Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Korku… Duyguların en rahatsız edici, en tehditkar, en soğuk olanı… Varlığıyla kasvet yaratan, kaygısıyla hayatı kabusa çeviren, soluğuyla ürperten karanlık bir enerji… Sözlükler, korkuyu, “Herhangi bir belirsizlik karşısında, tehdit algısı ile tetiklenen, rahatsız edici ve olumsuz bir histir” diye tanımlar. Öyledir de. İnsan, korktuğunda kalp atışları hızlanır, hormonları değişir, ağzı kurur, avuçları terler, dizlerinin bağı çözülür ve her ne kadar tam olarak anlayamasa da bu duyguyu ilk kez doğduğu an kıçına yediği şaplakla hisseder. Hatta, bebeklerin henüz anne karnındayken annelerinin korkularını algıladıkları da söylenir. Gerçekte; korku, egonun yarattığı bir duygudur ve fiziksel bedeni korumak, biyolojik yaşamı sürdürmek için gereklidir. Ancak ego, korkuyu psikolojik bedeni korumak için de kullanır hale gelmiştir. Başka bir deyişle korku, fiziksel bir tehdit algısı ile tetiklenen bir duygu olmanın ötesine geçip, zihnin dünyasına girmiş; düşünceler yoluyla dallanıp budaklanarak beraberinde endişe, kaygı ve şüphe üretmeye başlamıştır. Kişi, çevrenin de zorlamasıyla, dünyadaki psikolojik tehlikeleri değerlendirmek zorunda olduğuna ikna edildiği için, yaptığı her şeyi, karşılaştığı her durumu zihinsel korkunun süzgecinden geçirir olmuş; öyleki sınıfta sözlüye kalktığında veya bir şirket patronuyla iş görüşmesi yaptığında bile sanki ormanda vahşi bir hayvanla karşılaşmış gibi adrenalin salgılar hale gelmiştir. İnsanları en çok esir eden korku, kaybetme korkusudur. Kişi, korktukça bağımlı hale gelir ve bağımlı hale geldikçe daha da çok korkar. İşini, eşini, sevgilisini, itibarını, parasını, malını, mülkünü kaybetme korkusu, onu, bunlara daha da bağımlı hale getirir; hasbelkader, korktuğu başına geldiğinde ise yıkılır, bunalıma girer, hatta intihar eder. Bağımlılık, insanoğlunun en büyük zaafıdır. Ego, yakıtını bağımlılıklardan alır; çünkü, korkuyu da besleyen bu bağımlılıklardır. İşin trajikomik yanı, insan, bağımlı olduğunun farkında değildir; çünkü bağımlılıklarını sevgi, aşk, sorumluluk, gurur, vicdan, mecburiyet diye adlandırmış, egosunun haklı çıkma yeteneği ve bahaneler bulma ustalığı sayesinde zayıflığına harika kılıflar uydurmuştur. Genelde, sevginin tam karşıtındaki duygunun nefret olduğuna inanılır. Oysaki, sevginin karşıtı korkudur. Dreamer’ın Tanrılar Okulu’ndaki, “Korku, çürümüş sevgidir” tanımı gerçekten çok doğru buluyorum. Sevgi, insan, “Bir” olma duygusundan kopup, kendisini “Ben” olarak algıladığı anda çürümeye başlar. Bir bebek, ilk başta sadece hisseder; aç olduğunu, uykusu geldiğini, gaz sancılarını, dişinin kaşınmasını… Hislerinin acı mı yoksa haz mı verdiğini duyumsar ve ona göre karşılık verir. Zevk almaktan veya acıyı reddetmekten korkmaz. Her şey olmanın zevkiyle öylesine doludur ki, bazen nedensizce gülümser, kendi kendineyken bile sanki onu eğlendiren birileri varmış gibi davranır, ellerini kollarını uzatır. Eskiler, bebeğin bu hallerini gördüklerinde meleklerle konuştuğunu söylerler; oysaki o, anın içindedir ve içindeki saf sevgiyi hissetmektedir. Ancak, bebeğin bu masum içgüdüleri çabucak kaybolur. İçinde sesler belirmeye başlar; bu sesler “Evet”, “Hayır” der, “İyi bebek”, “Kötü bebek” diye tekrarlar. Şayet, evetler ve hayırlar bebeğin istekleriyle uyum içindeyse bir zarar gelmez, ama kaçınılmaz olarak bebeğin istekleri, çevresindekilerin beklentilerine uymaz. Böylece, iç ve dış dünya arasında çatışma başlar. Benliğine ilk suçluluk tohumları atılır, bebeğin korkusuzluğu korkuyla perdelenir. Artık bebek, kendi dürtülerinden şüphe eder olmuş, “İşte istediğim bu!” dürtüsü, “Bunu istemem doğru mu? dürtüsüne dönüşmüştür. Yıllar geçtikçe, ilk doğduğunda sahip olduğu kendini kabullenmişlik duygusunu unutur, hissettiği şüpheler ve korkular yüzünden kendinden vermeye başlar. Onaylanma ve takdir görme ihtiyacı ön plana geçer. Artık ne yaparsa yapsın, başkalarının sevgisini, övgüsünü kazanmak için yapar. Kendisini korumak uğruna verdiği bu mücadele, onu öz varlığından uzaklaştırır. Ruhunun gizli mahzenlerinde giderek daha çok suçluluk, utanç, yetersizlik ve değersizlik duygusu birikir. Ne kadar gizlemeye çalışsa da bu duygular canlıdır ve ileride karşısına iç çatışmalar olarak çıkacak, zayıflığını saklamaya çalışan egosunu güçlendirecektir. Korkudan kurtulmanın tek yolu, onu kabul etmek ve çürümüşlüğünü şifalandırarak yeniden sevgiye dönüşmesini sağlamaktır. Efsanevi büyücü Merlin, Kral Arthur’u eğitirken şöyle der, “Hayattaki gerçek güç sevgiden gelir. Dünyayı sadece içten gelen sevginin ışığında gördüğünde korkusuzca yaşarsın; ama sevilmek için önce koşulsuzca sevmen gerekir”. Arthur, “Peki o zaman niye böyle yapamıyorum?” diye sorar. Büyücü, şöyle yanıtlar, “Çünkü, kendini sevmeden başkasını sevmen mümkün değildir. Sevgi ortaya çıkarılmalıdır; onu reçine gibi kaplayan öfke, korku ve bencillik katmanları soyulmalıdır. Siz ölümlülerin tarif ettiği sevgi, zayıflayıp yok olmaya mahkumdur. Gelir ve geçer. Bir arzu objesinden diğerine atlar. Arzularınız reddedildiğinde nefrete döner. Gerçek sevgi değişmez, onun bir objeyle alakası yoktur ve başka bir duyguya dönüşemez, çünkü o bir duygu değildir. Tüm sahte sevgileri terk ettiğinde, içindeki olumsuz duygu katmanlarını attığında kendini kabullenmeye başlarsın ve içsel bir güç olan sevgi ortaya çıkar. Başkasından alacağını zannettiğin sevgiyi sen kendine veririsin”. Yılların korkularından, öfkelerinden, hayal kırıklıklarından, dargınlıklarından, içerlemelerinden kurtulmak ve olumsuz duyguların oluşturduğu katmanları atmak elbette kolay değildir. İnsanoğlunun içinde birbiriyle çatışan, farklı seslere sahip bir çok kişilik vardır ve hepsi de incinme korkusuyla doludur. Bu kişiliklerin yapısı, anılara bağlı eski enerjilerden oluşmuştur. Bilinçsizce yaptığı bir hatadan dolayı cezalandırılıp şiddet gören küçük bir çocuk, suçluluk, utanç, öfke, nefret, içerleme, yetersizlik, değersizlik enerjileriyle o anıya bağlanmıştır ve bu enerjiler salıverilene kadar kısıtlı bir bakış açısıyla bakar hayata. Bu içteki “zavallı çocuk”, bir anıdan başka bir şey değildir aslında, ama enerjisi deşarj olana kadar varlığını sürdürmeye devam eder, aynen her biri bir anıya tutunmuş diğer alt kişilikler gibi. Kızgın çocuk, yalnız çocuk, tembel çocuk, dargın çocuk, suçlu çocuk… Hepsi de hayat bulmak isterler ve neticede kişiliğin bir parçası olarak bulurlar da, ama asla doyum içinde olamazlar. Ta ki kendilerini ifade edip özgür kalana kadar. Zihnin, bilinçaltı denilen kısmı, bu olumsuz enerjilerin hapsedildiği yerdir ve tüm alt kişilikler aynen tutsaklar gibi, hücrelerinin duvarlarına vurmakta, dışarı çıkmak için mesajlar yollamaktadır. İşte egonun görevi, bu alt kişiliklere gardiyanlık yapmak ve onların boşaltamadığı enerjileri taşımaktır. O yüzden gün ışığına çıkmaktan korkar, utanır ve kendini gizlemek için değişik rollere bürünür. İnsan, anılarıyla yüzleşip alt kişiliklerini fark ettikçe egonun taşıdığı yük de azalmaya başlar ve nihayetinde sadece asli görevini yapar hale gelir, yani fiziksel bedeni korur. Benliğe hakim olan duygu ise saf sevgi olur.  “Korkuyu hissettiğinde bir an dur, aslında en çok korkmaktan korkuyor olduğunu hissedeceksin. Korkunun içine dalıp onu cesaretle kucakladığında ise vahşi bir atın ehlileşmesi gibi sakinleştiğini, huzura kavuştuğunu ve nihayetinde sevgiye teslim olduğunu göreceksin” 
·
392 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.