Gönderi

·
Not rated
Kitap, beş bölümden oluşmaktadır. İlk olarak sunuş yazısıyla başlar. “Okumak İnsana Ne Kazandırır?” başlığı altında okumakla ilgili birçok soru sorulur. Okumak aslında bir araya getirme ve toplama ameliyesidir. Boş zamanları okuma ile değerlendirmek sizce nasıl bir olgudur? Sizce okuma bir boş zaman etkinliği midir? Bu sorunun cevabı kesinlikle hayırdır. Çünkü “okumak” bir boş zaman meşgalesi değildir. Bu bölümde aynı zamanda insan yetiştirmenin öneminden de bahsedilir. Hatta şu çarpıcı ifade de geçer: “İnsan olmak ve insan olarak kalmak giderek zorlaşıyor.” Bu bölümde dikkatimi çeken bir ifade de şu oldu: “En iyi öğretmen iyi bir kitaptır.” Gerçekten bu söze katılmamak elde değil. Kitabın ne kadar değerli olduğunu gözler önüne seren bir cümledir. Bu bölümün sonunda ise çeviriden söz edilir. Çevirinin zahmetli bir uğraş olduğu ve iyi bir çeviri için gerekli olan meziyetlerden bahsedilir. İkinci bölüm, “İnsan Mutluluğunun İki Temel Düşmanı: Istırap ve Can Sıkıntısı” konuludur. Bu bölüm beni Schopenhauer’in “Mutlu Olma Sanatı” eserine götürdü. O kitabında da 45 hayat kuralından söz eder. Bu bölümde dikkatimi çeken ifade şu oldu: “Sıradan insanlar sadece zamanlarını nasıl harcayacaklarını düşünürler; herhangi bir yeteneğe sahip insan zamanını nasıl kullanacağıyla meşgul olur.” O yüzden zamanı iyi planlamak gerekir. En mutlu insanın tabiatın zihinsel zenginlikle donattığı insandır. Bu bölümde mutluluğun kendi kendine yeter olmaktan geçtiği sürekli vurgulanır. Hatta bunu destekleyen bir ifade vardır: “En mutlu insan, kendisine yeterli olan ve varlığını sürdürmek için dışarıdan çok az veya hiçbir şeye ihtiyaç duymayan insandır.” Yine bu sözden sonra aklıma Anton Çehov’un Altıncı Koğuş eserinde geçen bir pasaj geldi: “ - İnsanın huzuru ve memnuniyeti dışarıda değil, içindedir. - Nasıl yani? - Sıradan bir insan iyiyi ya da kötüyü dışarıdan, yani bir atlı arabadan ya da bir çalışma odasından bekler. Düşünen bir insan ise kendinde bulur.” Can sıkıntısının en büyük kurbanlarının yüksek sınıflar, varlıklı insanlar olduğu söylenir. Bu can sıkıntısı onları kâğıt oyunlarına, danslara, tiyatrolara, partilere, bahislere, kumarlara, atlara, kadınlara ve içkilere sevk eder. Bu bölümde katılmadığım bir ifade var: “Okumaksızın geçen boş zaman bir tür ölüm, insanın canlı canlı gömülmesidir.” Seneca’nın bu sözü eksiktir çünkü okumak bir boş zaman etkinliği değildir. Buna karşın bir başka cümlede de şöyle geçer: “Çok bilgelikte çok keder var ve bilgisini artıran kederini artırır (Ekklesiastikos).” Bu da bir bakıma cehalet mutluluk getirir sözüyle eş değerdir. Üçüncü bölüm, “Okumak ve Kitaplar Üzerine” dir. Bu bölümde kitapların ne amaçla yazıldığını ve okurların durumunu ele alır. Salt okumak önemli bir şey değildir, okuduktan sonra onu sindirmek için düşünmek gerekir. Para için kitap yazanlar bu bölümde büyük eleştiri konusu olmuştur. Hatta ahmaklar için yazanların her zaman karşılarında geniş bir dinleyici kitlesi bulduğundan söz edilir. Bu bölümde biz okurlara da bir eleştiri vardır. Popülerin peşinden gitmenin en iyisini okumanın yerine tercih edildiğinden bahsedilir. O günkü dar alana sıkışıp kalmak kadar kötü bir şey yoktur. O dar alandan çıkıp iyiyi hedeflemeliyiz. Çünkü iyi olanı okumak için kötü olanı hiçbir zaman okumamayı insan kendine düstur edinmelidir. Bugüne kadar ulaşmış klasikleri okumak zihni eğlendirir çünkü binlerce yıldır çağdan çağa hiç kaybolmadan günümüze kadar ulaşmıştır. Bazen kitaplar, en büyük kafanın sohbetinden bile çok daha büyük bir değere sahiptir. Dördüncü bölüm, “Yazarlık ve Üslûp Üzerine” dir. Yine bu bölümde de para için yazanlara karşı bir eleştiri söz konusudur. Konu için ve para için yazan diye ayrılmıştır. Para için yazanların sonu dilin yıkımıdır. Ayrıca bir sınıflandırma da şu şekildedir: “Düşünmeksizin yazan, yazarken düşünenler ve yazmaya başlamadan düşünenler.” Bizim bunlar arasında olmamız gereken yer sonuncusudur. Çünkü yazma bir plan olmadan gerçekleşmez. Çürük bir temeli olan binanın devamı sağlıklı olmaz. Yazma da böyledir. Mimar gibi yazmak gerekir. Bölümün devamında yeni ve eski yazarların karşılaştırılması yapılır. Yeni yazarların bazı ifadeleri atladıkları görülür bu yüzden eski kitaplara bakmak gerekir. Yeni olan nadiren iyidir, çünkü iyi bir şey ancak kısa bir zaman için yenidir. Yazıda başlık da içeriği yansıtmada önemli bir yer tutar. Yazar kitabını oluştururken düşüncelerinden beslenir. Yazarın en büyük özelliğinden biri sayılan husus şudur: “Yazar malzemeye yahut muhtevaya ne kadar az bağımlı ise okunmaya değerdir.” Biçimden ziyade muhtevayla ilgilenmek yanlış bir tutumdur. Yanlış bir fikrin hayranlık uyandırması sakıncalı bir durumdur. Bu bölümde ayrıca edebiyat dergilerinin durumundan da bahsedilir. İmzasız eleştirilerin edebî sahtekârlığın sığınağı olduğundan söz edilir. Yazdığına isim koymak ve onun arkasında durmak her dürüst insanın düsturudur. Burada imzasız eleştirmenlere büyük yergi söz konusudur. Aşağılık, hilekârlık, dolandırıcılık, Bay isimsiz, Bay aşağılık gibi ifadelerle itham edilir. Hatta imzasız bir eleştiri isimsiz bir mektup kadar müessirdir. Bu bölümün ikinci kısmında üslûptan söz edilir. Üslûbun zihnin fizyonomisi olduğu söylenir. Üslûp, bir kimsenin bütün fikirlerinin, ne kadar çeşitli olursa olsun yoğrulup şekillendiği hamurdur. Özetle üslûp bizim kimliğimizdir. İyi bir üslûp için birinci kural, yazarın söyleyecek bir şeyinin olmasıdır. Sırf yazmak için yazmamalıdır. Okurlar olarak bu yazarlardan uzak durmalıyız. Çünkü günübirlik yazıp çizenler, basmakalıp ifadeler kullanarak düşünmeden yazarlar. Düşünme kabiliyetine sahip bir insan her zaman kendisine açık, anlaşılabilir ve kapalılıktan uzak sözcüklerle ifade edebilir. Düşünme çok önemli bir yetidir. Düşünmenin önemini anlatan birçok çalışma mevcuttur. Benim aklıma George Orwell’in 1984 eserindeki sözü geldi: “Düşünün. Çünkü henüz yasaklanmadı.” Bir yazar okuyucu kitlesini çok iyi tanımalıdır. Okurunun zamanını , yoğunlaşma gücü ve sabrı konusunda hasis davranmalıdır. Aşırılıktan kaçınmalı, basitlik ve nahifliğe yönelmelidir. Tabii söylediklerimizin açık- seçikliği ve tamlığı pahasına kısalık ve özlük için en küçük bir fedakârlıkta bulunmamalıyız. Yazar Alman olduğu için örneklerini çoğunlukla Alman edebiyatından vermiştir. Alman edebiyatındaki öznelliği doğru bulmaz, üslûbun nesnel olması gerektiğini belirtir. Ben buna katılmıyorum açıkçası. Üslûp bizim kimliğimizdir demiştik. Her insanın kişiliği farklıdır, bu yüzden özneldir. Almanlar okura âdeta okurken bilmece çözdürür, bu yüzden okuması sabır gerektirir. Girift ve uzun cümlelerle hafıza yorarlar. Okurun anlama gücü burada devreye girer. Son bölüm ise “Düşünmek Üzerine”dir. Bilgi sahibi olmak önemlidir fakat onu nasıl kullanacağını bilmek daha da önemlidir. Çünkü insan ancak üzerine düşündüğü şeyi bilir. Çağımızda yazanlar çok fakat düşünenler azdır. Bu bölümde dikkatimi çeken ifade şu oldu: “İnsan ancak kendi düşüncelerinin kaynağı kuruduğu zaman okumalıdır.” Ben bu ifadeye katılmıyorum çünkü insanın okudukça dünyası genişler, düşünceleri zenginleşir. Bir düşüncenin çıkagelişi sevdiğimiz birisinin teşrifi gibidir. Acaba dünya gerçekten düşünen insanlarla dolu olsaydı ne olurdu? Bu kitapta Schopenhauer'in de belirttiği ve benim de en çok şaşırdığım konulardan biri "halka kötü bir kitabı tavsiye edecek kadar paragöz olma" durumu. Schopenhauer'in 19. yy'da bu kitabında anlatıp da günümüzde geçerli olan pek çok şey var. Mesela mutluluğu içimizde veya kendimizde aramak yerine dışarıda arıyoruz. Mesela varoluşsal boşluklarımızı kapatmak için geçici bir tatmin sağlayan şeylere kapılıyoruz. Mesela son dönemlerde popüler olan kitapları hiç sorgulamadan tüketiyoruz. Zaman değişse de birey olarak sorunlarımız hiç değişmiyor. Bu kitapta en çok sevdiğim şeylerden biri de Schopenhauer'in kitapsever okurlara hitaben kişiliğimizi ve dünyayı algılayışımızı çok geliştirecek şeylerden bahsetmesi oldu. Kendi düşüncelerimizi oluşturmamıza yaptığı vurguyu çok sevdim. Okuduğumuz kitapları fiziksel raflarına koymayı değil de, aklımızdaki zihinsel raflara koymamızı önermesi de yine beni etkileyen yönlerden biriydi. Filozofun 75. sayfada “Gerçek bilgi, sahibini hiçbir zaman kibirlendirmez.” şeklinde bir cümle kurduğunu gördüm. Gerçekten çok değerli bir cümle olsa da bu kitabın kapsamında bizzat kendisinin bu cümleye göre hareket etmediğini düşünüyorum. Çünkü edebiyat ve kitaplar dünyası hakkında yaptığı bazı tespitleri, dünyadaki herkes tarafından doğru kabul edilmiş gibi okura yansıtmaya çalışıyor. Mesela en büyük hatalarından biri, yazım üslubunun nesnel olması gerektiğini söylemesi bence. Oysaki kendisi böyle bir görüşü dile getirerek bile öznel bir çıkarım yapıyor. Özellikle de kurmaca ve hayal gücünün ön planda olduğu bir tür olan edebiyatta nesnel bir üslubun evrensel doğruluğundan nasıl bahsedebiliriz ki? Eserde, çoğu zaman aklımıza gelen bu ve benzeri birçok soruya cevap veriyor. Okurken zihnimizin aslında başka birisinin düşüncelerinin oyun alanı olduğunu ifade eden Schopenhauer, arada hiç nefes almadan ve okuduklarımız üzerinde hiç düşünmeden yapılan bir okumanın yavaş yavaş düşünme yeteneğimizi öldürdüğünü dile getiriyor ve ekliyor: “Nasıl sürekli yiyerek bir kimse midesini bozar ve böylelikle bütün bedenine zarar verirse, zihin de düşünce malzemesiyle lüzumundan fazla beslenerek boğulabilir. Çünkü bir kimse ne kadar fazla okursa, okuduklarından kalan izler de kaçınılmaz olarak o kadar az olacaktır” (s.62). O nedenle Schopenhauer, bir okumanın sağlıklı ve verimli bir okuma olabilmesi için üzerinde uzun uzun düşünülmesi ve müzakere edilerek kafa yorulması gerektiğini ifade ediyor. Bunun nedenini ise şöyle anlatıyor: “Zihin, üzerine tekrar tekrar yazı yazılan bir tablete benzer. Derin derin düşünmeye zaman yoktur ve okunan şeyler ancak derin düşünmeyle hazmedilebilir, nasıl ki aldığımız gıdalar bizi yemekle değil de sindirimle beslerse. Eğer bir kimse daha sonra üzerinde durup düşünmeksizin sürekli okursa okudukları kök salmaz, büyük bölümü itibariyle kaybolur” (s.62). Okumak söz konusu olduğunda kendini frenlemenin çok önemli olduğunu söyleyen Schopenhauer, sırf popüler diye salgın halinde okunan ve bize hiçbir şey kazandırmayacak kitaplardan özenle kaçınmamız gerektiğini belirtiyor. Bunun nedenini ise “İyi olanı okumak için kötü olanı hiçbir zaman okumamayı insan kendisine düstur edinmeli: Çünkü hayat kısa ve hem zaman hem de dinçlik insan için sınırlı” (s.66) diye açıklıyor. Bu kısa ömrümüzde kimleri okumamız gerektiği konusunda da “Ayırdığınız zamanı da münhasıran bütün zamanların ve ülkelerin büyük kafalarının eserlerine tahsis edin…” şeklinde tavsiyede bulunuyor. Bu perspektiften Schopenhauer, iyi bir kitabın ve yazarın nasıl tanınabileceğiyle ilgili ipucunu ise; “Bir yazar malzemesini doğrudan kendi kafasından, bir başka ifadeyle kendi müşahedelerinden çıkarmadıkça okunmaya değer değildir” (s.80) sözleriyle veriyor. Tüm bunlarla birlikte insan mutluluğunu tehdit eden “can sıkıntısı ve ıstırap” gibi iki temel düşmana karşı nasıl mücadele edilebileceğinin yol ve yöntemlerini ise bazen kendisi doğrudan, bazen de okurun keşfetmesi yönünde ipuçları vererek anlatıyor. Doğrusu çocukluğumdan itibaren kitaplarla içli dışlı biri olarak kitap okuma, yazma ve yaşamanın felsefesi konusunda bugüne kadar derinlemesine çok fazla herhangi bir kitap okumamıştım. Schopenhauer’ın bu kitabının okuma, yazma ve yaşamaya farklı bir açıdan bakmak noktasında önemli bir farkındalık kazandırdığını söyleyebilirim. Zira Alman bir filozof olarak düşünceleriyle felsefeden edebiyata, sosyolojiye ve psikolojiye kadar birçok alanı etkileyen Schopenhauer, bazen eleştirel, bazen mizahi ve ironik görüşleriyle bu konularda okura farklı bir pencere açıyor. O güne kadar birçok kitap okumanıza rağmen düşünmediğiniz birçok konuyu aklınıza düşürüyor. Elbette kitabın eleştirilmesi gereken bazı yönleri de var. Birincisi, 141 sayfalık bir kitap için yazılan sunuş yazısı çok uzun. İkincisi de Schopenhauer gibi bir ismin okuma, yazma ve yaşama üzerine kaleme aldığı bir kitabın daha geniş ve daha sistematik olmasını isterdim. Buna rağmen her okurun bu konularla ilgili beyin cimnastiği yapma, okuma yöntemi ve disiplinini gözden geçirmesi; yazar olma düşüncesi var ise nelere dikkat etmesi gerektiği noktasında “büyük değere sahiptir” (s.69) Schopenhauer, sürekli okumanın insanın esnek düşünme yeteneğini körelttiğini, okurun kendi düşüncelerini yazarın kontrolüne teslim ettiğini, yazar aklıyla düşünmenin başkalarının yemek artığını yemeye benzediğini kitabın farklı bölümlerinde ifade etmekte. Düşünme ve sorgulama sürecinde kişinin özgün düşünceye ulaşması adına, kendinden mutlaka önemli şeyler katması gerektiği noktasında yazar haklı olabilir ancak herkes başkalarının tecrübe, bilgi ve birikimine başvurmadan doğruyu bulabilseydi ne bilgi aktarımına, ne bilime, ne de kitaplara ihtiyaç duyulurdu diye düşünüyorum. İlgili okumaların yoğun biçimde yapılmaması durumunda, bilimsel gelişmenin iki önemli bileşeni olarak gördüğüm "merak" giderilemez; "eleştirel düşünce" ise oluşamazdı. Örneğin, benim açımdan okumanın; sadece vakit geçirmek veya günlük yaşamın stresinden kaçış maksatlı olmak yerine; amaca (bilgi edinme, rahatlama, güzel vakit geçirme, vb.) hizmet eden, düşünsel ve ruhsal zenginliğe katkı sağlayan bir eylem olması esas. Dolayısıyla vaktim elverdiği sürece okuma yapmamın yukarıda ifade edilen edilen olumsuz etkilere maruz kalmama neden olacağı fikrini kendi açımdan geçersiz buluyorum. Bu arada yazarın ortaya koyduğu bu değerlendirmeye itiraz etmemin; okumanın gerçek anlamını hala tam anlamıyla bilmiyor olmamdan kaynaklanabileceği ihtimalini de kesinlikle dışlamıyorum. Buna ilaveten, yazarın "Bir insan, salt okumak uğruna gerçek dünya ile bağını kopartmamalıdır" şeklinde ifade ettiği düşünceye katılıyor; okuma içeriğinin, motivasyonunun ve tercihinin belirleyici olduğunu, bu faktörler çerçevesinde konunun değerlendirilmesinin daha yerinde olacağını değerlendiriyorum. Kitabın bütününde yazar, ideal olan ile mevcut durumu benzetmeler yaparak karşılaştırmış, bu da yazının hem daha kolay anlaşılır hem de keyifle okunur olmasını sağlamış. Düşünmeden okumanın bir değeri olmadığını çeşitli benzetmelerle anlatır. Okurken bir başka kimse bizim için düşünür: Biz sadece onun zihin sürecini takip etmekle yetiniriz. Nasıl ki yazmayı öğrenirken talebe öğretmen tarafından kalemle çizilmiş çizgileri takip eder, okurken de tıpkı bunun gibidir; düşünme işinin büyük bölümü zaten bizim için bitirilmiştir. Bunun içindir ki kendi düşüncelerimizle meşgul olduktan sonra elimize bir kitap almak her zaman bizi bir parça rahatlatır. Fakat okurken zihnimiz aslında başka birisinin düşüncelerinin oyun alanından başka bir şey değildir ve sonunda onlar bizden ayrılır, geriye kalan nedir? (s. 60) Bütün gün okuyan kimse, yavaş yavaş kendi kendine düşünme yeteneğini kaybeder, tıpkı at üstünden inmeyen bir adamın sonunda yürümeyi unutması gibi. (s. 61) Birçok eğitimli insanın durumu bundan pek farklı değildir: Okumak onları ahmaklaştırır. Çünkü her boş vakitte okumak ve sürekli olarak sadece okumak zihni, mütemadiyen elle çalışmaktan daha fazla felç edici bir etkiye sahiptir, zira bu ikinci durumda uğraş kişiye kendi düşüncelerini takip edebilme imkânı sunar. Nasıl ki yabancı bir cismin ağırlığı üzerinden hiç eksik olmayan bir çelik yay sonunda esnekliğini kaybeder; başka bir kimsenin düşünceleri sürekli olarak üzerinde bir baskı yahut tazyik unsuru olarak varlığını koruyan bir zihin de körelir, keskinliğini kaybeder. Sürekli yiyerek bir kimse midesini bozar ve böylelikle bütün bedenine zarar verirse, zihin de düşünce malzemesiyle lüzumundan fazla beslenerek boğulabilir. Çünkü bir kimse ne kadar fazla okursa, okuduklarından kalan izler de kaçınılmaz olarak o kadar az olacaktır. Zihin üzerine tekrar tekrar yazı yazılan bir tablete benzer. Derin derin düşünmeye zaman yoktur ve okunan şeyler ancak derin düşünmeyle hazmedilebilir; nasıl ki aldığımız gıdalar bizi yemekle değil sindirimle beslerse. Eğer bir kimse daha sonra üzerinde durup düşünmeksizin sürekli okursa okudukları kök salmaz, büyük bölümü kaybolur. Gerçekten de bedensel gıdalarımızla zihinsel gıdalarımız arasında durum hemen hemen aynıdır: İnsanın yediklerinin beşte biri ancak hazmedilir, geri kalan buharlaşmayla, terlemeyle ve benzeri şekilde kaybolup gider.
Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine
Okumak, Yazmak ve Yaşamak ÜzerineArthur Schopenhauer · Say Yayınları · 20133,687 okunma
·
170 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.