Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Karalama1
Son yıllarda çok kitap okuduğumdan olsa gerek, yazarlara özendiğim zamanlar oluyor. Bir şeyler anlatma, ahkam kesme, bir şeyleri tanımlama, o şey hakkında yargılarda bulunma ve o şey hakkında hüküm verme ihtiyacı mı desem bunun adına, bilemiyorum. O kadar anlatılmaya, tanımlanmaya, hakkında yargılarda bulunulup, hüküm verilmeye muhtaç konu varki, bu alanın genişliği hayatı o kadar belirsiz kılıyorki, bu yüzden çoğumuz yaşadığı hayatını, dünyayı anlamlandırma, anlama becerisinden yoksun olarak yaşıyor ve öylede ölüyor, gidiyor bu hayattan. Bu alandaki boşluğun yazarları motive ettiğini düşünmeden edemiyorum. Beni yazmaya sevk edende bu haliyle. Birbirimizden ne kadar farkımız olsada, hepimizi aynı amaç peşinde koşturan ortak eğilimlerimiz var. Her birimizin ölçüleri farklı olsada ideal bir yaşam hayali var. Kimimiz bu hayalini gerçekleştiriyorsada, bir çoğumuz bu hayali gerçekleştiremiyor. Böylelikle hayatımız, ya istediğimiz ya da istemediğimiz bir hayat olmuş oluyor. İnsan, diğer canlılardan çok farklı olduğu, mutluluğu diğer canlılar gibi sadece fizyolojik ihtiyaçlarına bağlı olmadığı için, mutlu olması, akılla, anlamayla ilişkili birçok faktöre bağlı bir varlık. İnsanın fizyolojik ihtiyaçları giderildikten sonra mutlu olması, ancak onu mutlu edecek şeye dair bilgisi, onu anlama becerisi ve onu elde etmek için stratejik davranma becerisiyle mümkün. İstenilen hayatla, istenmeyen hayat ayrımını bu becerilerin derecesi ya da varlığı veya yokluğu belirliyor. Anlama eksikliğimiz ve yetersizliklerimizle doğru orantılı olarak, giderek daha asgari şeyler için çabaladığımız bir hayat yaşıyor çoğumuz. Olanların çok azını anlayabildiğimiz için, bizim için belirsiz kalan alan öyle büyükki, bu belirsizlik tarafından sürükleniyor, adeta dahil olmadığımız, müdahili olamadığımız şeyler tarafından savrulup duruyoruz ordan oraya. Hayatı öyle dar bir alanda, öyle kısır bir algıyla yaşıyoruzki, istediğimiz ideal hayatın hayli uzağında kalıyoruz. Ulaşılamaz şeyler beliriyor hayatımızda, ulaşmayı ve ulaşmamayı bir noktadan sonra beceri ve çabaya değil anlamadığımız şeylere atfederek anlamlandırıyor, yaşadığımız hayal kırıklıklarına katlanmaya çalışıyoruz. Bütün bu anlamadığımız şeylere, bizi ordan oraya savuran şeylere karşı dayanmamızı sağlayan inançlara, anlayışlara ve kavramlara yaslanarak yaşamaya çalışıyoruz. Belirsizliğe ve bilgisizliğe karşı bizi koruyan, hayal kırıklıklarıyla baş etmemizi sağlayan kalkan görevini gördüğü için inançlara olan ihtiyacımız çok güçlü ve kullandığı argümanlarda çok çeşitli. Kader örneğin. Bilgisizliğimizin, belirsizliğin ve bunlardan kaynaklı edilgenliğimizin sebep olduğu bir zayıflığı kutsal bir şeyin iradesine dayandırarak ve bunada kader diyerek kendimizi avuttuğumuz, sorumluluğu üstümüzden atmamızı sağlayan, belirsizlik ve bilgisizlikte bir parça huzuru yaratan bir kavram olarak kullandığımız kader. Toplumsal olarak öyle kabul görmüş bir kavramki, belirsizliğin ve bilgisizliğin yol açacağı huzursuzluğu öylesine gidermişki, kişi belirsizlik ve bilgisizlik yüzünden başına ne gelirse gelsin bu kavrama yaslanarak kendini avutabiliyor, başına gelenleri kabullenip adeta mazoşist bir tavırla yaşamını sürdürebiliyor. Durumun, Tanrı'nın iradesiyle ve irademiz dışında, Tanrı'nın takdiriyle böyle olduğunun huzur veren etkisinin cazibesi çok güçlü olduğu için ve böyle durumları sık sık yaşadığımızdan sürekli güncelliğini koruyan, kültürel pekiştirmesi çok sık olarak yapılan bir kavram kader. Durumlara dair çözüm bulmak noktasından çok uzak oluşumuzdan kaynaklı yaşadığımız çaresizliği avutması bakımından bir yerden sonra bu kavramlara, anlayışa veya inanca ihtiyacımızda o şiddette artıyor, böylelikle sürecin kavramlara olan ihtiyacımızı körüklediği, kavramlarında bu süreci yarattığı, doğru algılanmayan hayatın yaşattığı zorlukları bir yerden sonra yine hayatı bulanıklaştırmaya devam ederek süreklilik kazandırdığımız, kutsallıkla ilişkilendirdiğimiz bir anlayışa sığınarak huzura kavuşmaya çabaladığımız bir döngünün parçası oluyoruz. Bu kavramların, anlayışların ve inançların her ne kadar huzur veren bir yanı olsada, kişinin hayal ettiği ideal hayata kavuşamamasının önünde engel oluşturması, hedeften uzaklaştıran, hedefe ulaşmayı imkansız hale getiren, öğrenmeye kapalı bir kişilikler oluşturması bakımından, bu anlayışın bize çok zarar veren bir yanı olduğunu düşünüyorum. Ama bunun böyle olduğunu fark etmiyor bir çoğumuz. Başımıza gelenlerin neden olduğunu, nasıl meydana geldiğini anlamamızı zorlaştırıp imkansız hale getiren, nedenlerle bağımızı koparan bu kavram, bu anlayış ve bu inanç nitelikli bir hayatın önündeki en büyük engel oluyor haliyle. Bu anlayış; bilgisizliğimizin yarattığı belirsizliğin yaratmış olduğu boşluk çok büyük olduğundan, o kadar yayılmış ve geniş alanlara ulaşmışki, bu boşluğun yarattığı huzursuzluğu kapatacak şekilde, gündelik hayatımızda kullandığımız dilde ve düşüncelerde işimize yarayacak şekilde pratik hale getirilmiş birçok kavram, bu kavramlarla uyumlu kavramsal uzantılar, söylem ve düşünce kalıplarınıda türetmemize sebep olmuş. O kadar çok kullanıyoruzki bu kavramları ve uzantılarını günlük hayatımızda, eminim çoğu kimse bu uzantılarla kavramlar arasındaki bağın bulunduğunu bile fark etmiyor. Dilimizde ve düşüncemizde bu kavramlara yaslanma halini gösteren birçok deyim ve sözcük mevcut. O kadar çok başvuruyoruz ve kullanıyoruzki bu deyim ve sözcükleri, başımıza gelen şeylerin nedenini anlamaya, çözüme dair bir şeyler yapma noktasında eylemsiz ve çabasız hale gelmemize, hayatımızın bulanıklaşmasına, neden-sonuç ilişkisi gözetilerek ulaşılabilecek istediğimiz ideal hayatın uzağında kalmamıza neden oluşunu bile fark etmiyoruz. Anlatmak istediğim şeylerle doğrudan ve dolaylı olarak ilgili olduğunu düşündüğüm, Irvin Yalom'un insanın yaklaşım tarzını ve gerçeklikle olan ilişkisine dair ciddi ipuçları veren tespitlerine değinmek istiyorum. Irvin Yalom, insanın doğduğu andan itibaren ölüm, özgürlük, anlam, yalnızlık olmak üzere dört temel konu hakkında kaygısı olduğunu ve bu kaygılarıda: Ölümü düşünmeyerek, özgürlüğümüzü başkalarına devrederek, anlamı sorgulamayarak ve yalnızlığımızıda kalabalıklara karışarak giderdiğimizi belirtiyor. Bundan hareketle ve bende insan olduğum, insan olmanın zorluklarını bildiğim ve insanlarla birlikte yaşadığım için, yaptığım gözlemlere dayanarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim, insan büyük problemlerle yüzleşmekte, o problemi çözmekte oldukça yetersiz bir varlık, büyük problemlerin çözümü, uzun vadeli bir bakış tarzı, büyük bir farkındalık ve kararlılıkla çözülebilen bir süreçle mümkün olduğundan bu yol tercih edilen bir yol olmuyor. Bunun yerine kısa vadede huzur veren, neden sonuç bağının doğru kurulamadığı, sorunu çözmekten çok sorunun yarattığı sorunlara katlanmamızı mümkün kılan, anda rahatlama sağlayacak kolay bir yöntemi tercih ediyoruz. Çözümün uzun ve zor bir süreçte sonuç vermesi yüzünden tercih edilmemesi ve kolay olana ve huzura anda kavuşmaya olan yatkınlığımız hayatımızdaki meselelerin çözümsüz kalmasına sebep oluyor, çoğu meselenin, çoğu durumun neden olduğu ve çözüme nasıl kavuşacağı bir belirsizliğin içinde görünemez, bilinemez şekilde kalıyor. Böylelikle, bir parça huzur adına çözüm noktasından uzaklaşmak, potansiyel mutluluğumuzdan feragat etmek ödediğimiz bedel olmuş oluyor. Öğrenmeye kapalı kişiliklere dönüşmemizde cabası. Kader var mıdır yok mudur, her şey önceden plananlanan bir şekilde mi gerçekleşiyor, bizler sadece olacak olanın olmasına yardım ederek rolümüzü mü oynuyoruz, tartışmaya açık ama gerçeğin ayan beyan ortada olduğu bir konu. Ben kadere verilen anlamla, gerçek anlamı arasında ciddi bir fark olduğunu düşünüyorum, hatta düşünmüyorum apaçık bir şekilde görüyorum. Kaderin, bir durumla veya bir konuyla ilgili üstümüze düşeni, elimizden geleni yaptıktan sonra, gücümüzün yetmediği, konuyla aramıza başka faktörlerin girip, duruma müdahil olan bütün faktörlerin etkisine maruz kalmamız sonucunda olanlar, olduğunu düşünüyorum. Bu tanımdan hareketle, üstümüze düşeni, elimizden geleni yaptıktan sonra sığınıp, avunabileceğimiz bir kavram kader. Biz üstümüze düşeni, elimizden geleni yapmıyoruz ama oluşan durumların kaçınılmaz olarak böyle olduğunu, olacağını söyleyerek, bunada kader diyerek kendimizi avutuyoruz. Bir şarkının sözleri vardı bu konu hakkında, kader diyemezsin sen kendin ettin. Şarkıya muhalefet eder gibi hala başımıza gelenlere kader diyoruz, çözüm noktasında hiçbir şey yapmamaya, cehaletin arkasında saklanmaya, bilgisizlik ve belirsizlikten huzur devşirmeye devam ediyoruz. Galiba bu duruma, insanın bir durumu kaçınılmaz kabul ettiğindeki duruma dayanma ve katlanma gücünün, duruma dair bir çözüm belirdiğinde o duruma dayanma gücünden fazla olması yol açıyor. Çözümü bulmaktaki yetersizliğimizle, cehaletimizle yüzleşmemek, bunu inkar etmek için durumun kaçınılmaz olduğu görüşünün huzur veren limanına çekiliyoruz. Böyle oluncada hiçbir şey yerine oturmuyor, çarpıtılmış bir ben ve çarpıtılmış bir dünya görüşü ortaya çıkıyor. Konuya böyle bir giriş yapmamın sebebi, daha öncede çok duyduğum ve benimde çokça kullandığım, bugünkü farkındalığım olmadığı için rahatsız olmadığım ama bu konu hakkında bir farkındalığım oluşmaya başladığı andan itibaren, artık duymaya tahammül edemediğim, beni çok rahatsız etmeye başlayan söylemlere dair bir şeyler söylemek, kullanım tarzınına itiraz etmek için uygun zemini yaratmaktı. Bu konu ve konularla ilgili arkadaşlar arasında çokça sohbetimize konu olan, bu yazıyı yazmama sebep olan bir konuya geçmeden önce, bu çok sık duyduğum ama artık duymaya tahammül edemediğim söylemlerden bazılarına değinmek ve birkaç şey söylemek istiyorum. Bir arkadaşım, işlerindeki kesatlığı bütün müşterileri dağıtacak şekilde davranmasına, müşterilerine gereken özeni göstermeyip onları küstürmesine bağlayıp sorunu kendinde arayacağına, iş yerini arada sırada ziyarete gelen biririnin iş yerinin bereketini kaçırdığına bağlayıp sorunu kendinden başka güçlerde arıyor. Ya da işlerin kötü sonuçlarıyla yüzleşmekten, kendi sorumluluğunun kötü sonuçla ilişkisinin verecek olduğu suçluluk duygusundan kaçmak için nasip değilmiş, bunun böyle olması alnımıza yazılmamış, hayırlısı olsun, gibi söylemlerle geçiştirilen durumlarla, ya da tanıdığımız birinin başına gelen iyi şeyleri aynı şekilde değerlendirmeyerek, sadece başına kötü şeyler geldiğinde, bu adam kesin ah almış, gibi söylemlerle karşılaşıyorum. Bir başka ve sık sık karşılaştığım konuda şans konusu. Örnek verecek olursam, bir arkadaşımın, kadınlarla yaşadığı, neredeyse birbirinin aynı olan problemlerini, hemen hemen bütün ilişkilerinde hep aynı sorun yüzünden yaşadığı sıkıntılarını, ben ne kadar şanssızım diyerek şansa bağladığı, kendi kusurları ve zaaflarıyla yüzleşmeden sorumluluktan kaçarak açıklaması. Bir başka örnekte, işini titizlilikle yürüten ve bu titizliliği sadece işinde değil tüm hayatınada yansıttığını bilecek kadar tanıdığımız birinin başarılarını onun çok şanslı oluşu faktörüyle açıklanması. Bütün bu açıklamalar işin gerçekliğinden bir hayli uzak açıklamalar. Olanı hep bir belirsizlikle, hep bir ilahi varlığın iradesine dayandırarak, duruma dair kendi sorumluluğundan sıyrılmasını gerekçelendiren açıklamalar bunlar. Bütün bu açıklamalar; evrenin, kainatın veya dünyanın gerçekliğinin saptırılması ve işleyiş mantığını, işleyişin yasalarını, gerçekçi olmayan, akla ve mantığa aykırı başka yasalara dayandırmaktan kaynaklanıyor. Böyle yaparak, cehaletimizle ve sorumluluk duygusunun yaşatacağı suçluluk duygusuyla yüzleşmiyor, huzurumuzu bozmamış oluyoruz. Bu ve buna benzer eğilimlerimiz, kendimizle yüzleşmemizi, dünyanın gerçekliğini anlamamızı önleyen bir şeye dönüşüyor. Bu yüzden öğrenmeye kapalı bireyler olarak, ne kendimizi ne de dünyayı anlayabiliyoruz. Halbuki evrenin bambaşka bir gerçekliği ve bambaşka yasaları var, bildiğimiz gerçeklik ve yasalarla, olan gerçeklik ve yasalar arasında çok büyük uyumsuzluk mevcut. Burda bu gerçekliği tek tek anlatmak gibi bir niyetim yok, gücümde yetmez buna zaten. Ama bu gerçekliğin basit bir çerçeve içinde, basit bir şekilde anlaşılmasını sağlaması, konuya çok farklı bir yaklaşım tarzı getirmesi bakımından, son zamanlarda çok popüler olan enerji yasalarını ele alarak konuyu açıklamaktaki, bir çerçeve içine sığdırmakraki yetersizliğimi kısmende olsa kapatacağımı düşünüyorum. Enerji yasalarıyla hayatın gerçekliğine ve yasalarına dair anlatmak istediğim şeyleri ilişkilendirerek, çoğu anlatamadığım şeyleri, ima edebilir ve çağrışımda bulunmanızı sağlayabilirim kanımca. Konuyu en basit haliyle, Albert Einstein'in enerji yasaları hakkında söylediği, "Her şey enerji ve her şey yalnızca bundan ibarettir. Sahip olmayı istediğiniz gerçekliğin frekansına uyumlandığınızda artık yapacak bir şey yoktur, o gerçeklik size ait olur. Bundan başka bir yol yoktur. Bu felsefe değildir. Bu fiziktir.", sözlerle açıklamak mümkün. Einstein, bu sözüyle, ister olmasını istediğimiz durumların, ister olmayı hayal ettiğimiz kişiliğin, ister istenilen başka herhangi bir şeyin olması için bildiğimizden bambaşka koşulları öne sürmüştür. Bu koşullarda pasif ve durağan değilde, dilediğimiz ve istediğimiz durumun gerektirdiği gibi olunması, davranılması halinde istediğimiz duruma kavuşacağımızı kesin bir dille, bilime dayandırarak, tutarlı bir duruşun, tutarlı bir farkındalığın, tutarlı bir kararlılığın, tutarlı düşünce ve davranışların, tutarlı bir pozisyon alışın kendine uygun şeyleri bulmasını, elde etmesini bir fizik yasası, olduğunu belirtmiştir Einstein söylemiyle. Bu söylem, sorumluluğu kişiye yükleyen ve olayları büyük ölçüde kişinin kendi iradesine bağlıyan bir ifade olması ve bildiğimizden başka hallerle, başka oluşumlarla istediğimiz şeylere kavuşabileceğimizi belirtmesi bakımından, yaygın olan anlayıştan çok farklı ve bildiklerimizle çelişen bir ifade. Belki bu çelişki doğrudan algılanamıyor ama biraz irdelenince bu çelişkiler fazlasıyla ortaya çıkıyor. Başarı için zihinsel bir hazırlık sürecini şart koşan, yaptığımız tüm seçimlerin sorumluluğunu bize yükleyen bu anlayış, ne kadar yaygın olanla çok farklı olsada, ben bu ifadedeki durumu çokça doğrulayan şeyler gördüm hayatımda. Doğruluğu şüphe götürmez şekilde ortada olduğunu düşünüyorum bu gerçeğin. Deyip, az sonra anlatacağım konunun anlaşılması için oluşturabildiğim kadar zemini oluşturduktan sonra... Esas anlatmak istediğim konuya geçeyim. Uzun zamandan beri arkadaşlarla aramızda çokça muhabbeti, çokça yorumu yapılan, bunun yanında her yorumun gerçeklikten uzak olmasının bendede konuya dair bir şeyler söyleme ihtiyacı doğurmasına sebep olan, gerektiği gibi ele alındığı taktirde hayata dair bir çok gizi ortaya çıkaracak bir konu ve bir kişiden bahsetmek, konu ve kişi hakkındaki görüşlerimi anlatmak, bunuda yukarda anlattığım bağlamlarla ve bu bağlamlara ek bağlamlar kurarak yapmak istiyorum. Aramızda çokça muhabbeti geçen; bir arkadaşımızın, olağanüstü bir hayata kavuşması ve bu olağanüstü hayata, onun çok şanslı olduğu ya da çok iyi bir insan olduğu için mi kavuştuğu veya hem şanslı hem iyi bir insan olması yüzden mi böyle güzel bir hayatı olduğu konusu. Hepimiz onun şanslı oluşu konusunda hem fikiriz. Bunda bir görüş ayrılığı yok aramızda. Ama benim onlardan ayrıldığım nokta, bu şansı diğer arkadaşlarım gibi ilahi bir varlığın iradesine dayandırmıyor, bunun nedenini tamamen kendinde arıyor ve sözü geçen kişinin, övülen ve erdemli olduğu kabul edilen özelliklerinin, onun iyi olduğu için değil, bambaşka özelliklerinin sonucundan doğduğunu düşünüyor olmam. Birçok bakımdan istisna bir hayattan bahsediyoruz. Bu bahsedilen kişi, hayatı boyunca hiçbir şeyde kendisi olarak başarı kazanamamış, çoğu insanın çektiği sıkıntıları yaşamamış, bir hayat gayilesi olmamış, hiçbir sorumluluğun altında ezilmemiş, kimse için bir fedakarlık yapmamış, hayatını hiçbir şeye adamamış biri. Daha buna benzer birçok şeyde söyleyebilirim, bunlar ilk aklıma gelen şeyler. Tüm bunların yanında bu arkadaşımız, hayatta herkesin sahip olmak istediği şeylere, hiç çaba hiç emek sarf etmeden, bu istenilen şeylere kavuşmak için hiç sıkıntı ve sters yaşamadan, canının istemediği hiçbir şeyi yapmadan(ki bu ilk bakışta istenilen şeylere kavuşmak için engel oluşturuyor gibi gözüksede), hatta ideal bir hayata kavuşmamak için ne gerekiyorsa yaparak istediği her şeye kavuştu. Birçok bakımdan herkesten farklı ve rahat bir hayatı var. Bu nasıl olabilir, mümkün mü böyle bir şey diye sorabilirsiniz ama onun hayatına nerdeyse 10 yaşından beri tanıklık eden biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirimki, bu oldu, hemde çok olağan, sıradan bir şeymiş gibi. Ortalamanın biraz üzerinde boyu olan, ne zayıf ne kilolu diyebileceğimiz bir kiloya sahip ve orta derecede yakışıklının üstünde, çok yakışıklının altında bir yakışıklılığa sahip olan bu arkadaşım, onu tanıyanlar tarafından, çok ağırbaşlı, çok efendi ve ciddi, son derece eli açık ve cömert, asla kimsenin arkasından konuşmayan, dedikodu yapmayan, kimseyle kavga etmeyen, tartışma yaşamayan biri olarak bilinir. Mükemmel özellikler bunlar ve zaten onu tarif edenlerde, onu tanıyanlarda onu mükemmel bulduğu için böyle tarif ediyorlar. Tam bir hale oluşturuyor kendi etrafında ve çevresindekileri bu haleyle etkiliyor arkadaşım. Bunu nasıl yapıyor derseniz, karşısındaki insanla arasında oluşturduğu konumlanma sayesinde. Bu konumlanmanın püf noktası, karşısındakiyle kendisi arasında oluşturduğu mesafe. Hiçbir defosunu belli etmeyecek bir duruş sergiliyor. Çok ağırbaşlı, ciddi ve efendi olarak algılanan sabit bir duruş bu. Tabiki bu duruşa uygun ve duruşa paralel söylem ve davranışlarlada bunu desteklemeside cabası. Diyebilirsinizki ne var bunda bu kadar abartacak, herkes yapabilir bu duruşu ve herkes bilir, durumu görmesem, şahit olmasam bu itiraza bende hak verebilirdim. Onun duruşunu, diğerlerinin duruşundan ayıran özellik, bu duruşu çok tutarlı, çok kararlı ve duruşunun yanında bu duruşunu davranışları ve söylemleriylede besleyerek sürdürmesinde ve bu duruşun derinliğinde. Ondan yansıyanlar duruşuyla tam bir orantı içinde ve her şeyiyle ölçülü. Böyle bir tutarlılık ve böyle bir dayanıklılık hayranlık verici gerçektende. Böyle bir duruşun karşı tarafta yarattığı algı, olduğundan çok daha saygın ve güçlü bir kişilikle karşı karşıya olunduğunun sanılması şeklinde. Önce saygınlığı kazanıyor, sonra ise, algı süreci, onu güçlü ve kusurlardan azade, kusursuzluğa yatkın biri olarak görünmesiyle devam ediyor. Arkadaşım, bu duruşu nerdeyse sabit hale getirmesiyle, söylemleri ve davranışlarıyla duruşu arasında kurduğu dengeyle, karşı tarafın algısında yarattığı imaj neredeyse kalıcı oluyor ve buda ona ekstra bir saygınlık kazandırıyor. Çok abarttığımı, bu duruşa fazla anlamlar yüklediğimi ve bu duruşun böyle sonuçlar elde edecek şekilde icra edilemeyeceğini söyleyebilirsiniz. Belki haklılık payınız olabilirdi ama az önce dediğim gibi bu duruşta öyle bir derinlik, yoğunluk, özgünlük ve onun fiziksel özellikleri, söylemleri ve davranışlarıyla o duruşu arasında öyle bir uyum varki, o duruş onda başkasında durduğundan çok daha etkileyici, vurucu gözüküyor. Belkide(bence böyle) bu duruşun onda bu kadar etkileyici gözükmesinin sebebi; bu duruşun uzun bir zihinsel hazırlığın ürünü olmasındandır ya da hayati bir gereklilikten doğmasından veya duruştan beklenen faydanın büyük olmasından ve bu faydanın sağlanmasıyla, kişinin zihninin, tüm vücudunun, tüm hücrelerinin bu duruşa ikna olması sonucunda, duruştaki yapaylığı kaldıran, onu doğal hale getiren bilinçaltının bu duruşu benimsemesinin, duruşun etkileyiciliğini arttırmasından ve zenginleştirmesindendir. Demek istediğim, bu duruşu sergileyen bilinçle; duruşun verdiği faydaya ve bu faydanın sürdürülmesinin sağlayacağı yarara ikna olan vücuda ait her bir zerrenin, her bir hücrenin, bir uzlaşma ve işbirliği içerisine girmesiyle oluşan vücut dilinin bu duruşun etkileyiciliğini vurucu hale getirmesi. Bu tutarlı, bir o kadarda dayanıklı, son derece karizmatik imaj; karşısındaki kişinin algısında, arkadaşım hakkında hiçbir bilgisinin olmayışının yarattığı bilgi boşluğunu, mükemmel ve güçlü bir insan olduğu fikrine ikna olmasını sağlayan bir telkine ve düşüncelerine ve duygularına ilham veren bir etkiye neden oluyor ve mükemmelliğe yatkın birine atfedilecek bilgilerle doldurmasını sağlayan bir faktöre dönüşüyor. Bu şekilde arkadaşım, karşısındaki kişinin algısında çok değerli bir kişi olarak kabul görüyor. Hayatın dayattığı tek düzeliğin, insanda yarattığı farklılıklara duyarlılık, arkadaşımın bu sıra dışı özelliğini dahada özel kılıyor. Peki tüm bunlar, insanın hayatında istediği her şeye kavuşmasını sağlayabilir mi? Bu duruşa olan saygı, duruşla paralel girişimler ve icraatler olmadan, duruşa kaynak olacak, onu doğuracak eylemler olmadan sağlanabilir mi? Cevabım, evet, sağlanabilir. Arkadaşım, hiçbir zaman büyük eylemler ve büyük icraatler gerçekleştirmedi hayatında, hadi büyüğü geçtim, orta derecede, hatta küçük derecelerde bile şeyler yapmadı hayatında. Dahada ileri giderek şunu rahatlıkla söyleyebilirimki, eylem ve icraat noktasında son derece başarısız şeyler yaptı hayatında, hemde birçok defa. İnsanların algısında kendisiyle ilgili olarak yarattığı güçlü bir insan sanısını hak edecek hiçbir eylemsel dayanak yok, bu dayanak olmadan bu algıyı oluşturuyor ve buda takdir edilesi. Karşısındakiyle yarattığı mesafe ve kendi sınırlarının anlaşılmaması için yarattığı yabancılık duygusu onun bu gerçeği saklamasını, olanı gerçek haliyle değilde, duruşunun vermiş olduğu ilhamla algılamasını sağlıyor, algıyı gerçeği göremeyecek şekilde yönlendirerek, yani. Önce, onu tanımayanların algısında olumsuz hiçbir şeyin barınamayacağı bir boşluk oluşturuyor, sonra hakkındaki bilgi ve fikir boşluğunu; karşısındakini duruşuyla vermiş olduğu ilhamın etkisine maruz bırakarak olmasını sağladığı bir hayal etme sürecinin içine sokuyor, kendisiyle ilgili her şeyi mükemmellikle ve güçle özdeşleştirildiği bir sürecin sonunda elde edilen, gerçeklikten uzak bilgi ve fikirlerle dolduruyor. Aslında yaptığı şey, kimsenin onu tanımadığı alanlarda; kimsenin sırrını bilmediği kötü yanlarını, haberdar olmadığı konuları ve başarısızlıklarını yok sayarak ve saklayarak, bunlar hiç yokmuş gibi yaparak, kendini olduğundan çok daha üstün biri gibiymiş gibi varlığını yapılandırması ve bunu karşı tarafın algısına dayatması. Bu dayatma, bir zorla kabul ettirme durumu olarak doğrudan değilde, istediği gibi algılanmasını sağlayacak dolaylı bir yolu izleyerek ve bu algılanmayı karşısındakinin hayal gücünüde devreye sokup güçlendirerek, bir kendilliğindenlik ve doğal bir sürecin doğal bir sonucu gibiymişçesine gözükmesini sağlayarak yaptığı bir şey. Yani bir oluşum sürecinin mekaniksel işleyişine uygun bir zemini yaratıp, bu işleyişe uygun bir duruş ve rol sergiledikten sonra, işleyişin mekaniğini bildiği için, işleyişi kendi haline bırakarak, geri kalan kısmını kişinin algısına bırakan, işleyişe müdahale etmeyen ve aslında farklı bir yoldan dayattığı algının dayatılarak değil, karşısındakinin algısında doğal olarak böyle bir algı oluştuğunun sanılmasını sağlayan, hesaplanmış bir süreç bu. Burda belirtmem gereken bir nokta var. Arkadaşım, tüm bunları bilincinde oluşturduğu bir plan dahilinde değil, bir bilinçaltı plan dahilinde uyguluyor, aslında demek istediğim şey, bu başlangıçta bilincin uyguladığı bir planken, tekrarlana tekrarlana uygulanmasıyla bilinçaltı tarafından benimsenerek, bilince ihtiyaç kalmadan uygulanan bir plana dönüştü. Entersan bir şey dediğimin farkındayım ama ne dediğimi bilerek konuşuyorum, emin olun. Bilinç, bizi ifade etmesi bakımından, sanıldığından daha az bizi temsil hakkı olan bir parçamız. Bilinci, kontrol eden, etkileyen esas itibariyle bilinçaltıdır. Bilinç, bilinçaltının esinlendirdiği,yönlendirdiği bir parçamızdir ama bilinç üzerindeki etkiyi sağlayan etmeni bile fark edemeyecek kadar kör, anlayışsız, güvenilmez, bölük pörçük bir farkındalığa sahip bir yapıdır. Bu konunun daha iyi anlaşılması için, bir düşünce egzersizi yapalım ve bizi ilgilendiren bir hayat memat meselesi olduğunu hayal edelim. Doğrudan bilincimize yönelik şöyle bir şey denildiğini farz edelim: Kendinle ilgili öyle bir şey anlatki, senin ve hayatının değerine ikna olalım, yaşayıp yaşamayacağının kararınını cevabınla ortaya koyduğun değere göre verelim. Bu durumda ne anlatırdık? Nasıl cevap verirdik? Eğer hayatımız cevabımıza, cevabımızda bilincimize bağlıysa, bu durumda yaşama şansımız, algımızın o anki kalitesi ve niteliği kadardır. Bilincimizin, o anki algılama boyutu belirleyecektir yaşayıp yaşamayacağımızı. Algının derinliği, andaki şartlarla sınırlı, andaki durumlara göre değişken ve edilgen bir yapıdadır ve bilincin kendi kaynaklarına erişimi, kendi üzerindeki hakimiyeti sınırlıdır. O yüzden ortaya koyacağı şeylerin derinliği, algısını belirleyen o anki şartların etkisine indirgenmiştir. Bu yüzden böylesine hayati bir konuda algının ya da bilincin marifetine güvenmek son derece tehlikelidir. O yüzden bilincimiz güvenilir bir parçamız değildir. Hayatı eğer bilincimiz sayesinde, sadece bilincimiz üzerinden yaşasaydık, bu yaşamı böylesine yaşayamazdık, yaşıyor bile olamazdık. Varlığımızı bilinç üzerinden değerlendirmek, varlığımızın değerini düşürmektir, varlık bilinç üzerinden kendi değerini ifade edemez. Verdiğim örnek pek iyi bir örnek olmadı, durumu açıklamayada yetmiyor, kabul ediyorum ama şunu rahatlıkla söyleyebilirimki bilinç sanıldığından daha az etkiye sahip ve gereğinden fazla anlamlar yüklediğimiz bir parçamız. Kişinin kendine verdiği anlamı kişinin bilinci ve algısı üzerinden değerlendirseydik, bilincin ifade ettiği değerin çok fazla bir değeri olmazdı. Çünkü bilinç, andaki şartlara, andaki duygulara, duyguların çizmiş olduğu sınırlarda oluşan düşüncelere ve düşünceleri sınırlayan bir başka etmen olan kelimelere indirgenmiştir. İnsan, asla andaki şartlarla, duygularla, düşünce ve kelimelerle sınırlanamayacak bir ağdan etkilenen, bu ağın idaresiyle yaşayabilen bir varlıktır. Bilincin varlık üzerinde mutlak bir hakimiyeti yoktur, yani bilincinin kendi üzerinde mutlak bir kontrolü ve kendiyle ilgili olarak mutlak bir bilgisi yoktur. Bu yüzden bilinç üzerinden kişi kendi varlığını ifade edemez, etsede bu eksik veya yanlış bir ifade olur. Konuya tekrar dönecek olursak, bunları konuyla ilişkilendirecek olursam, arkadaşım tüm bunları bilinciyle planlamıyor ama bu onun bundan haberdar olmadığı anlamına gelmiyor. Bu artık, bilinçaltı tarafından benimsenen bir tarzın doğal hale getirdiği bir durumun, bilincin üzerinden bu yükü alması ve artık bu planı bilince ihtiyaç duyulmayacak derecede içselleştirmesidir. Artık, doğal olarak meydana gelinmesiyle kazanılan bir kendililiğin, ana nedene dönmesinin ve bu oluşumu gerekli kılan baştaki nedenlere ihtiyaç kalmadığından, onların yerini almasıdır, olan. Artık, çok faydalı olmuş bir durumun, artık sürekli fayda vereceğine dair oluşan mutlak bir inancın tezahürü olarak yansıtılan bir kişiliktir, görünen. Bu içselleştirme, artık duruşunu çok doğal bir şekilde sergilemesine ve gitgide karşısındaki kişinin kendisini algıladığı haliyle kendini algılamasına ve kendi mükemmelliğine kendisinin inandığı bir kendililik algısını yaratarak, kişiliğin başlangıç koşullarından ve amaçlarından farklı koşullardan ve amaçlardan beslendiği bir sürecin oluşmasını sağlıyor. Artık, bu süreç, bu duruş birazdan anlatacağım şartlardan değil, kendi mükemmelliğine inanarak oluşturduğu bir kendililik algısından ve kibirden doğuyor. Konuyu biraz dağıttım galiba, biraz toparlamaya çalışayım. Geçenlerde, okuduğum bir kitapta, ağırbaşlılığın; kişinin kusurlarını örtmek, kendine ait bir sırrı saklamak için, kişinin stratejik davranarak kendini maskelemesi olduğu, mealinde bir şey okumuştum. Hemen aklıma, bu arkadaşım geldi haliyle. O kadar yerinde bir tespitki, şapka çıkarıyorum bunu söyleyene. Arkadaşım özelinde yapılmış sanki bu tanımlama. Bu tanımlamayı yerinde buluşumun, hemen ikna oluşumun nedeni, arkadaşımın hayatını, kişiliğinin oluşumunu çok yakından gören biri olarak, arkadaşımın sergilediği bu duruşun ve kişiliğin, büyük bir sırrı saklamak ve kendince hayati olan bir durumun gerekliliğinden doğduğuna başlangıçta periyodik olarak, sonrada an be an tanıklık etmemden dolayıdır. Onun gerçekten olduğu haliyle, bu duruşu sergileyerek insanların algısında yarattığı hali arasındaki uçurum, arkadaşımın bu becerisine, kabiliyetine hayranlık duymamı sağlıyor gerçektende. Bu her ne kadar ikiyüzlü bir davranış olarak gözüksede, bu şekilde anlaşılsada, bu öyle bir durum değil. Bu duruş ve kişilik bugün başka bir amacın, başka bir nedenin tezahürü olarak, kimsenin hoş olarak kabul edemeyeceği sebeplerden oluşsada, başlangıçta bambaşka nedenlerden, sebeplerden ve gerekliliklerden doğmuştu, bir yönüylede çok trajik durumlardan. Arkadaşım, her insan gibi, kendisinin organize etmediği bir hayatın içinde doğdu. Yine her insan gibi kendi hayatını belirleme noktasında elinden hiçbir şeyin gelmediği bir çocukluk dönemi geçirdi. Herkesin bildiği bu dönem hakkında, gereksiz gibi görünsede, taşları yerine oturmak için, anlatının burasında, çocukluğa dair birkaç şey söylemenin gerekliliğini duyuyorum. Çocukluk, en dokunulabilir, en edilgen, en zayıf ve aynı zamanda acıya ve korkuya en duyarlı olduğumuz dönem olması itibariyle, en çok savunmada kaldığımız, tehlikeli konuların bizim için çok çeşitlendiği, duyguların en yoğun ve saf halinde hissedildiği ama algının bulanık olması yüzünden bu duyguların bir karmaşa içinde hissedildiği, bu karmaşanın içinde durumlara karşı gerekli tepkilere karar verilmesinin çok hayati ve zor olduğu, tercih ettiğimiz davranışların, hissettiğimiz duygularin, düşüncelerin, tepkilerin ilerde alacağımız şekli belirlediği bir dönemdir. Yani bu dönem, ilerde hangi davranış ve düşünceleri benimsiyeceğimizi belirleyecek bir davranış ve düşünce şablonlarının oluştuğu, davranışlarımıza ve düşüncelerimize özünün verildiği, kişiliğimizin ilerde alacağı biçimi yaratan mayalanmanın olduğu bir dönemdir. Arkadaşımda hepimiz gibi bu dönemi geçirdi, kişiliğini yapılandıran bu sürece maruz kaldı, maruz kaldığı şeylerle onu birçok insandan ayıran farklı duyarlılıklarının ve donanımlarının etkileşimi, bugün bu yazıyı yazmama sebep olacak kadar enteresan bir kişiliğin ortaya çıkmasına sebep oldu. Bu dönemi, anlatmaya çalıştığım bu bağlamlarla anlatmaya çalışmam boşuna değil, bu bağlamlar ve kuracağım başka bağlamlar olmadan arkadaşımın hayatının anlaşılamayacağını düşünüyorum. Bunun yanında, kurduğum her bağlamı; aslında bu bağlamlarla etkileşimimizin yoğunluğu farklı olsada, her insanı kapsayan bağlamlarda olması ve bu bağlamlar üzerinden anlattığım arkadaşımın hayatının; aslında o dönemi yaşayan herkese, o haliyle hayatında maruz kaldığı şeylerin yaşandığı iklimi, yaşadığı çaresizliği hatırlatarak, arkadaşımın kişiliğinin oluşumunu herkes için daha anlaşılır, daha ikna edici şekilde anlatabileceğimi düşünerek kuruyorum. Neyse devam edelim, nerde kalmıştık. Arkadaşımın, herkes gibi kendi organize etmediği bir hayatın, kendi belirlemediği şartların içinde bir çocukluk geçirdiğini söylüyordum. Zor bir dönemmiş ama ben bunu çok geç fark ettim. Arkadaşımın çocukluğuna şahitlik ettiğim dönem bende çocuk olduğum, ondan bir yaşta küçük olduğum için, anlamlandıramıyordum hiçbir şeyi, anlamlandırsam bile, o dönemde ve hatta çok uzun bir süre ona verdiğim anlamlar gerçek halinden hep farklıydı, onu gerçek haliyle anlamlandırmam için bir hayli zaman geçmesi gerekti. Bizim oturduğumuz sokağa 10 yaşında(1988'de) taşındı. Bizim sokağa taşınmadan öncede, babasının işlerindeki düzelme ve daha çok bozulmaların etkisiyle birçok defa başka yerlerdede ikamet etmişler ve taşınmışlardı. Hiçbir yerde fazla oturmuyorlar, oturduğu yerde kökleşmiyorlardı. Bu oturduğu yerde kökleşme, kökleşmeme meselesi yetişkinler ve ebeveynler için çok önemli bir mesele olmasada, çocuklar için hayati derecede önemli bir meseledir. Heleki bugüne nazaran bizim çocukluğumuzda. Bir yerde uzun bir süre ikamet etmek demek, oturduğun yerle, çevreyle özdeşleşmen ve kaynaşman demek aynı zamanda. Bizim çocukluğumda, biz çocuklar için, kendi unsurlarıyla özdeşleşen ve kaynaşan bir çevreye yeni biri olarak gelmenin bazı bedelleri olurdu. Bu bedellerin ödendiği bir sürece tabi tutulmadan kolay kolay çevre tarafından benimsenemiyordun o zamanlar. Yeni gelenin, çevrenin önyargısıyla, cüretkar ve sınırlarını ve gücünü zorlayan hatta aşan davranışlarla, başka bir deyişle akran zorbalığıyla karşılaşması çok muhtemeldi, hele bizim oturduğumuz semtte. Arkadaşım ve ailesinin taşındığı ve oturduğu yerlerde hep bizim semtin civarındaydı ve semtin yapısını öğrenmişti. Bu yüzden arkadaşım bu kökleşmediği, yeni biri olarak geldiği bizim mahalleye taşındığnda, bu durumu çok sık yaşadığı halde bir türlü alışamadığı bu durumdan doğan, yeni olmanın ve yine aynı süreci yaşamanın her seferinde arttırdığı tedirginliği dahada bilenmişti. Bu ruh hali içinde dışarı çıkmıyor, balkonda oturup etrafı seyrediyordu. Anlatının burasında, arkadaşım hakkında önemli bulduğum bir hususu belirtmem gerekiyor. Arkadaşım her ne kadar benden bir yaş büyük olsada, o zamanlar dışardan bakıldığında dahada büyük gösteren fiziksel özelliklere sahipti ve uzun bir süre onun benden yaşça çok daha büyük olduğunu sanarak yaşadım. Fiziksel özellikleri, yüzündeki ciddiyetle birleştiğinde, ona bakana korku bile verebilecek özelliklerdi bunlar. Bir zaman sonra, evden dışarı çıkmaya başladı. Mahallede bizden yaşça büyük ve benim ve diğer çocukların korktuğu, çocukların yanında görmeye başladık onu. Mahalle hiyaraşisinde bir sıçramaydı bu:Daha sonra bize anlattığı kadarıyla mahallenin büyük çocuklarını gözlemleyerek, yakınlaşma fırsatı arayarak, sonra birazda şansının yardımıyla, yardım etme fırsatını bulmuş olmanın ve onlarla onların duymak isteyecekleri şekilde ama kendini ezdirmeden konuşmuş olmanın, bir nevi yakalalık yapmanın, olduğundan büyük gösteren fiziksel özellikerinin ve onlardan biriymiş gibi rol yapabilmesinin ödülü olarak, yaptığı bir sıçrama. Hep bizden büyük çocuklarla beraber görüyorduk onu ve her gördüğümüzde yanındaki çocuklara gösterdiğimiz saygıyı onada gösteriyorduk. Daha önce taşındığı mahallelerde öğrendiği şeylerden yola çıkarak, mahallenin yapısını çözmüş ve bir yaklaşım stratejisi bulup uygulayarak mahallenin tahtında oturan çocuklarla yakınlık kurmuş, onlara onlardan biriymiş gibi gözükmüş ve çok kısa sürede o tahtın paydaşlarından biri olmuştu. Bugün bile, arkadaşımın bunları bir plan dahilinde gerçekleştirmesi çok entersan geliyor bana. O yaşta bu derecede bir farkındalığa ve çevre kontrolüne sahip olması hayranlık verici. Hayranlık verici diyorum, çünkü kendimden yola çıkarak anlatırsam, o yaşlarda, çocukluk döneminde bir plan yapacak kadar bir farkındalığa sahip değildim, hiçbir şey net değildi benim için. Hissedilen her duyguya, yaşanılan her şeye karşı bir yabancı gibiydim o zamanlar, hiçbir netlik yoktu zihnimde. Her şeyin ve her durumun tam bir acemisiydim. Duygular düşünceyi doğuruyorsa ve duyguların netliği ölçüsünde düşünceler netlik kazanıyorsa, ki bu böyledir, o zamanki aklım için; hissettiğim duyguların kalabalıklığının yarattığı bir karmaşanın içinde dikkatin odaklanmasını sağlayacak önemde hayati bir meselenin olmayışı, hiçbir konun diğer konuların önüne geçecek şekilde öne çıkamamasının duygularımın hiçbir konu üzerinde ısrarcı ve süreklilik göstermemesine neden olması yüzünden hiçbir net duygum yoktu, buda algılarımın bulanık olmasına, bulanıklık içinde zihnimde nitelikli hiçbir düşünce ve fikrin oluşmamasına, hiçbir farkındalığa sahip olamama sebep oluyor ve tüm bunlarda nitelikli bir plan yapmayı benim için imkânsız kılıyordu. Benim, gerçekleştirmemin mümkün olmadığı şeyi, o gerçekleştirmişti. O zaman benimle onun arasında bu farkı yaratan bir şeyler olmalıydı. Bu fark akıldan ve aklı doğuran, akılla ilişkili diğer unsurlardan doğuyordu. Benim için net olmayan şeyler onun için netti. Bu durumdan şöyle bir sonuç çıkıyor o halde, nitelikli bir plan yapabiliyor ve bunu uyguluyabiliyorsa o zaman onun aklı benim gibi çalışmıyor, benim yaşadığım bulanıklığı o yaşamıyordu. Ya hissettiği şeylerde bir kalabalık olmadığı için, iç dünyasında bir karmaşa yaşamıyor, net duyguların yarattığı bir netlikte algılıyordu her şeyi. Ya da, o da, herkes gibi duyguları bir kalabalık içinde hissediyor ama bu duyguları önemine veya önemsizliğine göre bir hiyaraşiye sokarak iç dünyasını bir düzene sokuyor ve karmaşayı önlüyordu. Oluşan bu düzen içinde her şey daha netleşiyordu. İşte aramızdaki farkı; benim düzensiz ve bulanık iç dünyamla, onun düzenlediği ve bulanık olmayan bir netliğe kavuşturduğu iç dünyası, arasındaki fark doğuruyordu. Bu fark, aslında bir çocukla bir yetişkin arasındaki farkda değil midir? Arkadaşım çocukluğunu bir çocuk gibi yaşadı mı gerçekten? Ben tam olarak yaşamadığını düşünüyorum. Bence yaşamadığı için bu kadar farklıydı hep. Bence çocukluğunu bizim çocukluğumuzu yaşadığımız boyutta yaşamadığı için oluştu bu enteresan kişilik. Bir çocuğu, saf, masum ve sevimli gösteren şey aslında; çocuğun bilgisiz, cahil ve tecrübesiz oluşu yüzünden, iç dünyasındaki karmaşayla baş edememesinin yansıması olan, hayata uygun karşılıklar verememenin ortaya çıkardığı acemiliktir. Çocukluk, hissedilen şeylerden birinin öne geçip ısrarcı ve süreklilik gösteren bir duyguya dönüşemesinin neden olduğu, hissettiği şeylerle başa çıkamama durumunun yol açtığı bir kararsızlığın, bir şeye net olarak odaklanmaya engel olduğu bir dönemdir. Bu dönemde, hissetiğimiz şeyleri birbirinden ayrıştıracak kadar farkındalığımız yoktur. Belirli bir duygunun ön plana çıkıp, diğer duygulardan ayrışamaması, bir şey üzerinde yoğunlaşamamaya ve odaklanamamaya sebep oluyor, böyle oluncada, davranışlara ve düşüncelere biçim veren bir amaç olmuyor, amaç olmayıncada ne net bir düşünce ,ne de net bir davranış yansıyor çocuklardan. Ama duygular içinden bir duygu, diğer duygulardan ayrıştığında ve ön plana çıktığında, bu durum değişir. Bir duygunun ön plana çıkmasıyla derinlemesine hissedilmesi, kişinin düşüncelerine ve davranışlarına netlik kazandırır, algısındaki bulanıklığı ortadan kaldırır. Böylesine bir netliğe bir çocuğun kavuşması, o çocuğun çocukluyla diğer çocukların yaşadığı çocukluk arasında mutlak bir ayrımın oluşmasını sağlar. O artık tam olarak akranları gibi değildir, çocukla yetişkin arasında bir şeydir. Arkadaşımın, durumuda tam olarak buydu işte. Nedenini, nasılını tam olarak bilemiyorum ama insanları belirli kişiliklere, belirli oluşumlara sürükleyen, zorlayan, farklılıklarımızı ortaya çıkaran, farklı kalıtsal zeminlere sahip olduğumuzu, bu zeminlere uygun olarak kişiliğimizin oluştuğunu düşünüyorum. Bazı zeminler, diğer zeminlere göre, benlik duygumuzu daha derinden hissetmemizi sağlıyor sanki, bazı insanlar bu duyguyu, benliğini daha derinden hissediyorlar gibi geliyor bana. Konuyla doğrudan değilde dolaylı olarak ilgili olduğunu düşündüğüm Montaigne'ye ait bir sözü vardı, mealen şöyle bir şeydi: İçimizde hissettiğimiz şeylerin çokluğuyla orantılı olarak bir çok benlik var, buda kendimizi tam olarak hissetmemize ve duyumsamamıza engel oluyor, buda kendimizle kendimiz arasında bir mesafe yaratıyor, bu yüzden kendimizle kendimiz arasındaki mesafe, başkalarıyla kendimiz arasındaki mesafeden farksız olabiliyor. Montaigne, bu sözleriyle, insanın kendine ve duygularına yabancılığını ve insanın kendiyle kendi arasındaki mesafeyi vurguluyor. Bu sözlere muhalefet eder gibi, kendiyle kendi arasındaki mesafeyi çok daha kısaltan, kendilerine diğerlerine göre daha fazla yakın, daha az yabancı olan insanlar var, bu insanlardan bahsediyorum. Ama kendilerini diğer insanlardan daha fazla duyumsamanın bazı bedelleri var. Bu duyumsaya fazlasıyla sahip olmak bu insanların, acıya çok daha duyarlı olmasına sebep oluyor, acıya duyarlılığın büyük ve derin olmasıda korkuları büyütüyor, hemde olması gerekenden çok daha fazla. Bunun sonucunda algı kendine indirgenerek kısıtlanıyor, korku temelli, korkularına göre bir yaşama amacının ortaya çıkmasına, ben merkezli, kendini öncelleyen, tamamen kendini korumanın üstüne inşaa edilmiş bir yaşam biçiminin ortaya çıkmasına sebep oluyor. Arkadaşımda bu insanlardan biriydi ama ben bunu dahada önce dediğim gibi çok uzun bir süre fark edemedim. Neyse biz konumuza dönelim. Artık mahallemizde, sokağımızda saygı duyulan biriydi. Ben ve benim gibi çocuklar, o bizlere hiçbir şey yapmasada, yanında dolaştığı çocuklar gibi görünmesi ve yüzündeki ifadenin bir çocuğu aşan ciddiyeti yüzünden, korkuyorduk ondan. Arkadaşım bu yeni konumunda dokunulmazdı, aradığı rahata, huzura ve korkusuz yaşama kavuşmuştu. Bu rahatlık ve korkusuz ortam, belki onun karakter gelişimini bambaşka bir yönde geliştirebilir, bugün tanıdığımız kişilikten bambaşka bir kişiliğin ortaya çıkmasını sağlayabilirdi. Ama bu olmadı, mahallemize taşındıktan tam bir yıl sonra, babasının, işlerinin bozulmasından dolayı, benimde içinde yaşadığım Ankara şehrinden Hatay şehrine taşınma kararını alması, olası kişiliğin oluşmasına engel oldu. Bu karar o günlerde arkadaşım kimseye fark ettirmesede, onun için tam bir yıkımdı. Ankara'da birçok yerde ikamet etsede, her yer birbirine benziyordu, bu benzerliğin, rahatlatıcı ve katlanmayı kolaylaştıran bir etkisi vardı ama Hatay şehri, onun için tam bir belirsizlikti. Bu belirsizlik korkularını tavana çıkarıyordu. İşte, bu korkularla ve her şeyden fazlasıyla korkmaya yatkın biri olarak mahellemizden, şehrimizden ayrıldı arkadaşım.
·
181 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.