Gönderi

Oyalanarak hayatta kalmaya çalışıyorum bir yandan, tüm bu anlamsızlığın giderek derinleşen boşluğuna düşmemek için düşünmüyorum çünkü aslında biliyorum ki düşünmek demek o kuyuya sarkmak demek. Hızlı hızlı yürüyorum evin içinde, sabah kalkıyorum, yatakları topluyorum. Gece üşenip toplamadan yattığım salonu topluyorum. Etrafa dağılan oyuncakları, kirli çay bardaklarını, kahve bardaklarını, süt bardaklarını tek tek... Toplumu oluşturan en küçük yapı taşı olarak çitlediğimiz çekirdek kabuklarını çöpe alıyorum. Onları çitlerken izlediğimiz televizyonun tozunu alıyorum. Aldığım edebiyat takviminin bir yaprağını daha koparıyorum, ömrümden bir dal çıt diyor sanki, anlamsızlık yerini kesif bir harcanmışlık duygusuna bırakıyor. Fazlaca sarkmadan, hemen doğrulup, ayaklarımı yere iyice basa basa kirli sepetine gidip çamaşırları alıyorum, makineye tıkıştırıyorum kirliyi, beyazı orada hemencecik ayırıyorum. Yiğit’e kahvaltı hazırlıyorum. Yumurta önemli! Protein. Hücrelerdeki bütün biyolojik olayların yapı taşı… Peki benim yapı taşım? Çamaşırları asıyorum. Gömleğin biri asarken aşağı düşüyor, inip alıyorum. Yukarı çıkarken yan apartmandan bir kadın çığlık çığlığa ağlıyor. Kapının önünde kalabalık... Hiçbir şey duymamış gibi eve çıkıyorum, aynı anda insanlıktan da... Çamaşır asmaya devam ediyorum. Karşı camın önünde mermerin üzerine dizilmiş üç saksı görüyorum. Altında suyu sızmasın diye konmuş tabakları, içlerinde kurumuş toprakları var, içlerinde ne bir bitki ne bir çiçek, yan yana üç topraklı boş saksı... Niye duruyor o cam kenarında bilmiyorum. Birini görsem soracağım. Cam, perde kapalı… Çıldıracak gibi oluyorum. Camı kapatıp evi süpürmeye başlıyorum, koltukların altına düşen oyuncak arabaları çıkarıyorum, Yiğit seviniyor. Apartman kapısının önünden leş bir koku geliyor, kapıyı açıp bakıyorum, çöp suları akmış. Çıkıp merdiven basamaklarını tek tek siliyorum. Çöp suyunun lekeleri çıktıkça rahatlıyorum. Sanki her yer lavanta kokulu yüzey temizleyici koksa dünyada hiç kötülük kalmayacak gibi şeyler düşünüyorum. Didem Madak’ı hatırlıyorum. Yiğit'in içeride yalnız olduğunu bildiğim için hızlı hızlı duş alıyorum. Kendimi yatağın üstüne atıyorum ama düşünmemek için tekrar ayağa kalkıp giyiniyorum hızlı hızlı. Sonra aklıma yazılarımı gönderdiğim editörün sözleri geliyor, “Atlı kovalıyor gibi yazıyorsun Nur, hiç yavaşlamıyorsun, derinleşmiyorsun, yazdıkların soluk almaya izin vermiyor. Sen yavaşlamayı bilmiyorsun.” Bunu düşünüp kendimi tekrar yatağa atıyorum, ayaklarımı duvara yaslayıp yavaşla diyorum İçimden, yavaşla... Gözlerimi kapatınca gök gürlüyor, ardından pıtır pıtır bir yağmur sesi giderek hızlanıyor. Ne güzel diyorum yağmur... Aklıma çamaşırlar geliyor! Yataktan sıçrayıp teldeki çamaşırları toplamaya gidiyorum yine hızlı hızlı... Sonra kılçıklı çıkan fasulyeyi, çamaşır asarken komşunun bahçesine düşen mandalı, kırışığı bir türlü açılmak bilmeyen keten gömlekleri ve Yiğit'in kaybolan çorabının tekini düşünüyorum. Sonra çorabın nereye düştüğünü görüp çamaşır makinesini tek başıma itip arkasından çıkarıyorum. Buna seviniyorum, o topraklı ama bitkisiz, yan yana kaderlerine terk edilmiş saksıların intikamını gidip evin sahiplerinden almış gibi, çiçeklendiklerini görmüş gibi, aptal gibi, buna seviniyorum! Değil bana tahsis edilmiş bir matbaam, bir odam, bir yazı masam bile yokken, şunları yazdığım mutfak masasının üzerindeki çay tabağı lekesine bakıp, buna yutkunuyorum! Rahat bırak beni Virginia, rahat bırak gözüm!
Ev Anası
Ev Anası
··
3 plus 1
·
242 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.