Gönderi

RAKI ŞİŞESİNDE BALIK OLMAK İSTEYEN ŞAİR Üzerinde en çok durulmuş, zaman zaman alaya alınmış, zaman zaman kendini kabul ettirmiş, tekrar inkâr, tekrar kabul edilmiş; zamanında hem iyi, hem kötü şöhrete ermiş bir şair vardır. İki incecik bacak, kısaca bir rençkot, kanarya sarısı bir kaşkol, müselles bir yüz, şişirilmiş bir göğüse benzeyen bir sırt, -denebilirse- ergenlik bozuğu bir yüz: İşte görünüşte Orhan Veli. Şiirlerinin münakaşası bana düşmez. Seven mi haklı, sevmeyen mi? Orası bize ait değil. Nurullah Ataç onu yeter derecede tanıtmıştır. Ama kendisi Orhan Veli'yi tanımazmış. Geçenlerde bir mülakatta: — Orhan Veli mi? Tanımıyorum! demiş. Ben de Orhan Veli'ye sordum. O da onu tanımıyor. Bari birisi lütfetse de şairle münekkidi birbirine tanıştırıverse. Daha doğrusu banştırıverse. Ama Nurullah Ataç dargınlığa pek dayanamıyor olmalı ki bıyık altından gülümsüyor ve "Hakkını inkâr etmeyelim. İyi şairdir" diyor. Orhan Veli bıyık altından gülmüyordu. Gülmüyordu ama o da; "Hakkını inkâr etmiyelim, şiirden anlayan adamdır" dedi. İstanbul şehrini zaman zaman bir moda sarar. Bazen bir şarkı, bazen bir tek "voyvo!" kelimesi, bazı defa ".. bilmem kime maşallah!" gibi. Orhan Veli'nin: "Yazık oldu Süleyman Efendiye"si de böyle meşhur olmuştu. Biz okuyucular, acaba şair bu mısranm meşhur olacağını bilerek mi bunu yazdı, diye kendi kendimize bir sual sormuştuk. Ben de şaire onu sordum. O- Ben hayatı sadelik içinde geçmiş basit bir adamın hayatından bahsetmek istedim. Acayiplik olsun diye yazmadım. Şiiri neşretmeden evvel de bu kadar yadırganacağını tahmin etmiyordum. Ben- Yadırganmamıştır. Meşhur olmuştur, dedim. Bir şey daha sevgili şair, ben sormak istemezdim ama sizden bahseden her adam bana bile şunu soruyor: Nasırı edebiyata sokmakla yani ne demek istiyor? Nasır pek mi mühim sanki? Anlıyorsunuz ya, bazı genç kızlar bunu pek merak ediyor da... Orhan Veli mustarip bir hâl aldı. Yarinden ayrılmış turnalar gibi uçtu. — Hayatında büyük manevî ıstırapları olmayan bir insan için nasırın mühim olduğunu telâkki ediyorum, dedi. İnsan bir şairle konuşurken şu suali sormak ayıp kaçar ama soracağım, dedim, kendi kendime; — Sizde nasır var mıydı o zaman: — Süleyman Efendi şiirinden sonra ahi tuttu. Bende nasır çıktı. — Peki, gelelim rakı şişesinde balık olmaya... — Yine mahsus yazmadım. O sırada yoksulluklar içinde yaşayan bir adamın hayatını anlatır o şiir. Böyle bir insan birçok şeyler ister. Esvap ister, yemek içmek ister, bu arada rakı içmek de ister. Bu istek mübalâğalı bir şekilde anlatılmıştır. — Nasır kadar sükse yapacağını umuyor muydunuz? — Onu belki düşünmüşümdür. Bazı kelimelerin, bazı cümlelerin kullanıla kullanıla manaları kalmıyor. Okuyucuya birçok sözler tesir etmez oluyor. İşte o zaman şair okuyucuyu dürtmek, basma kalıp sözlerin içine attığı gaflet uykusundan uyandırmak istiyor. Rakı şişesinde balık olsam mısraı -mısraı değil satırı-da bu maksatla söylenilmiş olabilir Şaire söylemedim ama düşündüm: Şair okuyucuyu dürteceğine, gaflet uykusundan uyandıracağına basma kalıp sözleri söylemeyiverse daha iyi olmaz mı sanki? — Rakıyı sever misiniz? — Bayılırım. — Bendeniz de... Ucuzlamasına ne dersiniz? — Bir türlü inanamıyorum. — Ya Fahrettin Kerim Beye? — Allah, derim. — Neşredilmemiş yeni şiirlerinizden bir tane lütfeder misiniz? Tatlı tatlı okudu. CIMBIZLI ŞİİR Ne atom bombası, Ne Londra konferansı; Bir elinde cımbız, Bir elinde ayna; Umurunda mı dünya. Okur yazar hanımları küplere bindirecek bir şiir. Orhan Veli kızacak belki. Şiirini geçen akşamki Fikret Adil'in yaptığı bir azizlikle bir hanıma okudum. Fena içerledi. Elindeki votkayı masaya bıraktı. O da irticalen: Ne elinde nasır Ne başında çoluk çocuk Bir elinde yirmi dokuzluk İki ayağında nasır Umurumda mı Orhan Veli? Deyivermez mi? Tam bu sırada yanımıza, şimdiye kadar yazdığı mıs-raların adedi bir milyonu bulan, tepe taklak olmayı göze alacak bir tabi aramakla meşgul genç şair Süavi Koçer geldi. İki şair musafaha ettiler. — Süavi Koçer'i nasıl bulursunuz? dedim. İki şair birbirine bakıştılar. Orhan Veli: — Bir harikadır! dedi. — En çok hangi şairleri seversiniz? — En çok isimsiz şairleri severim. Daha ziyade adı bilinmeyen halk şairlerini. Meselâ türküleri çıkaranları. — Bir tane söyler misiniz? Aldı şair bakalım ne dedi: Akşam olur hapishane kitlenir Kimi kâğıt oynar, kimi bitlenir Kiminin temyizden evrakı gelir Düştüm bir ormana yol belli değil Yatarım yatarım gün belli değil. Kimin olursa olsun güzel şiir! Güzel bir şiir okunduktan sonra insan bir zaman susuyor, konuşamıyor. Neden sonra: — Şiire ne zaman başladınız? — Bu hastalık bende 11-12 yaşlarında başlar. O za manki yazdığım şiirler alışılmış tarzda şeylerdi. Daha doğrusu kötü şiirlerdi. Şairlerden kötülerinin bile tesiri altında yazardım. Bir gün geldi. Eski şiirlerden bıktık. İstedik ki biraz daha farklı olsun. — "Ama da biraz daha ha!" demedim." Devam etti: — O sıralarda gâvur şairlerini okuyorduk. — 12 yaşında mı? — Hayır. Daha çok sonraları. Bu arada Baudlaire'den sonraki nesillerin. Daha çok modern şairlerin kitaplarını. Bir de sürrealistleri. İşte herkesin acaiplik telâkki ettiği şiirleri o zaman yazdık. — Şimdi o şiirlerinizi beğenir misiniz? — Şimdi onları beğenmiyorum. Şekil bakımından zayıf buluyorum. Şiirin bir de ustalık denen şeye da yandığını o zaman bilmiyormuşuz demek. Bugün bu şiirlerden ayrıldık. Halk edebiyatından istifade ediyoruz. Ama bir hamle yapabilmek için, eskilikten silkinebilmek için o şiirleri de yazmak lâzımdı. — En çok sevdiğiniz bir şiiri okur musunuz? Hangisini okuyacağını bir müddet kestiremedi. Sonra şu şiiri okudu: SERE SERPE Uzanıp yatıvermiş sere serpe Entarisi sıyrılmış hafiften Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor Bir elle de göğsünü tutmuş İçinde kötülüğü yok biliyorum Yok, benim de yok amma Olmaz ki Böyle de yatılmaz ki Bu pek sevimli şiiri de dinledikten sonra şaire kaeye dönüp dönmemeye niyetli olup olmadığını sordum. — Şimdilik vezne, kafiyeye bağlanmamak lâzım. Sonra faydalanılabilir. -Niçin? — Vezinsiz, kafiyesiz şiir, şairi güçlüğü doğrudan doğruya şiirde aramak imkânıyla, daha doğrusu zaruretiyle karşılaştırıyor. Bu zaruret de şiirin çevresini genişletiyor. Günün birinde vezinli kafiyeli şiire dönülecek olursa o zamanın şairleri bugünkü nesillerin tecrübesinden istifade etmiş olacaklar. Orhan Veli elindeki şişeye mahzun bir tebessümle baktı. Şişe bitmek üzere idi. Kadehlere birer tane daha koyduk. Şişe boşaldı. Boş şişeyi pencereden dışarıya attık. Sanki Orhan Veli'nin okuyucuyu gaflet uykusundan uyandırmak için yazdığı mısra rakı şişesinin içinde imiş gibi, şişe büyük bir şangırtı ile kırıldı. İçindeki mevhum sarhoş istavrit ayıldı. Kuş olup uçtu. O, kanarya sarısı kaşkolünü boynuna sardı. Ben harap şapkamı kafama geçirerek sokağa fırladık. Genç şair işte o zaman kendisinin en güzel mısralarını mırıldandı. İstanbulun mermer taşları Başına da konuyor aman martı kuşları Gözlerimden boşanır hicran yaşları Edalım Senin yüzünden bu halim. Artık ne okuyucuyu gaflet uykusundan uyandırmak var ne rakı şişesinde balık olmak meselesi: İstanbulun orta yeri sinema Garipliğim, mahzunluğum duyurmaym anama El konuşur, sevişirmiş bana ne Sevdalım Boynuna vebalim. Ne sere serpe, ne cımbızlı şiir beni sarmamıştı. Ne yapalım anlayamıyoruz işte. Ama böylesini anlıyoruz. İçime bir garipliktir çöküyor. Anadolu çocuğuyuz nidelim. Yapamıyoruz biz Breton, Tzara ve Michaux ile. — Üstat, sen bana o adı bilinmez halk şairinden bir türkü daha söylesene. -Peki. Hapishane içinde üç ağaç incir Kollarım kelepçe anam boynumda zincir Zincir sallandıkça her yanım sancır Düştüm bir ormana yol belli değil Yatarım yatarım gün belli değil. Orhan Veli'yi pek sevdiği Anadoluhisarı'na gitmek üzere vapura bindirip dönerken yirmi sene evvel başka bir şairin yazdığı şu mısraları hatırladım. Göllerde bu dem bir kamış olsam. Şu şair istekleri bir çeyrek asırda aynı imkânsızlığı devam ettirmek şartıyla ne kadar değişiyor. Şair değilim bereket! Göllerde kamış, rakı şişesinde balık olmayı bir şişe siyah şarap karşısında alelade beni âdem olmaya da değişemem doğrusu.
··
130 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.