Gönderi

TARBEK-İ HORASANİ
Acem diyarının zenginlerinden bir tacir, Arap ülkesine gelir. Kıyafet değiştirip Kahire şehrinin bir köşesinde ikamet etmeye başlar. Oturup bir gecede bin dinar keser, balık kursağıyla haplar yapıp içine de bu altınları yerleştirip güneşte kurutur. Bir torbayla pazara götürüp: - Tarbek-i Horasanî getirdim, kim alır? diye bağırmaya başlar. Aktarlar çarşısını gezip sesini duyurmaya çalışır. Soranlara kalbi rahatlatan, bedeni kuvvetlendiren, can bağışlayıcı ve faydalı bir ilaç bulduğunu söyler. Sonunda bir aktar: - Getir bakalım! Nedir görelim, diyerek müşteri çıkar. Sonra da bildiği bir şey olmadığını, yine de sekiz akçe verebileceğini söyler. Tacir de sekiz akçeye satar. Aradan biraz zaman geçer. Aynı tacir, bu sefer kendi mesleğine uygun kıyafetlerle bir köşeden çıkagelir. Bir hayli para harcayıp kılık kıyafetini düzeltir. Onun fütursuzca para harcadığını görenler: Toprağı altına çevirme ilmi olan kimyayı biliyormuş, diye aralarında konuşmaya başlarlar. Herkes bu adamla tanışmak, onu evlerine davet etmek ister. Ancak tüccar hiç oralı olmaz. Arap melikleri ne kadar çağırırsa çağırsın itibar etmez. Bunu görenler durumu Mısır sultanına bildirirler. Sultan onu huzuruna çağırır. Kendisine ikramda bulunur. Laf lafı açar, konu kimyaya gelir. Sultan: - Bize de kimya ilmini öğretir misin? diye teklifte bulunur. Bunu yaparsa memleket hazinesinin emrinde olduğunu söylemeyi de ihmal etmez. Tacir der ki: - Ey padişah! Senin hazine ve definelerine ihtiyacım yok. Ne zaman dilesem dünyanın malını toplayabilirim. Yine de "Allah'a, Resulüne ve sizden olanın emrine itaat edin!" düsturunca siz sultanımdan ricam bu sırrı başkalarına söylememenizdir. Ayrıca elde ettiğiniz bütün parayı Allah yolunda cihada harcamanızı da temenni ederim, böylece onun sevabından ben de faydalanabileyim. Sultan, tacirin teklifini kabul eder. Kendisine güvendiğini, gerekli hazırlıkların başlaması için emir verdiğini söyler. Kimya elde etmek için ne gerekiyorsa söylemesini ister. Tacir de eline hokka ve kalem alıp "falanca filanca" diye yazmaya başlar. Malzemeler arasına bir de Tarbek-i Horasanî ekler. Malzeme listesini birkaç vazifelinin eline tutuşturur. Bir an önce o malzemelerin alınmasını isteyip onları aktarlar çarşısına gönderir. Görevliler çarşıyı gezip bütün malzemeleri bulurlar, bir tek Tarbek-i Horasanî yoktur. Kime sordularsa "bilmiyoruz" cevabını alırlar. Sonunda bulmaktan ümidi kesip sultana gelirler. Buldukları malzemeleri sunarlar. Tarbek-i Horasanî'yi bulamadıklarını, böyle bir şeyin ne görüldüğünü ne de duyulduğunu söylerler. Bunun üzerine orada bulunan tacir söze girer ve der ki: Tarbek bu malzemeler içinde en önemlisidir. Onsuz hiçbir şey yapamayız. Tarbeksiz kimya, ruhsuz beden gibidir. Belki de siz bulamadınız, burası Mısır, buraya "ümmü'd-dünya" derler, burada başka bir isimle biliniyor olmasın? Sultan, tacirin bu sözlerine hak verir. Bizzat adamlarıyla onun da gitmesini, kendisinin araştırmasını rica eder. Tacir daha evvel balık kursağından elde edilmiş hapları Tarbek diye sattığı dükkânı bulur. Aktarın sattığı ürünleri bir bir ortaya getirmesini ister. Aktar en sonunda kıyıda köşede kalmış bir kutu getirir. Kutunun üstünde Tarbek-i Horasanî yazmaktadır. Adamlar bunu görünce: Hamdolsun! Sultanımızın isteği yerine geldi, diye çok sevindiler. Hepsini alıp aktara dilediği kadar para verirler. Tacir o gece sultanın gözü önünde oturup bir vazifeliye, "Şunu şöyle yap, bunu böyle yap!" diyerek kimya yoluyla altın elde ediyorum diye sabaha dek bin altını eritir. Bu durumu gören sultanın sevinç ve şaşkınlıktan kalbi yerinden fırlayacak gibi olur. Tacire büyük ikramlarda bulunur. Sonra ondan Tarbek hakkında bilgi almaya çalışır. "Bu nasıl bir şeydir, nerde yetişir, daha fazlası nerede bulunur." gibi sorular sorar. Tacir der ki: - Ey padişah! Bu Tarbek, Makandor Dağı'nda ve Horasan Çölü'nde yetişir. Bu, çukurlar içinde ve toprağın altında yetişen bir madendir. Onu ancak bu işi iyi bilen, kimya ilminden anlayan bir kimse bulabilir. Çünkü herkes onu kolay kolay bulamaz, bulsa da Tarbek olduğunu anlayamaz. Eğer sultanımızın hizmetinde olmasaydım ben gider tam zamanına yetişir ve ondan epey toplar, sonra da sultanımıza istemediği kadar altın yapardım. Lakin sultanımızın hükmü her yerde geçer, adamlarının sayısına diyecek yoktur. Buradan birkaç kişiyi vazifelendirirse onlar da o diyara gider, Tarbek toplayıp getirirler. İşini ihtimallere bırakmak istemeyen sultan: - Bu işi tam manasıyla yapabilecek olan tek sen varsın! İşi bilmeyen adam onu nasıl bulsun? der. Tacir önce nazlanır, sonra da çaresizmiş gibi kabul eder: Sultanım! Sizin hatırınız için kabul ediyorum, deyip yola çıkmak üzere hazırlığa başlar. Böylece sultanın emriyle Horasan'dan Tarbek getirmek için büyük bir kervan düzülür. İki yüz ateş gözlü ve hızlı deve hazırlanır. Üzerlerine envayi çeşit kumaşlar, değerli taşlar ve çeşitli ziynet eşyaları yüklenir. Onlarca köle ve cariye hizmete verilir. Kafile Horasan'a doğru yola çıkar. O dönemde Mısır'da zarif bir adam yaşardı. Bu gibi durumlarda tuttuğu bir defter vardı, kim böyle soyulsa onu o deftere yazardı. Sultanın durumunu öğrenince defterin en başına onu "eblehler" başı" olarak yazdı. Bu haber sultanın kulağına gitti. Hemen bir adam gönderip o zarif kimseyi yanına çağırttı. Defter hikâyesinin doğru olup olmadığını sordu. Adam dedi ki: Sultanımızı nasıl eblehler başı olarak yazmayayım? Acem diyarından bir şahıs geliyor, bin dinar altına yüz bin dinar altın alıp gidiyor. Bundan daha büyük bir eblehlik olabilir mi? Bu sözü duyan sultanın aklı başına geldi. Yine de bir umutla: Peki, senin dediğin gibi olmayıp da Horasan'dan Tarbekle dönerse ve on binlerce altın elde edersem o zaman ne yapacaksın? diye sordu. Adam şu cevabı verdi: - Eğer sultanımızın buyurduğu gibi olur da o İranlı geri gelirse, derhal sultanımın ismini defterin başından siler ve o İranlı tacirin ismini yazarım. Zira bunca mal mülkü elde etmiş olmasına rağmen hâlâ geri dönüyorsa yeryüzünde ondan daha eblehi bulunmaz.
·
55 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.