Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

.... “Ben” ölümü yenebilir mi? Amerikalı antropolog Ernest Becker, Pulitzer ödüllü Ölümü İnkar (Çev. Ayşegül Özdoğan, İz Yayıncılık) kitabında insanlığın bütün mücadelesinin ölümü yenmek konusunda düğümlendiğini söylüyor. Ölüm, yaşam ve korkulara ilişkin psikolojik ve felsefi bakış açılarının bir sentezi olarak nitelendirebileceğimiz kitapta, insanın ölümle başa çıkmak için geliştirdiği savunma mekanizmalarından bahsederken din ve sanatın özellikle altını çiziyor. Hiçliğin oldukça ürkütücü bir kavram olduğunu ve dinlerin ölümden sonra başka bir dünya vaat ettiğini dikkate aldığımızda, din ölüm fikriyle baş edemeyen insanlık için bir çıkış yolu sunuyor. Sanat da giderken dünyaya kendinden bir parça bırakma arzusuna dönüşüyor. Kişi ölse dahi ona ait bir eserin varlığını sürdürecek olması ölümü yenmek anlamına geliyor bir bakıma. Ölümle bu itiş kakışın bir başka tezahürü de üreme içgüdüsü. Çocuk yapmanın, en basit tabirle “neslini sürdürmek” anlamına geldiğinden ölümle baş etme konusunda rahatlatıcı bir yanı var. Peki, çağ değiştikçe insanın ölümle mücadelesi de değişim geçirmez mi? Her şey bu kadar hızlıca ve fütursuzca akıp giderken insanın yaşamla ve ölümle ilişkisi de büyük değişimler geçirmedi mi? Seküler ideolojinin küresel ölçekte güç ve yaygınlık kazanmasının ardından dini inançların yerlerini yavaş yavaş spiritüalizme bıraktığı konusunda hemfikirizdir sanırım. Aura, çakra, enerji, meditasyon, wellness, mindfulness gibi birçok yeni kavram hayatımıza öyle ya da böyle girdi. “Kitlelerin yeni afyonu” olarak düşünebileceğimiz spiritüalizm, popülerliğini asırlardır koruyan astrolojiyle temelindeki boşluk açısından bağdaşıyor. İnsanın yaşamı anlamlandırma, ölüm gerçeğiyle başa çıkma çabası onu metafizik bir algılayışa yöneltiyor. Spiritüalizmden veya astrolojiden (plasebo etkisi sayesinde) tesadüfen etkili sonuçlar elde edilebilse de bu türden inancın ve yaratabileceği sonuçların masaya yatırılması gerektiğini düşünüyorum. Yeni nesil metafizik, özünde kaderci bakışı desteklemenin yanı sıra çözümü hep bireyde arayan, gerçeklikten kopuk ve geçici bir “iyileşme” yöntemi sunuyor. Olayları, durumları veya şahısları toplumsal ve sınıfsal bağlamda, nedensellik ilkesiyle değerlendirmekten uzak bir kavrayış yöntemi öneriyor. Bu sisteme göre bir sorun varsa çözümü içimizde, çözmenin yolu da genelde içe dönmek, kabullenmek, kanaat etmek, şükretmek, akışına bırakmak gibi pasif ve apolitik eylemlerden geçiyor. Halbuki anksiyeteden paranoyaya, depresyondan panik atağa kadar tüm psikolojik sorunların temelinde genetik etkenler kadar etkili olan toplumsal etkenler de var. Bu etkenlerin görmezden gelinmesi, kişiyi bireysel mücadeleye hapsetmenin yanı sıra kişinin kaderci bir tutum takınarak mevcut durumla barışmasına, hatta durumu öylece kabullenmesine neden oluyor. Benzer şekilde ekolojik dengeyi gözetmek, çevreyi korumak, karbon salımını azaltmak, küresel ısınmanın önüne geçmek gibi bütün dünyayı ilgilendiren çevresel sorunlarla ilgili de gitgide kolektif bilinçten yoksun kişisel çözüm önerileri üzerinde duruluyor. İçlerinde sosyal medya fenomenlerinin, sanat ve cemiyet hayatının süper zengin ünlülerinin olduğu sınıf; halka “vegan diş macunu kullanmak”, “kısa duşlar alarak su israfını önlemek”, “plastik bardak ya da şişeler yerine termos kullanmak” gibi çözüm önerilerini salık verirken kendi lüks yaşamlarında asgari ücretle çalışan birinin hayatı boyunca yapamayacağı israfı dakikalar içinde yapmakta hiçbir beis görmüyor. Bir açıdan takdire şayan bularak öykündüğümüz Batı medeniyeti, dünyanın geri kalanı üzerinde kurduğu tahakküm ve sömürü düzeni sayesinde elde ettiği refahı pek tabii ki bu konforlu çevre aktivizmini geliştirmek için de kullanıyor. Fakat meseleyi iki yüzüyle de değerlendirebilmek gerekiyor. Her şeyde olduğu gibi çevrecilikte de göz ardı edilmemesi gereken bir sınıfsal boyut var. Brezilyalı sendika lideri ve çevreci Chico Mendes’in hatırlattığı gibi: “Sınıf mücadelesini dikkate almayan çevrecilik, bahçıvanlıktan ibarettir.” İçinde yaşadığımız çağın ruhunu kavramak için sosyal medya oldukça önemli bir kaynak haline geldi. Özellikle gençlerin arzularını, duygularını, korkularını, ideolojilerini ve bakış açılarını çözümleyebilmek için sosyal medyanın nabzını tutmak neredeyse zorunluluğa dönüştü. Sosyal medyada, son zamanlarda gençler ve kadınlar üzerinde yankı bulan bir kişisel bakım ve kişisel gelişim furyası hakim. Yüzünün her noktası için ayrı bir serum, ayrı bir krem ve envaiçeşit bakım malzemesi gerektiren kişisel bakım rutinlerinin paylaşıldığı videolara denk gelmişsinizdir. Sadece ekonomik açıdan değil, her açıdan küresel egemenliğini kanıtlamış neoliberalizm, din ve spiritüalizmin bile ötesinde bir inanç yarattı: “Ben.” Bu bağlamda, yazının başında bahsettiğim Ölümü İnkar kitabına geri dönerek “yaşamı sevmek” konusu üzerinde de yoğunlaşmak gerektiğini düşünüyorum. Sanıyorum ki yaşamı sevmenin her türlüsü makbuldür fakat her türlüsü faydalı ve doğru olmayabilir. Felsefenin en temel sorusunun ontolojiyle şekillenen “Varlık var mıdır?”, “Varlık nedir?” gibi sorular olduğunu biliyoruz. Fakat sadece teorik değil pratik açıdan da değer kazanabilecek bir yaklaşımla düşünürsek felsefenin özünde ilgilendiği sorulardan birinin “Bir hayat nasıl yaşanmalıdır?” sorusu olduğunu görebiliriz. Yüzyıllardır sorulan ve irdelenen bu sorunun ışığında “hayatı sevmek ve anlamlandırmak” üzerine düşünelim. Sözünü ettiğim kişisel gelişim ve bakım furyaları kendini ve yaşamı sevmenin uç bir noktası olarak yorumlanabilir. Sabah erken kalkıp spora gitmek, binbir çeşit ürünle yüz bakımını yapıp bu bakımı yaşlanma karşıtı kremlerle desteklemek, ardından detoks suyu ve avokado içeren sağlıklı bir kahvaltı yapıp işe güce koşturmak pekâlâ yaşamı ve kendini sevmenin ileri bir aşaması olarak değerlendirilebilir. Nihayetinde bedenine ve kişisel gelişimine yatırım yaparak uzun süre sağlıklı bir hayat sürmeyi garantileme hırsının bir ürünüdür (Güzellik endüstrisinin dayatmaları ve cebi yakan istekleri ise bambaşka bir tartışma konusu). Öte yandan kişinin kendi bedenini bu denli fetişleştirmesi, bedeninden başka savunacak ya da inanacak bir şeyinin kalmamış olması fikrini de gündeme getirir. Mesele sadece fiziksel bakım değil elbette. Bilgiyi ya da sanat eserini gerçekten öğrenmek ya da zevk almak istediği için değil, sadece kendini geliştirme saplantısı için alımlamak; hayatı bile “ben daha iyi bir hayat yaşayacağım” hırsıyla yaşamak; güzelliği ve iyiliği sadece lüks yaşam, para, kariyer gibi abur cubur değerlerde aramak da 21. yüzyıl kapitalizminin, kişisel gelişim zırvalıklarının ve bireysellik güzellemelerinin ensemizdeki nefesidir. Bir diğer uçta da Beat kuşağı yazarlarını düşünebiliriz. Beat kuşağı yazarlarını (örneğin Beat geleneğinin en bilinen ismi, Yolda’nın yazarı Jack Kerouac’ı ya da Yolda’ya ilham veren, geleneğin kilit ismi Neal Cassady) düşündüğümüzde; sürekli derbeder halde kendini yollara atan, cinsellik ve uyuşturucuya dayalı deneyimlerini aktaran, alkolik, bohem ve kendini mahvetmeyi göze alan tutkulu ve tehlikeli bir “yaşama sevincine” sahip olduklarını görürüz. Her an ölebilecek gibi doyasıya ve saldırganca yaşarlar. Kendi içinde güçlü bir paradoksu barındırır onların yaşam coşkusu. Yaşamı, yaşamlarını bir çırpıda mahvedebilecek kadar çok severler. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “yanmak damar damar nefes nefes, yaşamak tükene tükene” dizeleriyle ifade ettiği gibi bir yaşama tutkusudur onlarınki. Bu iki zıt yaşamı sevme biçimi de belli noktalarda eleştirilebilir. Fakat kuşkusuz ki olumsuz manada eleştirilecek önemli bir ortaklıkları vardır: “bireysellik”. Kendi yaşamını, bedenini ve gelişimini her şeyin önünde konumlandırıp onu esenlikle geleceğe taşıma hırsı da, yaşamı kana kana ve hoyratça içme isteği de tıpkı kitlelerin yeni afyonu spiritüalizm ya da sınıf mücadelesini dikkate almayan çevrecilik gibi toplumsal dinamikleri ıskalar. Sanırım daha dengeli bir yaşamı sevme biçimini savunmakta fayda var. Dengeden daha önemlisi ise hayatımızı anlamlandırmanın doğru ve güzel yollarını aramak. Sisifos’un sırtında kayayı taşıyıp durması gibi asla hedefimize ulaşamayacağımızı bilsek de (ölümü asla yenemeyecek olsak da) yuvarlamaya devam ediyorsak, yolculuğumuz bütüncül bir anlamla donatılmış olmalı. Yaşamın özünde ve insanlığın dünyaya gelişinde hiçbir yüce ve derin anlam olmasa da varoluşçuluk felsefesinin öğütlediği gibi eylemlerimizin sorumluluğunu üstlenip kendi anlamlarımızı yaratabiliriz. Hayat böylesine karmaşık, heyecanlı ve farklı olasılıklara gebeyken kendimize bir anlam yaratmak için metafiziğe neden ihtiyaç duyalım? Neden yalnızca bireysel olarak mutluluğa erişmek gibi fazlasıyla yüzeysel ve konformist bir sınıflandırmayla yetinelim? İnsanın kişisel çözümlere yaslanarak günlük hayatında çevreyi korumak adına kimi önlemler alması, sade yaşaması değerlidir. Fazlasıyla stresli ve boğucu bir siyaset gündeminin içindeyken insanların kendilerini rahatlatacak yeni inanç sahaları bulmaları anlaşılabilirdir. Ancak ölümle ya da yaşamla başa çıkmamızı zorlaştıran toplumsal ve politik bir erozyonun ortasındayken sorunların kaynağına inmemiz gerekir. Bunu da bireysel “kaçış” yöntemlerinden ziyade kolektif çabalar göstererek ve popüler kültürün dayattığı şeylere eleştirel bir tutumla yaklaşarak yapabiliriz.
·
582 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.