Gönderi

.... Sen çok güçlü bir kadınsın “Sen çok güçlü bir kadınsın, böyle ne istediğini, nasıl davranması gerektiğini bilen kadınlar benim çok hoşuma gidiyor, kimseye bağlı değilsin.” Bu sözleri, otobüs durağında benimle birlikte bekleyen çiftin konuşmasına kulak misafiri olduğumda duydum. Meselemiz bu türden modern kadın tarifleri. Kimseye ihtiyacı olmayan, işinde azimli, alışverişe düşkün, stil sahibi, terapisini ihmal etmeyen, görünürde hiçbir şeyin peşinden koşmazken ne hikmetse istediğini de asla elinden kaçırmayan, hem dikkat çekmeye uğraşmayan hem de varlığıyla tüm dikkatleri üstünde toplayan modern kadınlar ve bunların varyasyonları. Evet, biraz karışık, ama endişeye mahal yok. Önümüzde dönüp bakacağımız, arşiv niteliğinde “kadın dergileri” ve diğer medya unsurları var. Bilgi güçtür, çözeceğiz. Geçenlerde bir parfüm beğendim, “bu kadar para vereceksem emin olmalıyım” diyerek parfümü Google’da arattım. Bütçem, zevklerimden bütünüyle emin olmam için yeterli değil. Ekşi Sözlük’te Donetella Versace’nin kokuyla ilgili yorumlarını aktaran bir yazı gördüm. Versace kokuyu duyanların kendilerini gerçek anlamda “kadın” hissetmelerini, parfümü kendilerine bir “armağan” olarak kabul etmelerini istemiş, kokuyu da “şehvetli, nadir ve narin, hem kırılgan hem vahşi” diye tanımlamış. Umarım kadın gibi hissetmenin ne demek olduğunu Donetella Hanım’ın ifadesiyle daha iyi anlamışsınızdır. Ben ister istemez bu ölçütleri sağlayabiliyor muyum diye düşündüm. Evet, geçen gün metrobüste bana dik dik bakan dedeye öfkelendim. Vahşiydim, bana çarpan yamulurdu. Sonra sinirim bozuldu, herkesin içinde katıla katıla ağladım. Kırılgan ve narinim elbette. Nadir miyim? Öyle diyenler var. Şehvetli miyim? Öğle yemeklerine şap atılan, dört erkek müdür yardımcısının koridorda kızların etek boyunu not alarak tahakküm kurmaya çalıştığı küçük bir Anadolu Lisesi’nde dört sene geçirip bu yaşa geldim, öyle veya böyle kurtardım herhalde libidomu. Simone de Beauvoir, İkinci Cins[i] adlı kitabında sürekli farklı tanımları üretilen bu “ideal kadının’’ başarısızlık ve suçluluk duygularından kaçamayacağını, çünkü bu türden kadınlığın mistik standartlarını yakalamayı başarırsa, onun artık insan gibi davranamayacağını ancak bir serap olabileceğini savunuyordu. Sözünü ettiğim kitap, ikinci dalga feminizminin kıvılcımını yakan bir rehber niteliğindeydi. Sloganına aşina olabilirsiniz: “Özel olan politiktir”. İkinci dalga feminizm, kadınların rollerinin tamamen “özel’’ alanda erkeğin rollerinin de tamamen “kamusal” alanda çizilmesine karşı çıkan, ev içi emek sömürüsüne ayak direyen bir toplumsal mücadeleydi. Çıkış noktasını anlamak için yazılı kaynaklardan yola çıkarak zihnimizde bir senaryo canlandırabiliriz: Kocaları işteyken, kadınların kapı önünde, çay bahçesinde veya birinin oturma odasında bir araya gelip sohbet ettiklerini düşünün. Kocalarıyla yaşadıkları geçimsizliklerden, ev içi şiddetten, paylaşılmayan ev işlerinden, annelikten, siyasette eksik temsil edilmelerinden ve kürtaj hakkının ellerinden alınıp alınamayacağına kadar konuştular. O dönem için ilginç olan şuydu, kadınlar birbirleriyle cinselliği de konuşmaya başladılar. Oturma odalarında dertleşirken, kadınlar kişisel hayatlarının toplumsal motiflerle ilerlediğini fark ettiler. Aileyi ekonomik bir birim olarak kabul etmeyip kadınların ev içi görünmeyen emeğinden beslenen düzen, onların bir araya gelerek hayatlarının aynı örüntüde olduğunu anlayabileceklerini göz ardı etmişti. Ev içi emeğin de bir silah olarak kullanabileceğinin bilincinde olan ABD, Soğuk Savaş döneminde Sovyet Rusya’ya psikolojik bir darbe indirdi. 1959’da Moskova’da Amerikan Ulusal Sergisi açıldı. Serginin hedef kitlesinde ev hanımları da vardı. Sergide, o dönem Sovyet Rusya’nın sahip olmaya uzak olduğu teknolojik ev aletlerine yer veriliyordu. Elektrikli süpürge, mutfak robotları, beyaz eşyalar, çocuklar için oyuncaklar… Greg Castillo, Cold War on the Home Front [Soğuk Savaş’ın Domestik Cephesi] kitabında o zamanlar sosyalist rejimle yönetilen kadınların Amerikan kadınlarının hayatlarını gördüklerinde yaşadıkları hezeyanı anlatıyor. Banliyö tipi evlerdeki mutlu aile tablolarını ve ev hanımlarının bakımlı, dinç ve neşeli fotoğraflarını gören kadınlar şok oluyor. Evde çocuklarınız bu oyuncaklarla kendi başına oyalansın, o sırada elektrikli süpürgeyle beliniz ağrımadan evinizi temizleyin. Yemekten sonra oturma odasında kocanız sadece kendi istediği şeyi mi izliyor? Hiç önemli değil, mutfağınızda size ait küçük bir renkli televizyonunuz var! Castillo, dönemin Sovyet başbakanı Kruşçev’in bu propaganda karşısında soğukkanlılığını kaybettiğini ve “Bizim de evlerimizde bunlardan var!” diyerek akıl almaz bir iddiada bulunduğunu aktarıyor. Sovyet Rusya’da insanlar emeğin karşılığını barınabilecekleri evlerle alırken, kapitalist düzen güzel ve boş vakit kazandıracak eşyalar vaat ediyordu. Çünkü sosyalist sistem “Bugün çalış ki yarın yaşayabilesin,” derken, kapitalist düzen yarının asla gelmeyebileceğini fısıldıyordu. Belki para kazanamıyor olabilirsiniz, ama vakit kazanabilirsiniz. Böylelikle boş vaktinizde, çocuklarınızla ve eşinizle ilgilenebilir, hem daha iyi bir eş hem de daha iyi bir anne olabilirsiniz. Yani siz de tıpkı dönemin Amerikan kadınları gibi “ideal kadına” dönüşebilirsiniz. Peki, 1960’ların ideal kadını bugünün ideal kadınıyla bağdaşıyor mu? Yoksa tamamen tezat bir temsil mi söz konusu? İyi bir anne, özverili, tasarruflu, edilgen, bakımlı, ilişkilerde denge sağlayıcı olarak konumlandırılan “ideal kadının” yerini ekonomik bağımsızlığını sağlamış, cinselliğini ve öfkesini bastırmayan, kendi parasını dilediği gibi harcayan, özgüvenli ve özgür kadın aldı. Geçmişin ideal kadın tarifinden günümüzün ideal kadın tarifine geçerken aklımıza gelen dönüm noktaları var mı? Bunu düşününce aklıma “Kadınlar çalışma hayatına başladığında…” diye başlayan ezberlenmiş cümleler geliyor. Fakat kadınlar her zaman çalışıyorlardı, evdeki tüm fiziksel işleri üstleniyor, çocuk bakıyor, bunları yaparken de ev içi ekonomide tasarruflu davranmaya çalışıyorlardı. İdeal kadın temsili değişti, peki sosyopolitik anlamda gerçekten bir değişim yaşandı mı? Kadınlar toplumsal hayatı kendileri için gerçekten idealleştirebildi mi? Sticker’ların ve rozetlerin üstünde, dünyaca ünlü kadın pop şarkıcılarının şarkı sözlerinde, küresel moda markalarının tişörtlerinde vurgulanan “Slay Bitch”, “Boss Bitch”, “Fuck the Patriarchy”, “Who Run the World? Girls!”, “Queen”, “Love yourself” gibi sloganlar kişisel özgüveni tatmin etmeye yarıyor, ama eşitsizliğin ve mağduriyetin pek de değişmediği, başka eşitsizlik varyasyonlarına dönüştüğü bir ortamda kadınların kendi yankı odalarını yaratmalarını sağlayarak güç dinamiklerinin iyileştiği hissine kaptırıyor. Moda ve reklam dünyası femvertising’i (kadın odaklı pazarlama stratejileri) benimsedi, paralel olarak sosyal medya “güçlü ve seksi iş kadını” temsili üzerinden üretilen sayısız güncel içerikle özgüven ve cesaret hissimizi anbean pekiştiriyor. Daha da ilginci kadınların “özgüven”, “özdeğer” ve “özsaygı” kazanmaları üzerine her gün milyonlarca şey söyleniyor. Gülüm Şener “Metalaşmış feminizm kadınları güçlendirir mi?” başlıklı makalesinde, markaların ve medyanın neden kadınlara sürekli kendilerini daha fazla sevmeleri gerektiğini söylediğini, bireysel mücadelenin toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini yıkmak için nasıl anahtarmış gibi gösterildiğini sorguluyor. Feminizmin gitgide daha popüler hale gelmesi kişisel farkındalıklarımızı artırırken toplumsal eşitlik için verdiğimiz feminist mücadele de metalaşıyor. Çünkü kapitalizm her zaman haz odaklı yaşamayı buyurduğu için ânı asla kaçırmıyor. Biz daha toplumsal feminist mücadele için nasıl ortak çalışabileceğimizi bulamamışken, kapitalizm bize feminist mücadeleyi hızlıca tüketmenin kapılarını açıyor. Şener, makalesinde Türkiye’de yayınlanan 8 Mart reklamlarını inceliyor. İlk olarak Sabancı Vakfı’nın #EğitimHakkıTartışılmaz reklamını ele alalım. İki kadın biliminsanı laboratuvarda deney yapıyor ve Mars’ta yaşamla ilgili yeni üretilen Demron tasarımlarıyla ilgili yorum yapıyor. Reklam, “Bu devirde bunlar tartışılır. Kızlar okusun mu, okumasın mı tartışılmaz. Sabancı Vakfı Türkiye’nin dört bir yanında kadınları ve kız çocuklarını desteklemeye devam ediyor. 45 yıldır,” yazısıyla son buluyor. Fakat reklamda, vakfın bu çocuklara nasıl ulaştığını veya önlerindeki geleneksel aile bariyerini nasıl aştıklarını, bu desteğin sınıfsal olup olmadığına dair sunduğu bir veri ya da çözüm yok. Üstelik problemin kaynağı da yok. Neden kız çocuklarının okuyup okumamasını tartışıyoruz? Ataerkiye dayanan yönetim sistemleri mi, ekonomik sebepler mi, erken evlilik ve çocuk sahip olmak mı, eğitimin muhafazakarlaşması ve ayrıştırıcı tutumu mu? Küçük bir kız çocuğu, evinde otururken bu reklamı televizyonda görmese de muhtemelen yaşadığımız internet çağında erişebildiği kaynaklarla kendini NASA’da görev yaparken hayal edebilir. Yani sorun küçük yaştan itibaren kadınların az hayal kurması olmasa gerek. Kızlar okusun mu diye tartışanlar da kızlar olmadığına göre, Sabancı Vakfı bu üstünkörü “bunlar bu devirde çok yanlış” mesajını tam olarak hangi kitleyi harekete geçirmek için veriyor? İkinci olarak Defacto markasının #DuruşunYeter reklamına bakalım. Defacto giyen genç, şık ve özgüvenli kadınlar ofiste, sınıfta veya makyaj yaparken gösteriliyor, “Varlığın Yeter”, “Sözlerin Yeter”, “Renklerin Yeter”, “Gülüşün Yeter” sloganlarını söylüyorlar. En son hepsi sahneye çıkıyor ve “Duruşun Yeter” yazısı önünde poz veriyorlar. Reklam, Defacto’nun “Dünya Kadınlar Günü Kutlu Olsun” mesajıyla sonlanıyor. Defacto 8 Mart’ın anlam ve öneminden “emekçi” kelimesini çıkararak sloganı soyutlaştırıyor. Ama bana burada daha ilginç gelen şey “yeter” vurgusu. Tam olarak neye yeter? Duruşun sokakta seni takip eden birinden kurtulmana mı, kadınların bu topraklarda yaşadığı bilumum şiddetin kesilmesine mi, yoksa Defacto giymene mi yeter? Yine problemin kaynağını okuyamadığımız bu reklamda çözümün sadece kendimize inanmamız olduğu algısına kapılıyoruz. Yani Defacto’nun “varlığın yeter” çözümünün ne 8 Mart’ın tarihsel anlamıyla ne de Türkiye’de yaşayan emekçi kadınların sorunlarıyla bağdaşan bir yanı var. Peki, feminizmin “bağımsız iş kadını” trendi tarafından tüketilmesi gerçekten kötü mü? Sorun kadının toplumsal rolleri değişiyor gibi gözükse de erkeğin rollerinin kamusal alandaki hiyerarşik konumuyla sabitlenmiş durumda olması. Üstelik kapitalist düzen “ideal kadının” yalnızca bireysel ekonomik bağımsızlığına odaklanmasını, buna odaklanırken zaten hak ve eşitlik arayışında da yol kat ediyormuş gibi hissetmesini sağlıyor. Akademisyen ve felsefeci Nina Power, Tek Boyutlu Kadın[ii] kitabında, tipik genç iş kadını imajının, piyasadaki işlere en uygun işçi profili olduğunu söylüyor. Herkes yürüyen CV’lere dönüşürken, iletişim becerisi yüksek, bakımlı, eğitimli ve enerjik iş kadınları toplumsal hayatta edindikleri yeri kaybetmemek, kamusal alanda gördükleri eşitsizliklerden arınacakları bir özel alan yaratabilme hayaliyle bireysel mücadelelerine canla başla sarılıyor. Ataerkiye dayalı ekonomik sistem, trendi yakalamak ve öfkeli kalabalığı yatıştırmak için kadınların toplumsal rollerini değiştirmeye çabalıyormuş gibi davranıyor. Oysa erkeklerin rollerini değiştirmeye yönelik herhangi bir şey söylemiyor. Hatta kadınlara yönelik problemlerin işlendiği medya ürünlerine baktığımızda erkekler ya sihirli bir değnekle ortadan kaybolmuş gibi duruyorlar ya da sadece figüran olarak bulunuyorlar. Oysa kadınların yıllardır katılaşmış mağduriyetini, tüketim kültürüyle pompalanan bir özgüven ya da şirkette basamakları çıkmak için sergilenen bireysel azim gideremez. Çünkü bu mağduriyetten bahsederken patriarkayı göz ardı edemeyiz. Dolayısıyla erkeğin toplumsal rolü değişmeden kadının toplumsal rolü değişemez. Nina Power aynı kitabında, günümüzün modern kadın tasvirine inanmadığını söyleyerek okurlarına “Geçmişteki tüm o ilginç kadınlar nereye gittiler?” diye bir soru yöneltiyor. Ben bu soruya pek katılamıyorum. Çünkü özellikle ataerkil toplumlarda büyürken önünde örnek alabileceği bir çalışan kadın figürü görmeden, annesinin inandığı “ideal kadınla” güncelin “ideal kadınını” kendi içinde sentezlemeye çalışan, gerekirse onay görmemek ve sevilmemek uğruna bunun mücadelesini veren genç kadın hâlâ oldukça ilginç. Üstelik bütün bunları belki de yaşadığı coğrafyada kendini güvende hissetmeden yapıyor. Eskiden olduğu gibi modern zamanlarda da kadınlar birden çok kadın olmaya çalışıyor. Şatosundan Donetella Versace, sokak röportajından geleneksel aile rollerini benimsemiş bir anne, altın günlerinden mahalleli kadınlar, hepsi durup “Kadın dediğin…” diye başlayan cümleler kuruyor. Parfüm seçmeye çalışırken, flört ettiğiniz kişi size hoş sözler söylerken ya da akrabanız sizi davranışlarınızdan ötürü uyarırken bu “güçlü kadının” ne olup olmadığıyla ilgili düşünmek zorunda kalabilirsiniz.
·
514 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.