Gönderi

Nietzsche, 19.yy’da bilimin gelişme şafağında şöyle bir ifade kullanmıştı: “Tanrı öldü, onu biz öldürdük.” Yukarıdaki ifade her ne kadar şaşalı bir ilan olsa da bugünden baktığımızda Tanrı’nın ölmediğine yönelik elimizde çokça neden bulunmakta. Tanrının ölümü bir yana ölümü ilan edilen geleneksel bir Tanrı idi. Modern Tanrıların yaratılması, geleneksel süreci sonlandırmadan onu içererek başka temsil biçimiyle ortaya çıkmıştır. Tanrı ölmedi, geleneksel Tanrı anlayışının yerini vahşi kapitalizmin simgesi olan para aldı. (G.Agamben simgesel geçişi doğru gözlemlemişti)Bugünkü Tanrı bir ikame arayışında olan sermayeyi temsil etmekte. Feodal süprüntüleri tarihin çöplüğüne atmaya hevesli burjuvazi ve onun özünde simgeselleşen arayış içerisindeki sermaye, iskan bulmak için Tanrı’yı bilimin eliyle öldürmesi gerekiyordu. Bunun politik manası feodal düzenin yıkılışı olmakla beraber, o güne değin yerleşik olan Tanrı inancının geleneksel modelini de cehennemin öbür ucuna göndermesidir. İkame etme arayışı, iskana zorlanan yeni Tanrı’nın mesuliyetini ve günahını sırtlamak zorundaydı. Dolayısıyla Tanrı’nın öldüğünü ilan etmek için henüz çok erken. Cezalandırıcı Tanrı’nın temsiliyetini sırtlanan sermaye tarafından cezalandırılıyoruz? İşsizlik, düşük ücret ve sefalet bunun kanıtıdır. O halde diyebiliriz ki Tanrı temsili biçimini sermayede bularak sermayeye dönüştü. Geçişkenliğin dinamiklerini burada sıralamak fazlasıyla zaman alır. Yeni Tanrılar yaratma konusunda fazlasıyla deneyimli olan insanlık, onun boşluğunu o daha ölmeden doldurmayı başardı. Bugün bile üzerinde durulan laiklik veya din çatışmasının temelini oluşturan nokta, oluşan boşluğun yerini sermayenin kültürel düzeninde cisimleşmiştir. Halbuki yeni Tanrı olan sermaye, kültürel dizgesini oluştururken eski geleneksel kalıpları da yıkar. Dolayısıyla ona karşı savaşmanın yolu, ya tümden Tanrı’nın maddi düzenini inanç boyutuyla ortadan kaldırmak ve -ona alternatif düzen oluşturmak- ya da eski temsil ile yeni temsil arasında bir çatışmanın süregitmesine hizmet etmektir. Bu da başka bir alternatife sahip olmadan yeni Tanrı’ya taze kan taşımaktır. İnsanlık Tanrılardan vazgeçmiş değil, istersek bunun adına bilim diyelim. Bilime olan inancın öz olarak Tanrı inancından farklılık taşımasına karşın, insanlardaki bilim anlayışı kendisini inanç boyutundan kurtaramadı( Bilimin bilgiye ve teknik bilgiye dayanması ayrı bir tartışma boyutudur) Başka gezegenlerin keşfinin özünde yatan temel nedenlerden biri de, salt evrenin düzen oluşumuna dayanak bulacak noktayı bulmak değil, Tanrı’ya dayanak olabilecek taht arayışıdır. Özünde değişmeyen arayışın inançsal boyutu, isterse bilimin kılığını kendisine dayanak noktası olarak alsın, değişen bir şey olmayacaktır. Sonuç olarak herhangi bir ideoloji veya felsefi dizgenin içersinde bile dinin kurnaz yüzünü bulmamız tesadüfe bağlanamaz. Tarihin ilerleme noktası dediğimiz sistemsel tek biçimli düzey bile gücünü Hristiyanlığın babası olarak nitelenen Aziz Agustinus’tan alır. İsa’nın doğumundan Eskaton’a doğru yola çıkan tek boyutlu ilerleme düzeni, felsefi ifadesini Hegel’in Geist’ında buldu. Mutlak inanç yerine Mutlak bilgiyi koyduğumuzda değişen yalnızca ifadelerin maskelenmesidir. Ancak şunu Deleuze’den beri iyi biliyoruz ki her kavram salt tek yönlü bir anlamı imlemez; onun başka türlü boyutları olmakla beraber, kendisini icat etmemizi mümkün kılan bir yöne de sahip.
··
206 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.