Keza yaşadığımız toplumlarda, siyasi bir rejimin aleyhtarları söz konusu rejimin
evrildiğini kolay kolay kabul etmezler. Normal hayatın eski seyrine dönebilmesi için son
bulması gereken bir nevi fasılaymış gibi, bu rejimi topyekûn mahkûm eder, tarihten
dışlarlar. Aynı rejimin militanlarının anlayışı ise farklıdır, iktidardaki partinin
mekanizmasında önemli bir yer edindikleri ölçüde daha da farklılaşır.
O halde, ilerleyen kültürler ile dural kültürler arasındaki karşıtlık, yoğunlaşma farklılığı
diye adlandırabileceğim bir şeyin sonucunda ortaya çıkıyor gibi. Mercekten belli bir
uzaklığa yerleştirilmiş bir cisme “ayarlanmış” bir mikroskopla bakan bir gözlemci, uzaklık ne
kadar az olursa olsun o cismin ötesine berisine yerleştirilmiş cisimleri, karışık ve bulanık
görür, ya da hiç görmez bile: Bakışı aralarından geçer gider.
Keza trende oturan bir yolcu için de, camdan gördüğü diğer trenlerin hızı ve boyu, aynı
ya da zıt yönde gitmelerine bağlı olarak farklılık gösterir. Bu farazi yolcu bulunduğu trene
nasıl sımsıkı bağlıysa, bir kültürün her bir mensubu da yaşadığı kültüre öyle bağlıdır. Doğar
doğmaz, aile çevresi ve toplumsal ortam; değer yargıları, motivasyonlar, ilgi alanları ve
ayrıca uygarlığımızın geçmişi ve geleceği hakkında bize telkin edilmiş åkirlerden oluşan
karmaşık bir referans sistemini zihnimize işler. Hayatımız boyunca gerçek anlamda bu
referans sistemiyle hareket ederiz. Ait olduğumuz sistemin başka kültürlerin, başka
toplumların sistemlerini anlamamıza imkân tanımadığı durumlarda da kendi sistemimizin o
sistemler üzerinde uyguladığı tahriýerle kavrarız onları. Öyleyse bir kültürü âtıl ya da dural
diye nitelemeye her kalkıştığımızda, kendi kendimize şu soruyu sorsak iyi olur:
Görünürdeki bu durallık söz konusu kültürün asıl ilgi konuları hakkındaki bilgisizliğimizden
kaynaklanıyor olabilir mi; peki bizimkinden farklı kriterlere sahip olan bu kültür de bize
karşı aynı yanılsamanın kurbanı mıdır? Başka bir deyişle, bu kültürler sırf birbirine
benzemiyorlar diye birbirlerine hiç ilgi duymayacaktır.