Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

.... Kaçan neden kovalanır? Oscar Wilde’ın Lady Windermere’in Yelpazesi oyununda Dumby karakteri “Hayatta iki türlü trajedi vardır: Biri istediğini elde edememek, diğeriyse istediğini elde etmektir,” der. Ardından ekler: “İkinci çok daha kötü, ikinci gerçek trajedi!” Yakıcı bir güneşin altında, önünüzde masmavi uzanan buz gibi denizi düşünün. Henüz denize girmeden önce, denizde serinleyecek olmanın hayalinin zihninizi ve bedeninizi ele geçirdiği an mı, yoksa kendinizi denizin serin sularına bıraktıktan sonraki an mı daha kışkırtıcıdır? Veya açken güzel bir yemek yediğinizin hayalini kurduğunuz an mı, yoksa yemeği yediğiniz an mı daha iştah açıcıdır? Yolda olmak mı, yoksa bir yere varmak mı daha çok baştan çıkarır? Filozofların çoğu yüzyıllardır ortak bir noktada birleşiyor: Hayal etmek, sahip olmaktan daha eğlenceli. Çünkü istediğimiz şeyi elde ettiğimiz an, gerçek ne kadar ihtişamlı olursa olsun hayalimizdeki göz alıcılığı yakalama ihtimalimiz çok düşüktür. Mesele arzulamak ve sahip olmak dikotomisi olunca, en çok üzerinde durulan konu da aşktır haliyle. Bu ikilik, sadece felsefede değil sanatta da kendine sağlam bir yer edinmiştir. Mecnun, Leyla’sına kavuşamadığı için Mecnun’dur. Romeo ve Juliet önlerinde asla kavuşamayacaklarını tasdikleyen onca engel olduğu için birbirine meftundur. Masumiyet’in Bekir’i, Uğur’un peşinde koşmaktan usanmaz çünkü onu yakalamanın imkansız olduğunu bilir. Alman lirik şiirinin temsilcilerinden Rainer Maria Rilke, “Bir Tek Sensin Sen” şiirinde “Sana hiçbir zaman sarılamadığımdan vazgeçemiyorum senden,” der. Kavuşmak aşkın baş düşmanı, ulaşmak arzunun katilidir. Hedefe ulaşmak, istikametin gizil büyüsünü silip süpürür. Gece tavanı izlerken gerçekleşmesi için duyduğumuz arzuyla aklımızı yitirdiğimiz o düşler, yalnızca gerçekleşmedikçe aklımızın yitip gitmesine muktedir olabilirler. Marcel Proust, Hazlar ve Günler kitabında, “Arzu her şeyi yeşertirken sahip oluş soldurur; hayatı yaşamaktansa düşlemek yeğdir; kaldı ki yaşamak da bir bakıma hayatı düşlemektir,” der. Nihayetinde “kaçan kovalanır” klişesi katmanlı bir felsefe ve sanat külliyatının üzerine yerleşir. Edebi eserlerin, şarkıların ve filmlerin sık sık beslendiği, düşünürlerin yüzyıllardır sorguladığı bu klişe söz, bizi kovalamanın estetiği üzerinde düşünmeye iter. Kovalamak ve beklemek estetiktir, ulaşmak o kadar da cazip değildir. Godot’yu beklemek belki gürültülü bir biçimde hüzünlüdür, fakat Godot’nun eninde sonunda gelmesi Godot’yu beklemekten çok daha trajiktir. Beklemenin veya kovalamanın ardında açıklanamaz ve kaçınılmaz estetik yatar. Arzu kavramını tartışırken akla gelen ilk isimlerden Fransız psikanalist Jacques Lacan, bu arzu meselesini objet petit a kavramıyla açıklar. Objet petit a arzumuzun kayıp nesnesidir, durmadan hissettiğimiz “bir şeyler eksik” hissine ilişkin getirilen en doyurucu açıklamadır. Fakat eksik şeyin en önemli özelliği, asla ulaşılamayacak olmasıdır. Lacan’ın bakış açısına göre, insan hayatı boyunca gerçekte var olmayan bir eksiği arar durur, ne olduğundan bile emin olmadığı imkansız bir şeyin peşinde koşar. Lacan bunu “Seni seviyorum, ama açıklanamaz bir biçimde, sendeki bir şeyi –objet petit a–, senden de çok sevdiğim için, seni sakatlıyorum,” diyerek açıklar. Aslında “sendeki bir şey” diye bahsedilen şey o kişide yoktur, zaten hiç olmamıştır. Hatta objet petit a zaten olmayan bir şeydir. Arzunun bu kayıp nesnesinin varlığının en belirgin emaresi yokluğunda saklıdır. Arzulanana ulaşıldığı an tıpkı Baudelaire’in dediği gibi, asla bulunamayacak olan şey kaybedilmiştir. Sovyet psikolog Bluma Zeigarnik yaptığı araştırmalarda bitirilmemiş, yarım kalmış işlerin beyni daha çok meşgul ettiğini ortaya koymuştur. “Zeigarnik Etkisi” olarak bilinen bu olgu, sanat eserlerinde de hatırı sayılır bir yer edinmiştir. Mutlu ya da mutsuz bir sondansa yarım bırakılmış bir son okurun veya seyircinin zihnini daha çok meşgul edip daha çok ilgi çekecektir. Edebiyat ve sinema eserleri bu hileye başvurarak yarım bırakılmış sonlarla dolup taşar. Tamamlanmamış olan daima heyecan vericidir. Woody Allen’ın Barselona Barselona filminde Maria Elena karakteri Juan Antonio ile olan aşkını betimlerken şöyle der: “Bizim aşkımız sonsuza dek yaşayacak, çünkü hep yarım kalacak.” Kaçan kaçmayı bırakırsa, kovalayan da kovalamayı bırakır. Yol biter. Ortada bir yerlerde buluşurlar. Artık devinim yoktur. Devinimin özündeki büyü de tarafları terk etmiştir. Buluşmak statiktir. Oysa kovalamak da, kaçmak da kışkırtıcı bir biçimde dinamiktir. Çünkü yol ve mücadele bitmemiştir. Peki, böylesi bir pratik içinde Ben’in dışına taşan hayallerimiz nerede konumlanır? Bu yüzyılın insanının içinde bulunduğu durumun verdiği yetkiye dayanarak söyleyebiliriz ki, bireysel koşuşturmacalar ve abur cubur değerlerin peşinden gitmek bizi daima daha çok susatır. Bir türlü tamamlanmış hissetmeyiz. Tamamlanmış hissetmeyeceğimizi bilerek, bize durmadan tüketmeyi salık veren ve tükettikçe artan susuzluğumuz üzerinden çarkını döndüren bir düzende, çok istediğimiz telefona sahip olmak, beğendiğimiz bir giysiyi alabilmek ya da iş yerinde terfi almak gibi bireysel zaferler eninde sonunda bir sonraki aşamayı, üst sürümü, daha pahalı ve kullanışlı olanı, daha iyi bir mevkiyi arzulatır. Böylece susuzluğumuzu gidermek için devamlı bir şeylerin peşinden koşup daha da çok susayacağımız bir döngüye hapsoluruz. Fakat tam olarak bir arzulama, sahip olma ve tüketme denklemiyle açıklayamayacağımız daha derinlikli hayallerimiz, fikirlerimiz ve ideallerimiz bizi gerçek manada diri tutan ve yaşamımıza anlam katan şeylerdir. Aşk da her ne kadar bu yüzyılın tüketim ve bireyselleşme akıntısına kapılıp zehirlenmeye yüz tutmuş bir duygu olsa da özü gereği Ben’in dışına taşarak çağın bize dayattıklarına kafa tutma gücünü sessizce bünyesinde taşır. Bireyselliğe yöneltilebilecek belki de en pasif ama bir o kadar da güçlü bir tavırdır. Hayatı bireysel zaferler üzerinden, neyi istediğimiz ve istediklerimizin ne kadarını elde ettiğimizle ölçmek bize gerçek bir doyum bahşetme konusunda zayıf kalmaya mahkumdur. Kurduğumuz ilişkiler, samimiyetle dolup taşan bir anda paylaşılan derin bir sohbet, fikirlerimizin peşinden gitmek, kendi hayatımızın dışına taşan dertlerimiz ve diğer insanların hayatına içkin düşlerimiz günün sonunda bizi biz yapan (ve daima kovalamaya devam edecek olsak da) anlamlı bir koşuda olduğumuzu hissettirecek şeylerdir. Yol devam ediyorsa ve peşindeysek hakikatli bir şeylerin, umut ve mücadele devam ediyor demektir.
·
510 görüntüleme
Faruk okurunun profil resmi
🙏🙏🙏👏👏👏
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.