Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

kürt cemo
Süreya ise şiirde ima edildiği gibi uzun yıllar Kürt olduğunu saklamıştır. “Kürtler yalan söylemek zorunda, Arnavutlar doğru” dizesi bu acı gerçeğe bir göndermedir. (s.42) Buna benzer birçok vurucu dizesinin hikayesini, kitaptaki dikkatli analizlerden hareketle takip etmek mümkün. Türkçe şiirin zirvelerinden biri olan, Türkçeyi inci gibi işlemiş bir Kürt şairin bu egemen dilin içine bir türlü yerleşemeyen, bu dilde kendini evinde hissetmeyen duygularının, şiirinde yolunda gitmeyen birçok şeyin kaynağı bu sömürgeci tahakküm ve sürgün ilişkisinde yatmaktadır. Sürgün hayatı; zafer ve tamamlanmışIık duygusundan yoksun, her anına geçmişin hücum ettiği kesintili bir varoluştur. "Sürgünde elde edilen kazanımlar, sonsuza dek arkada bırakılmış bir şeyin kaybedilmesiyle sürekli olarak baltalanır" diyordu Edward Said. Sürgünde, kulağa çalınan bir müzik, etrafa yayılmış bir koku, aksanlı bir dil, kavruk bir çocuk yüzü, sıcak bir tebessüm, hatta kimi zaman sessizlik bile o “ülkeyi” hatırlatır, orada bulacağın şeyler hayaletlerden ve bir yığın harabeden başka birşey olmasa bile. Yazarın analizinde geliştirdiği, “romantik sürgün” ile “köle sürgün” ayrımı da çok verimli bir çerçeve sunmaktadır gerçekten. Vakti zamanında başka bir ülkeye sürgün edilen modern sürgün; “kendisine baskı uygulayan, işkence eden, binbir türlü sıkıntı çektiren iktidarın demir yumruğundan, onun zor ve şiddet mesafesinden nihayet uzakta ve ondan kurtulmuş olmanın gizli mutluluğunu yaşardı.” Ancak Cemal Süreya’nın yaşadıkları bu modern sürgünlerin hikayesine hiç ama hiç benzemez. Onun hikayesi modern tarihin öncesine uzanan bir nevi bir köle sürgünün hikayesidir. “Binlerce Kürt aile gibi kendilerini sürgüne gönderen iktidarın soluğunu hep ensesinde hissederek bütün bir sürgünlüğü, daha çok bir tür köle sürgünlüğü yaşamak zorunda kalmışlardır. Romantik olanların sürgündeyken korku hislerini içlerinden daha kolay söküp attıklarını, dahası sık sık kendi ülkelerinin sorunları karşısında ülkede yaşayan fikirdaşlarından daha keskin, daha sert çıkışlar yaptıklarını biliriz; artık bir fikri, bir inancı savunmanın doğurduğu riskleri karşılamanın uzağında kalmış olmanın yol açtığı rahatlıktır bu. Oysa ülke içinde kalanlar, oradaki köle sürgünler hiçbir zaman aynı rahatlığı hissedemeyecektir. Romantik sürgünlerde mesafe ve uzaklığın yol açtığı cesaret ne kadar çoksa; köle sürgünlükte yakınlıktan, mesafesizlikten kaynaklanan korku, temkinlilik ve ihtiyat o kadar fazladır” (s.34). Süreya’nın neden daha cesur ve bu travmatik geçmişle hesaplaşan bir ömür sürmediği sorusu, onun bir “köle sürgün” olma gerçeğini göz önünde bulundurmayan, onun hikayesine şefkatle sokulmayan bir sorudur maalesef. Yılmaz Varol’un dediği gibi: “Bir insan sadece hayatta kaldığı için minnet duyuyorsa, ruhunun derinliklerinde bir yerde korkunç bir vahşetin, tahayyül edilemez bir acının varlığı kesindir” (s.35). Süreya’nın yaralı kimliğinin dayandığı sömürgeci gerçeklikle hesaplaşmaması, Türkçe şiirin bir üstadı haline gelmesi elbette kendisine kimi imtiyazlar sağlamıştır, Türklük Sözleşmesi’ne dayalı bir ülkede kamusal hayatta kendisine özel kapılar açmıştır. İnsan biraz da yaptığı tercihlerin toplamından ibarettir. Ancak Türk edebiyat çevrelerinin o dönemde bu sömürgeci realiteyle yüzleşmemesi, bu realitenin yokmuş gibi davranması, bu konuda cesur entelektüel çıkışlardan yoksun olması da önemli etkenlerdir. İkinci Yeni’nin şiir atlasında, sömürgeler coğrafyası Vietnam’dan Küba’ya, Afrika’ya kadar genişletilmiş ama Kürdistan dahil edilmemiştir. Kuzey Afrika’da baş gösteren bağımsızlık mücadeleleri (Cezayir, Tunus) selamlanmış, çekik gözlü Asyalılar, kıvırcık sakallı Kübalılar yoldaş dizelerde yerini almış ama “iç sömürge” görülmemiş, görülmek istenmemiştir. Süreya'nın “Üvercinka” şiirindeki her bendin sonuna dört kere “Afrika dahil” mısrası konulduğu halde, Kürdistan hariç tutulmuştur. İslamcı ve Marksist ideolojik çizgilerin baskın olduğu Türk edebiyat dünyası, kolonyalizm meselesini şarkiyatçı söylemle birlikte ele almıştır. “Tanzimat’tan itibaren modern Türk şair ve yazarları, zaman zaman benzer tarihsel süreçlerden geçtikleri ve bu nedenle yakınlık duydukları insanları, yani kolonyalist sömürüye maruz kalan halkların dramını bazen belirtik bazen de örtük bir şekilde eserlerine konu edinmiştir” (Bilgin Güngör, Postkolonyalizm ve Edebiyat - Türk Edebiyatında Sömürgeciliğe Bakış, s. 334, Hece Yayınları). Bu mevzunun öncüsü kabul edilen Abdülhak Hamit’in yazdığı piyeslerde oryantalist, kolonyalist söylem ve süreçlerin tüm izlerine rastlamak mümkün. Süleyman Nazif, “Kübalılar” başlıklı şiirinde İspanyol sömürgeciliğine karşı verilmiş bağımsız mücadelesini desteklemiştir. Komünist Nazım Hikmet, şiirlerinde emperyalist dünyayı sürekli topa tutmuş, enternasyonal bir dünyaya yönelik özlemini dile getirmiştir. Yine Ercümend Behzad Lav, 1962’de yayınlanan “Mau Mau” şiir kitabında Kenya’da İngiliz sömürgeciliğine karşı savaşan bu anti-kolonyal isyanı görünür kılmıştır. Fazıl Hüsnü Dağlarca Kemalist bir bakışla, Kuzey Afrika’daki ulusal uyanışa gönül vermiş, bunu kurtuluş savaşının anti-sömürgeci ruhunun dünyada yayılan tezahürleri olarak değerlendirmiştir. Refik Halit Karay, birçok romanında Suriye ve Lübnan’da bizzat tanıklık ettiği Fransız sömürgeciliğini mercek altına almıştır. Hakeza Falih Rıfkı Atay, “Zeytindağı” adlı anı-romanında Filistin’deki İsrail ve Mısır’daki İngiliz işgalinin yarattığı yıkımlara ve olgulara dikkat çekmiştir. Özellikle 1950’lerin sonlarından itibaren Afrika kıtasında sesini duyuran anti-kolonyalist mücadelelerle paralel bir şekilde ortaya çıkan İkinci Yeni akımına mensup birçok şair Afrika coğrafyasına özel bir ilgi göstermiş, eserlerinde bu kıtadaki beyaz ırkçılığa, sömürgeciliğe, bağımsızlık savaşlarına özel bir yer vermişlerdir. Sezai Karakoç, “Cezayir Atları”, “Hızırla Kırk Saat”, “Taha’nın Kitabı” gibi şiirlerinde kimi zaman örtük kimi zaman aleni bir şekilde islam dünyasındaki kolonyalizmle hesaplaşmaya çalışmıştır. İsmet Özel şiirlerinde Vietnam’daki sosyalist lider Ho Şi Minh’e selamlarını göndermiştir. Ancak Kürdistan bu iki ideolojik akımın temsilcileri tarafından hiçbir şekilde görülmemiş, bu coğrafyadaki isyanlar, katliamlar, baskılar sömürgecilik çerçevesinde ele alınmamıştır. İslamcı, muhafazakar ideoloji, Emperyalist-Sömürgeci Batı’nın karşı kutbuna tüm eşitsizliklerden, adaletsizliklerden arındırılmış homojen bir “Mazlum Müslüman Doğu” kimliğini konumlandırmış, İslam dünyasını bu sömürgeci ilişkilerden azade mazlum ülkeler coğrafyası olarak görmüş ve sonuç itibariyle “Ümmetin Yetimleri Kürtler”in sesini duymamayı yeğlemiştir. Batı ülkelerinin sömürgeciliğine karşı teyakkuzda olan bu zihniyet dünyası, Osmanlı imparatorluğu'nun işgalcı, talancı tarihini farklı ulus ve dinlere yönelik eşine ender rastlanır bir “hoşgörü” dönemi olarak görmüştür her zaman. Kemalist Fazıl Hüsnü Dağlarca bile Batılılar ile kendi atalarının yaptıkları arasında kalın bir çizgi çizmiştir: “Atalarıma bin saygı / Bin kutsama / Ben de ülkeler almışım doğudan batıdan / Ama sömürmemişim” (Bilgin Güngör, s.173). Cumhuriyet tarihi de, İslamcı, Kemalist hatta kimi Marksist aydınlar tarafından, emperyalist yedi düvele karşı mazlum Türklerin verdiği ve tüm sömürge uluslara ilham kaynağı olmuş bir kurtuluş savaşı olarak ele alınmış, bu devletin kuruluş aşamasındaki sömürgeci ilişkiler asla layıkıyla sorgulanmamış, bu ezilenlerin dostu Kemalist devlete Batılıların bir mirası olan sömürgeci sıfatı kondurulamamıştır. Kürdistan’daki katliamlar ve bastırılan isyanlar, modern cumhuriyete yönelik gerici veya yerel güçlerin direnci ve gerekli bir ıslah olarak kabul görmüştür. Marksist edebiyat çevreleri de dünyadaki tüm uzak sömürgeci coğrafyaları kucaklamış, enternasyonal duygularla şaha kalkmış, lakin yanı başındaki sömürgeyi bu zincirin bir parçası olarak değerlendirmemiştir. Kürt hareketinin muhteşem tespitiyle söyleyecek olursak, “Orta Amerika’daki Zapatistaları gören ama Zap’ı görmeyen” bir sol olarak kalmıştır. Bu edebiyat çevrelerindeki Kürdistan’daki isyan, katliam ve dramlara dair söz alan, bunu eserlerine o dönemde de taşıyan solcu edebiyatçılar şüphesiz olmuştur fakat meselenin özüne inip, meselenin ismini tam olarak koyamamışlardır. Dolayısıyla Cemal Süreya’yı değerlendirirken onun nasıl bir edebiyat dünyasının parçası olduğunu ve bu edebiyat dünyasının entelektüel cesaret sınırlarını da göz önünde bulundurmakta fayda var. İkinci deneme şair Turgut Uyar’a ayrılmış durumda. Babası asker, kendisi de bir süre asker olarak hayatını kazanmış ve o dönem itibariyle fazlasıyla cesur; “Kürdistan’da ve Muş - Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar” dizesinin sahibi Turgut Uyar’ın en büyük arzusunun dağda savaşan bir gerilla, bir militan olmak olduğunu en yakınındaki insanların itiraflarından öğreniyoruz. Bu deneme, Uyar’ın bu devrimci idealinin şiirindeki yansımalarına, “kahraman baba” imgesinden uzak, kendisini ailesine adamış babasıyla olan hesaplaşmasına ve mutsuz hayatının sebeplerine odaklanıyor. Üçüncü ve son deneme, Yaşar Kemal’in tabiriyle Kürtlerin Homeros’u Evdalê Zeynikê ile direnişin ozanı kabul edilen Dadaloğlu’nu mukayeseli bir şekilde ele alıyor. Bu iki tarihi şahsiyetin yolu tarihin bir cilvesi olarak 1865 yılında Çukurova’da çakışıyor. Lakin Evdalê Zeynikê maalesef yanlış saftadır. Adana Kozan’da göçmen Avşar Türkmenlerinin Osmanlı’ya karşı başlattığı isyanı bastırmak için İstanbul dışında toplanan güçler arasında yer alan Eleşkirtli Sürmeli Mehmet Paşa'nın dengbêji olarak iktidar güçlerinin safında Kozan’a giriş yapar. “Islah” harekâtına İstanbul’dan bizzat katılan Ahmet Cevdet Paşa’nın aktardığına göre, Sürmeli Mehmet Paşa yaklaşık 500 atlısıyla padişah güçlerine dahil olmuştur. “Sürmeli Mehmet Paşa ile birlikte ıslah harekâtına katılan Evdal’ın orada nelere dahil olduğunu bilmiyoruz. Elimizdeki tek şey orada yaşananları anlattığı “Hey Kozan” adlı destanıdır. Evdal bu destanda Kozan’a lanetler yağdırır. Yaşar Kemal’in bahsettiği sıcaklardan, geceleri uluyan çakallardan yakınır ama aynı zamanda başkalarının (burada başkaları derken Derviş Paşa’nın askerleri, onları desteklemek için gelen diğer yerel güçleri kastetmektedir) tek tük kayıp verdiğini, on iki aşiret gencinin yaralı halde yamaçlarda sahipsiz kaldığını, kendilerinin ise bu ağıtın konusunu oluşturan Qeymeze Kurdi’yi kaybettiklerini anlatır” (Yılmaz Varol, s.96). Evdal bulunduğu konumdan şüphesiz hoşnut değildir, kaderine isyan eder, oradaki varlıklarını, amaçlarını meşrulaştıran, güzelleyen hiçbir sözüne rastlanmamaktadır. Evdal’ın aksine Dadaloğlu'nun yeri isyanın göbeğidir, direniş safındadadır, göçebe bir kültürün şairidir. Yazdığı her satırda isyan ve intikam duygularıyla Osmanlı yönetimine meydan okur, direniş güçlerini yüceltir. “Evdal’da eksik olan; dünyayı kavrama çabası, kendi kültürüne sahip çıkma arzusu, dünyadaki adaletsizlikleri görme ve eleştirme kararlılığı, Dadaloğlu’nda fazlasıyla mevcuttur” (s.98). Burada üzerinde durulması gereken temel meselelerden biri de, Kürt toplumunda denbêjlerin hakim sınıf, birey ve zümreler arasındaki sorunlu ilişkidir. Her Aşiret Beyinin ve her Mîr’in neredeyse bir dengbêji vardı. Denbêjler kimi zaman aşiret beyleri ve mîrler tarafından aylarca ağırlanır, özel hediyelerle onore edilirlerdi. Aşiret beylerinin ve mîrlerinin düğünlerinde atışırlar, onlara saygı ve şükranlarını içeren kılamlar armağan ederler, onlardan duydukları olayları ve hikayeleri sonraki kılamlarının konusu için repertuarlarına atarlardı. Bey ve Mîr merkezli bu hikayelerin sınıfsal niteliği, bu hikayelerin alt sınıfların yaşadığı sorunlardan uzak olması, bey ve mîrlerin kahramanlıklarına, kişisel meselelerine gömülü olması haliyle denbêjlerin ulusal ve toplumsal ufkunu daraltmış, bir halkın sesi olma misyonunu üstlenmelerini şüphesiz zorlaştırmıştır. Çünkü o dönemlerde ismi dillerde dolaşan şöhretli bir dengbej olmanın yolu biraz da bu kudretli bey ve mîrlerle olan özel ilişkilerden geçmekteydi, onların davetlerinde sesi methedilen bir konuk olarak yer almaya bağlıydı. “Bir kulübede saraydan farklı düşünülür” diyen Marx elbette haklıydı. Çünkü; “İnsanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değildir, tam tersine, onların bilincini belirleyen toplumsal varlıklarıdır.” Dolayısıyla bir köle ile efendi, bir maraba ile ağa, mîr ile değirmenci aynı bakmaz dünyaya, oturulan evden yenilen yemeğe kadar her şey bilinci ve bakışı farklılaştırır. Evdalê Zeynikê de dahil birçok Kürt denbêji, elbette Kürdistan’daki bir çok toplumsal ve ulusal meseleyi, haklı isyanları, yıkımları, darağaçlarını, feodal zorbalıkları kilamlarına taşıdılar, değerli bir kolektif miras yarattılar. Ancak belirttiğim ekonomik özerklikten yoksun, bey ve mîrlerin himayesindeki konumları; aşağıdan bir tarihsel bakışın önündeki en büyük engel olmuştur, bu da ulusal ve toplumsal eşitsizliklere, adaletsizliklere dair bütünsel bir kavrayışı maalesef sınırlamıştır. Evdalê Zeynikê ile Dadaloğlu kıyaslaması; Osmanlı tarihi boyunca halkların maruz kaldığı zulümleri görünür kılmanın yanı sıra, farklı direniş mirasları ve kültürler arasındaki tarihsel farkındalık düzeylerini kıyaslama bakımından da yaratıcı bir okuma imkanı sağlıyor. Ozanların geride bıraktığı sözlü miras, bir karşı-tarih, bir “aşağıdan tarih” kaydı olma kudretine sahiptir. Sonuç itibariyle birbirinden bağımsız gözüken ama bir yerlerde özel geçitlerle yolları çakışan üç denemeden oluşan kitap, tarihin ve edebiyatın karanlık odalarına dalıyor, geçmişin enkazı altında kalmış kimi soluk hakikatleri gün ışığında yeniden okuyor. Yepyeni sorular soruyor. Kimi hakikatlerin ve bireylerin neden görünmez olmaya çalıştığını veya neden görünmezlikten gelindiğini sabırla ve şefkatle sorguluyor.
·
333 görüntüleme
Mehmet KILIÇ okurunun profil resmi
Umarım sonuna kadar okuyan değerli okuyucu olur
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.