Karakoç, Hızırla Kırk Saat’i nasıl
yazdığını şöyle anlatır: “Hızırla Kırk Saat adlı, kırk bölümlü şiirimi 1967 yılı Mayıs ve
Haziran aylarında, Yenikapı’da, deniz kenarında, kayalıklar arasındaki bir kır
kahvesinde yazdım. Aşağı yukarı, kırk gün, akşamüzeri, bir iki saat, orda, deniz
dalgalarının kıyıya çarpma seslerini dinleyerek ve her seferinde şiirin bir bölümünü
yazarak kitabı tamamladım. Zaten, bu yüzdendir ki şiire Hızırla Kırk Saat ismini
verdim: Sanki orada Hızır’a randevu vermiştim de her gidişimde, bu randevunun
verimi ve armağanı olarak bir bölümle döndüm” (Karakoç, 2011: 22).
Sezai Karakoç bu kitabında inancına, geleneğine, umuduna sıkı sıkıya tutunmuş. Onda "diriliş" kavramı önemli bir yer tutuyor. Sanki bize umudunuzu kaybetmeyin der gibi, sanki bizi de "diriliş"e çağırıyor gibi. Nasıl bir uykuda olduğumuzu görür gibi anlatıyor uykumuzu: "Uykumuzu en ulu ders olarak okutacaklar çocuklara, uykumuz korkunun ötesinde..." Bu nasıl bir uyku? Nasıl diriliriz yeniden? Nasıl özümüze dönebilir ve kainatın kitabını okuyabiliriz?
"Her evde kutsal kitaplar asılıydı,
Okuyan kimseyi göremedim,
Okusa da anlayanı göremedim."
Diyor Sezai Karakoç. Nasıl da okumaktan uzaklaştık; bilimi, ilimi, tasavvuru terk ettik. Artık tasavvur etmek, anlamak, çabalamak... Bunlar bizlere yabancı sözcükler... Modernizmin mekanik dişleri hepimizi öğütüp duruyor, özümüzü unutturuyor, bizleri düşünemeyen birer et ve kemikten ibaret bırakıyor. İşte Sezai Karakoç bizlere nasıl dirileceğimizi anlatıyor.
Nasıl da güzel sarmalıyor İnancını, nasıl da sahip çıkıyor umuduna, özünü ve geçmişini tozlu raflara terk edilmiş bir kitap gibi sahipsiz bırakmıyor.
"Ama bir nokta kaldı ki
Yüreğimin yüreğimin yüreğimin yüreğinde
Onunla ördüm kendimi yeniden
Artık bana diyebilirsin
Yeniden kendi kendini ören
Teslim olmayı geçirmedim
Bir kere bile içimden."
Tüm imkansızlıklara rağmen onun dünyasında bir "diriliş" var. Sözcüklerinde bir "direniş" var, teslim olmayı bir kere bile içinden geçirmeyen bir direniş...