Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

592 syf.
·
Puan vermedi
Kitap epey esnek diyebileceğimiz bir tarih anlatımına sahip. Atatürk hakkında bilgi, belge, rivayet, dedikodu, roman ve hikaye gibi edebi eserler; ne varsa, ne bulunduysa kullanılmış. Kaynak yetersizliğinden sanırım bazı yerlerde hikaye-roman yazımında kullanılan diyaloglara dahi başvurulmuş. Kimliği belirtilmeden “bir arkadaşı” gibi söylemlerle alıntılar, anılar paylaşılmış. Kime, neye ve Atatürk’ün hangi eylemine dayanarak üretildiği belirtilmeyen bolca yorum var. Buna ek olarak siyasi anlamda; felsefi boşlukları, tarafgirliği ve propaganda üslubu yapılan doğru analizleri de gölgeliyor. “Kemal Atatürk, yeni bir Türkiye yaratmıştı. Onu tecrübeli bir şefin, verimli bir yönetimin ve sırası gelince daha liberal bir şekilde gelişebilecek esnek bir parlamenter sistemin ellerine bıraktı. Ülkesini ortaçağdan çağımızın eşiğine, hatta bundan bir adım ileriye getirmişti. Gerideki boşlukları doldurup ülkeyi yeni alanlarda daha ileriye götürmek, ondan sonra yerine geçeceklere düşen bir görevdi.” Bu cümle kitabın “Son Söz” bölümünün ilk cümlesi. Siyasal açıdan kitabın genel havasını çok iyi yansıttığını düşündüğüm için paylaşıyorum. Ülkesi, milleti ve halkı adına bütün demokratik doğruları yapan, yazarın kendi deyimiyle “çağın bir adım ötesine” taşıyan Atatürk, her doğru adımı sonrasında liberal angajmana sokularak diktatör ilan ediliyor. O tarihlerde ve hala monarşi kalıntıları ve uygulamaları taşıyan, kadın hakları dahil birçok yönden bireysel eşitliği sağlayamamış İngiltere ve yine siyahilere ırkçılık uygulayarak demokratik haklarını vermeyen ABD her nasılsa demokratik ilan ediliyor ama halkının bütün demokratik haklarını kanun ve yasalarla güvence altına almış Atatürk’e diktatör etiketi vuruluyor. Hayatını demokratik kurumsallaşmayı gerçekleştirmek ve demokratik bir cumhuriyet yaratmak için harcamış bir adama diktatör dendiğinde el insaf sözünü insan ister istemez hatırlıyor. Sadece hatırlıyor diyelim çünkü öte yandan yazara bütünüyle vicdansız demek bizi de vicdansız kılabilir. İstediği dezenformasyon dışında yazar mümkün olduğunca objektifliğini korumaya gayret etmiş. Atatürk mevzu olduğunda nedense herkes onu eğip bükmeye, istediği kalıba sokmaya uğraşıyor. Karşılaştığımız alışıldık bir durum kısacası, bu yüzden kimsenin yadırgayacağını zannetmiyorum. Eğer demokrasi kavramını liberalizmle eşitleyebilirseniz yazarı belki siz de çok sevebilirsiniz. Fakat hiçbir demokrat en basit şekliyle halk yararı ortada duruyorken birilerine “bırakınız yapsınlar” diyemez. “Halk Fırka”sının kurucusu Atatürk de dememiştir zaten. Kanunlarla herkesin sınırlarını çizmiş, halk yararına gördüğü bütün uygulamaları devlet, özel teşebbüs demeden uygulamıştır. Biz Atatürk’ün uyguladığı ekonomi yönetimine “demokratik ekonomi” diyoruz, tam da istenen dezenformasyona eşlik edenler karma ekonomi diye dayanağı olmayan tanımlamayla yaşayıp gidiyorlar. Neye göre, kime göre karacağız ekonomiyi? Öyle değil mi? Malumunuz Atatürk’e yöneltilen en büyük eleştiri döneminde çok partili sisteme geçilememiş olmasıdır. Bu eleştiri kitapta direkt diktatör yaftası yapıştırılarak kendine yer bulmuş. Atatürk’ün çok partili sistemi demokratik sistemin korunması şartıyla denemiş olmasını yok sayarak bir kenara bırakalım, tırnak içinde söylemek gerekir ki “dönemin şartları düşünüldüğünde” bu ancak diktatörlüğüne değil demokratlığına kanıt olarak sunulabilir. Eğer demokratik sistem korunamazsa halkın kazanımlarının çoğunu ve belki de tamamını kaybedebileceği aşikardır. Bugün yaklaşık 100 sene sonrasını yaşıyoruz. Onca yıllık demokrasi tecrübemize rağmen 8 sene önce cemaatin biri darbe yapmayı denedi. Zaten ağır, aksak ve bolca delinerek yaşayabildiğimiz demokrasi son 20 sene içinde din ambalajı içinde en ağır kapitalist bir şey haline dönüştü. Şey diyorum çünkü bunun siyasi literatürde net bir tanımlaması yok. (Çanakkale ve Kurtuluş savaşlarında şehit olanlar için gözleriniz yaşarmasın. Bugün vatandaşlık para ile satılıyor. Satılan onların kanı değilse nedir? Halk Cumhuriyet tarihinin en ağır dönemini yaşıyor. Böylesi ağır vergilendirme hiçbir dönemde görülmedi. Yönetim sokağa çıkmayı “nefes vergisi” adı altında vergilendirirse kimsenin şaşıracağını sanmıyorum. Belki bunu da hemen ötv kapsamına alırlar. Halk hem yol yapsın, köprü yapsın diye devlet adlı kendi kuruluşuna vergi ödüyor hem de o köprüden geçerken, yolları kullanırken uçuk miktarlarda para ödüyor. Bunun gibi hukuksal yapıyı da dahil ederek onlarca ahlaksız ve değer tanımadan gerçekleştirilen örnek sıralandırılabilir.) Günümüzde halk arasında, sosyal medyada hatta kitaplarda ciddi anlamda Atatürk ve demokrasi hakkında dezenformasyon var. Bunların önemli bir bölümü bilinçli şeklide uygulanıyor ama kimisi de cahillikten kaynaklanıyor. Biz yalnızca cahil kısmıyla ilgilenelim. Kimdir bu cahil, kime cahil dememiz gerekir? Herkesin her şeyi bilemeyeceği gerçeğinden yola çıkarsak her insanı şu ya da bu şekilde cahil ilan etmemiz gerekir. Elbette bu bilgisizliği cehaletle özdeşleştirdiğimiz durum için geçerli. Oysa cahillik yalnızca bilgisizlikle ortaya çıkan bir olgu değildir. Biraz da davranış şekline, takındığı tavra bakmamız gerekir ki cahil sıfatını yakıştırabilelim. Yeterli bilgisi olmadan konuşmayan bir insan ise kanımca cahil olmamak için en geçerli bilgiye sahiptir. Ne demiştik: Herkes her şeyi bilemez ama kendini yeterli hissetmeyen bir insan; susup dinlemeyi, okuyup araştırmayı, üzerinde düşünmeyi bilir. Atatürk sağlığında demokrat olduğunu, yaptığı devrimler ve yeniliklerle demokrasinin en çağdaş şeklini uygulamaya çalıştığını defalarca söylemiştir. Bugünlerde çokça görüldüğü gibi bu kitapta da Kemalizm sözcüğü defalarca kullanılmış. Oysa kendisi bu sözcüğü hiç kullanmamıştır. Eğer demokrasiden ayrı bir ideoloji, bir doktrin amaçlıyor olsaydı, şüpheniz olmasın en ince ayrıntısına kadar Kemalizm adlı bir kitapta bunu anlatır ve gelecek nesillere ulaşmasını sağlardı. Bugün biz de Nutuk’un yanında o kitabı da okuyor olurduk. Fakat öyle bir kitap yok yalnızca bazılarının bulanık zihinleri ve kimilerinin gizli amaçları var. Kitap bana en çok demokrasinin diğer yönetim biçimlerinden ayrılması bu kadar zor mu acaba diye düşündürdü. Bu konuda yapabileceğimiz en basit düşünce pratiğini yapalım. Komşumuz İran’ı ele alalım. İran’da periyodik şekilde seçim yapılıyor. Halk sandığa giderek yöneticilerini seçiyor. Seçim yapılıyor, ortada bir sandık var diye İran’ın yönetim şekline demokrasi diyebilir miyiz? Elbette ki hayır. Pekiyi İran’da var olan parti sayısını 10’a çıkardığımızı, çok partili bir siyasal sistem kurduğumuzu düşünelim. Bu şartlarda dahi İran çağdaş, demokratik bir hukuk sistemi ve anayasa ile yönetilmediği müddetçe İran demokrasi ile yönetiliyor diyemeyiz. Konu demokrasi ise eşitlik ve özgürlüğün koruma altına alındığı yasalar “en önemli” gösterge ve aynı zamanda ayraçtır. Demokrasinin ilkel biçimlerde yaşandığı antik dönemde de durum aynıydı. Halk tiranlıklardan kendisini, birbirlerine ve yönetime karşı sahip oldukları hakları güvence altına alan ve düzeni sağlayan yasalarla ayırırdı. Kemal Atatürk tarihte karşılaşabileceğiniz “en önemli” demokrat liderlerden biridir. Bunun gerçek kanıtı ne onun hakkında başkalarının sözleri ne de kendi sözleri olabilir. Gerçek kanıt yönetimde bulunduğu sürede gerçekleştirdiği icraatlardır. 6 asırlık monarşiyi yıkarak ve 4 asırdır milletine ve halkına hilafet adı altında vurulmuş prangayı kırarak demokratik bir cumhuriyet kurmuştur. Bu kitapta da birkaç kez değinildiği gibi onun konumunda, mevkisinde ve gücünde bulunan biri için hassasiyet denecek derecede yasalara uymaya önem vermiş, yasalara aykırı bir eylemde bulunmamıştır. Her fırsatta da yöneticilerin aynı hassasiyeti göstermesini salık vermiştir. Biz buna “demokratik ahlak” diyoruz. Atatürk tarafından çağlar sonrasına hitap edebilecek sisteme rağmen geldiğimiz noktayı, makus kaderimizi takip eder gibi içinde bulunduğumuz durumu tam da bu noktadan okumak gerekir: Yöneticilerimizde bulunmayan ve halka aşılayamadığımız demokratik ahlak ve onun yoksunluğu… Dipnot: Kitapta Atatürk diktatör ilan edilirken Rauf Bey defalarca liberal demokrat olarak ele alınıyor. Buna karşın garip şekilde Atatürk’ün Rauf Bey ve kurduğu parti hakkındaki görüşlerine yer verilmemiş. Yorumlar kısmında günümüzü de ilgilendirebileceğini düşündüğüm için Nutuk’tan buna ilişkin bir parçayı paylaşıyorum.
Atatürk
AtatürkLord Kinross · Altın Kitaplar · 19941,983 okunma
··
78 görüntüleme
Varsız okurunun profil resmi
Saygıdeğer Efendiler, «komplo» konusunu açıklarken ve komplonun Meclis içindeki safhasını anlatırken, önemsiz gibi sayılabilecek bazı ayrıntılar üzerinde durdum. Bunda beni haklı bulacağınızı umarım. Hatıra gelir ki, her hükümet, her zaman bu gensoru önergesi ile sorguya çekilebilir. Bir gensoruya bu kadar önem vermek doğru mudur? Arz etmeliyim ki, söz konusu olan gensoru normal bir gensoru değildi. Hazırlanan komplonun özel bir safhasıydı. Bu gensoru sahnesinden sonradır ki, muhalifler, maskelerini atmaya mecbur edildiler. Bilindiği üzere «Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası» (227) diye bir parti kurdular. Bu partinin gizli eller tarafından çizilen programını da ortaya attılar. «Cumhuriyet» kelimesini ağızlarına almaktan bile çekinenlerin, Cumhuriyet’i doğduğu gün boğmak isteyenlerin, kurdukları partiye «Cumhuriyet» ve hem de «Terakkiperver Cumhuriyet» adını vermiş olmaları, nasıl ciddîye alınabilir ve ne dereceye kadar samimî sayılabilir. Rauf Bey ve arkadaşlarının kurdukları bu parti «Muhafazakâr» adı altında ortaya çıkmış olsaydı, belki bir anlamı olurdu. Fakat bizden daha çok cumhuriyetçi ve bizden daha çok ilerici olduklarını iddiaya kalkışmaları elbette doğru değildi. «Parti, dinî düşünce ve inançlara saygılıdır» ilkesini bayrak olarak eline alan kimselerden iyi niyet beklenebilir miydi? Bu bayrak, yüzyıllardan beri cahilleri, bağnazları ve hurafelere inananları kandırarak özel çıkarlar sağlamaya kalkmış olanların taşıdıkları bayrak değil miydi? Türk milleti, yüz yıllardan beri, sonu gelmeyen felâketlere, içinden çıkabilmek için büyük fedakârlıkların gerekli olduğu pis bataklıklara, hep bu bayrak gösterilerek sürüklenmemiş miydi: Cumhuriyetçi ve yenilikçi olduklarını zannettirmek isteyenlerin, yine bu bayrakla ortaya atılmaları, din! bağnazlığı coşturarak, milleti, Cumhuriyet’e, ilerlemeye ve yenileşmeye karşı kışkırtmak değil miydi? Yeni parti, dinî düşünce ve inançlara saygı perdesi altında: «Biz Hilâfet’i yeniden isteriz; biz yeni kanunlar istemeyiz; bize Mecelle yeterlidir;medreseler, tekkeler, cahil softalar, şeyhler, müritler biz sizi koruyacağız; bizimle birlikte olunuz! Çünkü, Mustafa Kemal’in partisi Hilâfet’i kaldırdı. İslâmiyet’e zarar veriyor; sizi gâvur yapacak, size şapka giydirecektir» diye bağırmıyor muydu? Yeni partinin kullandığı slogan bu gerici haykırışlarla dolu değil miydi?
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.