimizde akıp gidecek zamanı kaybetmekten, olumsuz duygular deneyimlemekten, emek göstermekten ya da bazen sadece sıkılmaktan korkuyoruz. Ancak bu korkuyu kabullenmek bir yana dursun, alaycılıkla maskelemekte ustalaşmış haldeyiz. Olumsuz her şeyi halının altına süpürüp sadece iyi şeylerden bahsetmek üzerine kurulu zehirli iyimserlik, tıpkı öfkeyi acizlikle ilişkilendirdiği gibi hüznü ya da sıkılmayı da uzak durulması gereken duygular kategorisine gönderiyor. Oysa yalnızca olumlu duygulardan oluşan bir yaşam tahayyülünün gündelik hayatta en ufak bir karşılığı yok. Kapitalizm, asıl şifalanmanın olumsuz duyguları bastırıp hissizleşince değil, aksine onları doğallaştırınca ve gerekli ölçüde yaşamaktan korkmayınca faydalı olacağını söylemiyor çünkü hem şifa satmaya devam etmek istiyor hem de öfkeli ya da üzgün insanların hesap sormasından çekiniyor. Kolektifleşmeye giden yolun çıkacağı meydanlardan o denli korkuyor ki iki kişi olmayı bile içtenlikle onaylamıyor. Bu şifa takıntısının bir örneği olarak kendimizi sevmeyi öğrenmeden kimseyi sevmeyi öğrenemeyeceğimiz fikri başta oldukça anlamlı gelse de denklem bu kadar basit değil aslında. Kendimizi sevmeyi hiçbir zaman tam anlamıyla öğrenemeyecek olmamız yüksek bir olasılıkken (ve epey doğalken), bazen kendimizi sevmeye birilerini severken daha da yaklaşabileceğimiz ise pek de bahsedilmeyen bir seçenek. Aşkın bizi ne kadar korkunç depresyonlara, yalnızlıklara ve aldatmalara sürükleyeceğini dilimizden eksik etmezken iyileştirebileceğini, öğretebileceğini, belki de uzun zamandır hissetmediğimiz ölçüde mutlu edeceğini ise konuşmamayı seçiyoruz. Kendi aramızda konuşmamak bir yana, bunları ne izlediğimiz filmlerde ne dinlediğimiz şarkılarda ne de okuduğumuz kitaplarda da kolay kolay göremiyoruz. Sürekli tüketmeye, harcamaya, bitirmeye ve yeniden satın almaya odaklanmış bir toplumda çarkların dönmesi için durmaya vaktimiz yok. Filmlerdeki karikatürize edilmiş âşık olma sahnelerini hayal edin. Etraflarında yavaşlayan dünya, sabahın köründe gülümseyerek sokaklarda dans eden bir kadın ya da gördüğü her esnafa selam veren bir adam… Hele ki bir metropolde yaşıyorsanız karşılaşma olasılığınızın imkansıza yakın olduğu bir görüntü. Ancak bizi bu karikatürize edilmiş görüntüye yabancılaştıran şey sandığımızın aksine özünde duyulan hissin kendisi değil, sekansı. Tüm bunlar elbette “dünyayı iyiliğin kurtaracağı ve her şeyin bir insanı sevmekle başlayacağı” yanılgısına düşmek anlamına gelmiyor. Ancak yaşamayı uyumak ve uyanmaktan ibaret bir gündelik pratiğin ötesine taşımaya niyetliysek, buna en azından kendi hislerimizle barışarak başlayabiliriz. Hızla dönüp duran ve ona yetişmemizi öğütleyen dünyaya kafa tutmaya her malzemesiyle ayrı ayrı uğraşılmış, saatlerce pişmiş bir akşam yemeğinden keyif alarak ya da upuzun bir albümü baştan sona (introları dahil) dinleyerek başlayabiliriz. Kim bilir, belki bu yolun sonu bir insanı senelerce aynı heyecanla dinleyebilme yeteneğimizi geri kazanmamıza çıkar.
·
335 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.