20.yy ın Savaş ve Barış’ı..
Önsözde “Yaşam ve Yazgı’nın yapısı Savaş ve Barış’ınkine benzer.” yazıyordu. Okuyup bitirdikten sonra neden böyle dendiğini anladım. Tıpkı Savaş ve Barış gibi bir ülkenin yazgısı, bir ailenin birbirine uzak-yakın üyelerinin başından geçenlerle anlatılıyor. Aleksandra Şapoşnikova’nın çocukları, onların aileleri, komşuları, arkadaşları derken, Rusya’nın dört bir yanından onlarca ismin hikayesini okuyoruz.
Başlarda isimleri karıştırmamak işten değil. Ama bir noktadan sonra hem isimler tanıdık gelmeye başlıyor, hem de başroldekinin onlardan çok 20 yy’ın kendisi olduğunu anlıyoruz.
Bir çağın ve çağın çocuklarının portesi..Zamanın oğulları ve üvey çocukları onlar. İnsanlık onuruyla suçsuzların yok edilmesinin uysal tanıkları olmak arasında yolculuk eden ‘lanetli bir firkateynin lostromoları’.
Mazlum-zalim, kahraman-hain, iyi-kötü..Tüm kavramlar iki ayrı yakada duruyor önce. Sonra gümüş bir iplik çekiyor araya Grossman, hepsini birbirine bağlıyor, hepsinin nasıl da birbirinin içine geçtiğine, her şeyin zıttına ne kadar hızlı dönüşebildiğine baktırıyor bizi. “İnsan olma yolunun milyonlarca yıl sürmesine karşılık insanın insanlıktan çıkıp, bir adı ve özgürlüğü olmaksızın, kirli, zavallı bir hayvana dönüşmesi için topu topu birkaç günün yetmiş olmasına…”
Faşizm ve insan nasıl bir arada yaşar, birbirini nasıl besler ya da nasıl yok eder sorularının onlarca cevabı var bu kitapta. Ve sadece faşizmin değil, tüm totaliter rejimlerin röntgenini çekip ışığa tutuyor bir bakıma. “Totalitarizm, zorbalıktan vazgeçemez. Zorbalıktan vazgeçen totalitarizm yok olur.” diye bir cümle var ki, pek çok şeyi özetlemeye yetiyor.
Hemen hiçbiri çok uzun denemeyecek 201 bölümden oluşuyor kitap. Bir bölümde bir Nazi Kampında, birinde Stalingrad siperlerinde ya da her an kurşuna dizilmek için bekleyen birinin yanında buluyorsunuz kendinizi.
Mekanlar, isimler, hikayeler sürekli değişiyor. Bu her ne kadar okuma konforunu düşürecek bir şeymiş gibi görünse de kitaba dinamik kazandıran bir rol oynuyor bence. Okuru sıkmadan kitabın sonuna kadar götürmeyi buna borçlu bu kitap.
Grossman’ın gazeteci kimliği, zamanın politik arka planında, yaşananların 5N1K sında kendini belli ediyor. Bir yandan bir tarih kitabı gibi sakince okuyorsunuz. Ama savaş bu, kimilerinin ömrünü yiyip dibini ekmekle sıyıran lanet. Boğazınız düğümlenmeden okuyamayacağınız da çokça bölüm var.
Yahudi bir annenin oğluna yazdığı mektup ve Lyudmila’nın oğlunun mezarı başında diz çöküşü, içimden asla çıkmaz sanıyorum. O diz çöküş, hani yeniden doğrulup kalkana kadar mevsimlerin geçip gittiği. Annelerin yaprak dökümü, yağmur-kar olup yağışı, içinde fırtınalar koparıp savruluşu..Ve oğullar onların ilkbaharını, yeniden başlamalarını, kuş cıvıltılarını da alıp gittiği için bir daha asla yeşillenmeyecek oluşları..
Bugüne kadar okuduğum en iyi savaş romanlarından biri bu.
Okumanız dileğiyle..