Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Emperyal Irkçılık: Amaç Koparmak
Elbette ki bu kasıtlı bir siyasetti. William Makepeace Thackeray, Hindistan'ın 'gururlu, derin düşünceli ve bağımsız' ruhunun baskı altına alınması gerektiği kanaatindeydi: "Bu özellikler doğrudan çıkarlarımızın aleyhinedir. General, devlet adamı ya da hukukçuya değil çalışkan çiftçilere ihtiyacımız var." Irkçılık hemen her yerdeydi. 1915'te, Londra'da düzenlenen bir Hindistan Ulusal Partisi toplantısında şu sözler sarf edilmişti: "İngilizlerin getirdiği sistem, Latinize ve asimile etme amacı güden Roma sistemi gibi değildir. Bu sistem, maddi çıkarlar uğruna bir ırkın başka bir ırk tarafından sömürülmesi ve aşağılanması üzerine kuruludur." Emperyal projenin özü olan ırkçılık, ülkedeki her alana sirayet etmişti. İngilizlerin gücü arttıkça ırkçılık da daha görünür hale geliyordu. İngilizlerin gücü ele geçirmeden önceki tavırları da önemlidir. William Dalrymple, Kumpanya'nın 1600 ila 1800 seneleri arasındaki yönetimini sömürgeleştiren ile sömürgeleştirilen arasındaki ilişki olarak tarif etmiştir. Sadece ticari, mali ve siyasi bağlar değil dostluklar, aşklar ve evlilik de bu ilişki türüne dahildir. Dalrymple şöyle demekteydi: "Batılıların, Hindistanlıların adetlerine ve hatta dinlerine karşı gelmeleri gayet sıradandı. Ancak, bilinenin aksine, azımsanmayacak sayıda İngiliz de adeta beyazlıklarını terk etmek istiyor, Hindistanlılar gibi giyiniyor ve yerine geçtikleri Babürlü idareciler gibi hareket etmeye çalışıyorlardı." Selman Rüşdi, bu duruma 'chutnification'' demektedir. Dalrymple ise bu İngilizler için 'Beyaz Babürlüler' tabirini kullanmıştı Dalrymple'a göre 1780 ila 1785 yılları arasında, Kumpanya çalışanlarının üçte biri tüm servetlerini Hindistanlı eşlerine bırakmaktalardı. Veraset mektuplarında sevdiklerine iyi bakılmasını istedikleri yazılıydı. Ayrıca, "Sonsuz bir aşk ile bağlı olduğum, çocuklarımın muhteşem ve sevgili annesi," gibi ifadeler de yer almaktaydı. Bu dönemdeki aile resimlerinde iki kültür ve dinin bir arada yaşayabildiği görülmektedir. Bir yanda türban sarmış ve kurta elbisesi giymiş İngiliz adamlar, diğer yanda ise İngiltere'den getirilmiş mobilyaların önünde Avrupalı kıyafetleri içinde Hindistanlı kadınlar gözükmektedir. Boston'da doğmuş Sör David Ochterlony, her akşam 13 eşini fil üzerinde, Delhi'de gezintiye çıkartmaktaydı. Hatta, kendisi ve ilk eşi için Babürlülerinki gibi bir türbe yaptırmıştı. Ana kubbenin üstünde bir haç, yanında ise bir minare vardı. Ochterlony'den kalan bir not, o dönemin çok dinli yapısını ortaya koymaktadır: "Kalküta'da bulunan Bayan Ochterlony, Hac vazifesini ifa etmek üzere Mekke'ye gitmek için izin talep etmiştir." İngiliz idaresinin ikinci yarısında ise işler değişmişti. Bu değişimde siyasi ve askeri üstünlüğün elde edilmesi, otuz yaşına kadar bekar kalma şartının getirilmesi ve 1857 isyanının etkisi büyüktü. Daha sonra Bombay Valisi olacak Sör John Malcolm 1832'de şöyle demişti: "Doğudaki İmparatorluğumuz kılıçla kurulmuş, kılıçla ayakta tutulmalıdır." Yönetilenlerin rızasının hiçbir ehemmiyeti yoktu. Malcolm'a göre, "Bütün Hindistanlılar er ya da geç yabancı efendilerine itaat edeceklerdi." Aslına bakılırsa tam bir apartheid rejimi söz konusuydu. Irkların eşit olmadığı düşüncesi hakimdi. Irk ve din farklılığı yüzünden dostluk veya evlilik bağı kurulması imkansızdı. İngilizler, 1942'de bozguna uğramışçasına Malaya, Singapur ve Burma'dan çekilirken bu durum kendisini yeniden göstermişti. Mahatma Gandi 1942'nin ağustos ayında, gazetedeki köşesinde şöyle diyordu: "Burma'dan gelen on binlerce kişi aç, susuz ve perişan haldeler. Uğradıkları ayrımcılığın korkusu, bu gariban insanların yüzünden okunuyor. Beyazlar ile siyahların yolları bile ayrı! Beyazlara yemek ve konaklama hizmeti var ama siyahlara yok! Japonların ilerlerken bile Hindistanlılara her türlü ayrımcılık ve hakaret reva görülüyor!" Gandi'nin aynı ay içerisinde 'Hindistan'dan Defol' hareketini başlatmasında bu ayrımcılığın payı büyüktü. İngiliz edebiyatında olup bitenler bir aile portresi şeklinde tasvir ediliyordu. Merhametli bir anne gibi gösterilen Kraliçe, disipline edilmeye muhtaç uzak diyarlardaki bu çocuklarına kucak açmış, bu vahşi çocuklara medeniyet öğretmeye çalışıyormuş gibi gösteriliyordu. E. M. Forster'ın Hindistan'a Bir Geçit isimli romanında Ronny ile Bayan Moore arasında geçen münakaşa, bu tasvirin örneklerindendir. Ronny, "Hindistan herkesin kafasına göre davranabileceği bir yer değildir," derken annesi ise İngiliz İmparatorluğu'nun kibarlık ve nezaket sayesinde "farklı bir kuruma" dönüştüğünü savunmaktadır. Bu emperyal projenin esaslarından biri de değerlerin alt-üst edilmesiydi. Rudyards Kipling'in Naboth adlı hikayesinde bu durum açıkça görülmektedir. Hindistanlı bir sokak satıcısı, bir İngiliz'in iyi niyetini sömürerek, o İngiliz'in topraklarında kendisi için bir kulübe inşa ermiştir. Sonunda, İngiliz tabii ki o Hindistanlıyı kapı dışarı etmiştir. Aslında kovduğu topraklar Hindistan topraklarıdır. Hikaye ise iyi niyetli İngiliz'in istismarcı Hindistanlıya karşı kazandığı zafer ile sona ermektedir: "Artık Naboth defolup gitti. Lanetli kulübesi ise yerle bir edildi. Bahçeyi karşıdan gören yazlık bir ev inşa ettim. O yazlık ev, İmparatorluğu'mu müdafaa ettiğim bir cephe gibidir." Rudyard Kipling (1865-1936) İngiltere tarafından verilen şiir ödülünü defaatle reddetmişti reddetmesine ama aslına bakılırsa İngiltere'nin gayr-ı resmi şairi konumundaydı. Emperyalizmin sözcüsü gibiydi. Yıllarca Lahor ve Lucknow'da muhabirlik yapmıştı. Lord Ripon'un Hindistanlı hakimlere Avrupalıları yargılama hakkı verilmesi için beyhude çaba gösterdiği sırada henüz 18 yaşındaydı. Elbette, ırkçı vatandaşlarının yanında yer almıştı. Siyasi atmosfere bağlı olarak düşük ırkların kontrol altında tutulması gerektiği fikrine kapılmıştı. Birçok makalesinde, Hindistanlıların kendi kendilerini yönetemeyeceklerini iddia etmişti. Beyaz adamın yükü kavramını ortaya atmıştı. Emperyalizmin koşulsuz destekçisiydi. Biyografisini yazanlardan biri Kipling'in Hindistanlılara karşı "nadiren de olsa anlayışlı, bazen sert bazen de tahkir edici bir tavırla genellemeci" olduğunu yazmıştı. Kipling'in eserlerinde Hindistanlıların ya da gayet bilinçli bir şekilde hikayelerine yerleştirdiği Hindistan'ın fiziki ve sosyal şartlarının bir ehemmiyeti yoktu. Asıl ilgilendiği Hindistan'ın genişliği, tutkusu ve Avrupalıların elinde kalması gerektiğiydi. Birçok araştırmacıya göre Kipling'in eserleri "sömürgecilik söyleminin yapıtaşları arasındaydı." Böylece Kipling "yarı Tanrı olan İngiliz ile hatalı insan, sömürgeci ile yerli arasındaki farkı oluşturan kültürel hegemonyayı ve kültürel şizofreniyi yeniden dile dökmüştü." İngilizler kendilerini medenileştiren kimseler olarak görüyorlardı. Sör Lewis Morris, Kraliçe Victoria'nın altmışıncı yaş günü için yazdığı bir şiirde, İngilizler için, "Hırçın denizlerin cesur adalıları," diyordu. Tüm günahlarına rağmen Macaulay, emperyal görevin tezatlarla dolu olduğunun farkındaydı: "Halka hem babalık hem zalimlik et. Hem adil ol hem adaletsiz ol. Hem yumuşak yüzlü ol hem sert ol." Hindistan'daki bütün İngilizlerin böylesi hatalı fikirlere sahip olduğunu söylemek doğru değildir. Hindistan'a Bir Geçit isimli eserdeki öğretmen Cyril Fielding, iş bulabilmek için Hindistan'da olduklarının farkındaydı. Dar görüşlü kimseler ise ne olduğunun farkında olmadıkları, sadece kutsal metinler, silahlar ve viskinin etkisindeyken propagandasına maruz kaldıkları büyük bir davaya hizmet ettiklerini inanıyorlardı. Elbette, İngiliz aristokratlar her fırsatta kendilerinin üstün olduklarını hatırlatıyorlardı. Londra'daki Heralds Koleji şöyle bir açıklama yapmıştı: ''Ağa Han'ın müritleri, kendisinin Tanrı'nın evlatlarından olduğuna inanmaktadır. Ama İngiliz Dükleri ondan üstündür." Rudyard Kipling, 19. Yüzyılın paradokslarından birinin görünür hali gibiydi. Emperyalistlere göre görevleri bir toprağı ele geçirmek ve boyunduruk altına almakla bitmiyordu. Hayati vazifelerinden biri de sömürgeleştirilen yerin belkemiği hükmündeki merkezi güçlendirmekti. Bu vahşi cepheler İngilizlerin ne kadar hırslı olduklarını anlamak, sertliklerini göstermek ve Kraliçelerine, ülkelerine ve etraflarındakilere yiğitliklerini ispat etmek için bulunmaz bir fırsattı. Yiğitlik peşindeki İngilizler, gücü sembolize eden Pencab'daki Zemzeme adlı topun üzerine çıkar, Hindu ve Müslümanların topun önüne dizerdi. "Ağzından ateşler çıkartan ejderha, Zemzeme'yi kim elinde tutarsa Pencab' ın sahibiydi. Büyük yeşil bronzdan yapılma top, fatihin ganimeti sayılırdı. Pencab' ı elinde tutanlar İngilizlerdi, o yüzden cop da onların elindeydi." Bu düşünceye göre İngilizlerin cesur, şiddete meyilli, atik ve pis kokulu göçebelere hadlerini bildirecek kişilere ihtiyaçları vardı. Bu özellikler Kipling başta olmak üzere birçok İngiliz yazar tarafından eserlerde övülmekteydi. Bu durum oldukça komiktir, çünkü methedilen özellikler güya medeniyet yaymaya giden kişilerde aranmaktadır. Bir başka ifadeyle, İmparatorluğun kahramanları sözüm ona barbar olanları bastırmak için barbarlığı kullanan kişilerdi. 1846'da Teğmen Herbert Edwardes Hindistan'daki görevi hakkında şunları yazmıştı: "Pencab gibi bir memleketin kuyruğundan tutup oraya medeniyet getirmenin ve vahşi tutkulara tepeden bakmanın asil bir tarafı var." Pencab'dan adeta vahşi bir hayvanmış gibi bahsedilmesi dikkat çekicidir. 1907'de Oxford Üniversitesi'ndeki bir konferansta Lord Curzon İmparatorluğun uzak köşesindeki bu medeniyetten nasibini almamış yerden, "Gençlerimizi Batı medeniyetinin rehavet veren kötülüklerinden ve aşırı heyecanlarından kurtararak oradakilere asalet ve canlılık kazandırma imkanı sunacak bir yer," şeklinde bahsediyordu. İşte böyle fikirlerle hareket eden sömürgecilerde, 19. yüzyılın ikinci yarısında soylu vahşiliği (iptidai, vahşi, savaşkan ama erkekçe) eğitimli 'woglara' (efemine, kültürel olarak Batı ile Doğu'yu harmanlayan) tercih etme eğilimi gelişmişti. Kipling'in Kim isimli eserinde, ırkı itibariyle tiksindirici olarak tasvir ettiği ve İngiliz yetkililer tarafından etnograf olarak işe alınan 'baboo' lakaplı Hurree Chunder Mookerjee ismindeki karakteri, sömürgeci sınıfa hiçbir zaman ait olamayacağı gerekçesiyle sürekli olarak alay konusu olmuştu. Yaşadığı dönemde Hindistanlı milliyetçilerden Hindistan'a Bir Geçit isimli eseri büyük eleştiri almayan romancı E. M. Forster bile İmparatorluk fikrini savunmuştu. Romanın sonlarına doğru bir İngiliz ile bir Hindistanlının hiçbir zaman esaslı bir dostluk kuramayacakları fikri işlenmişti: "Neden arkadaş olmayalım ki, dedi, sıkıca sarılmışken. 'İkimizin de istediği bu değil mi?' Adan istememişti ki ayrıldılar. Yeryüzü istememişti ki kayalar geçidi tek sıra halinde geçilebilecek şekilde örtmüştü. Mabet, tank, hapishane, saray, kuşlar, akbabalar ve misafirhane göründü, yukarıya çıktıkça. Mau aşağıda kalmıştı artık. Hiçbiri istemedi. Yüzlerce defa, farklı şekillerde, 'Hayır, henüz değil,' dediler. Ve gökyüzü dedi ki, 'Hayır, burada değil."' Forster'ın Hindistanlı kahramanı orta sınıf sayılabilecek geleneksel bir Müslüman aileye mensup bir hekimdi. İngiliz kahraman Fielding'in sosyal ya da entelektüel olarak muadili değildi. Muhtemelen sömürgeciliğin olmadığı bir Hindistan'da bile aralarında bir dostluğun vücut bulması imkansızdı. Fakat, kitabında Hindistanlı milliyetçilere hiç yer ayırmayan ve sadece bir tane Hindu karaktere yer veren Forster, Surendra Nath Banerjea gibi memuriyete girebilmiş ya da Cevahirlal Nehru gibi eleştirileri Hindistan'daki İngiliz idaresini derinden sarsmış Hindistanlı figürleri hiç hesaba katmamış gibiydi. Forster'ın bakışı, Hindistan'ın mistik ve buğulu bir mekan gibi gören İngilizlerinki ile aynıydı.
149 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.