Gönderi

Uzunca ama okunulası...
*Belki* Kendimizi dışarılara atmak cesaret ister. Bir huzursuzluk sarmalının içinde debelenmek, bir boğuntu duygusuna birebir dâhil olmak tetikleyici olur. *Bu ortamdan çıkmak, arada bir soluklanmak, biraz olsun nefes almak isterseniz, gitmelisiniz buralardan, ne yapıp edip ayrılmak zorundasınız.* Bütün bunları göze almazsanız hayatınız bir milim değişmez, nefes nefese kalırsınız, bir bunaltı duygusu sizi sarar sarmalar, öyle kalırsınız. Gerçi şimdiye kadar edebiyatını yapan çok olmuştur, ama sahiden de artık yaşanılası yerlerden, bize huzur katan ortamlardan çevremizde çok az kalmıştır. *Taşra* üzerine o kadar çok şey söylendi ki insanın, üzerine yıkılmış onca tezviratı bir kenara bırakarak gidip bir köyde şöyle kendine uygun bir yer seçmesi hiç mi hiç mümkün değildir. *Ya şehir?* Türlü tasvirlerle geçmez edilmesi bir tarafa, artık sosyolojisi bile yapılmıştır ve *orada insanın, değil kendini bulması bir başkasına bile ulaşması asla mümkün değildir.* *Dağlar* üzerine de az konuşulmamıştır, eskilerin tek sığınağı oralardı ve daha derinlerde bir yerde kendini bulmanın belki de en zarif yolu kendini oralara atmaktı. Oysa şimdi tam da siz oralara bir yerlere çıkmaya karar verdiğinizde, eşkıyanın çoktan oralarda kol gezdiğinden artık bütün tepebaşlarını tuttuğundan haberiniz olur. Kendimizi atacağımız yer çoktur, ama onlar üzerine söylenmemiş söz kalmamıştır. İçiniz kararır, her yer parsellenmiştir. Oysa buralarda sıkıntıdasınızdır. Kalbinizin ritmi hızlanmış, yüreğinizin duyduğu sesler azalmaya başlamış, aklınız adamakıllı bir firar için etrafı gözlemektedir. *Çok değil sadece ve sadece mutlak bir huzurun ya da sade bir ferahlamanın peşinde olanlar için hayat çekilmezdir.* Ununu eleyip eleğini bir kenara asanlar için sizin dertlerinizin hiçbir anlamı yoktur. Onlar defterlerini kapatmayı seçerek dertlerini de bir yol örttüklerini düşünürler. Hayata yeni başlamış ergenlerin her şeyi denemeye, olur olmaz ne görseler burunlarını sokmaya hevesleri tahammül sınırlarını aşacak gibidir. Ne önünüzde bir yerlerde duraklayanlarda ne arkanızdan size yetişmeye çalışanlarda umut vardır. Bir arayış içindesinizdir, “yer demir gök bakır”, yollara düşecek gibisinizdir. Ne var ki üzerinden üstünkörü geçilmiş ve size posası kalmış yerler için umut etmenin bundan sonrası için de ne bir anlamı ne de bir karşılığı vardır. İnsan gidecek bir yer arar. Her taraf işgal edilmiş, hepsine bir mim konulmuştur. Durduğunuz yer, yaşadığınız zemin size zindan olmaya başlamış, yanı başınızda açılacak bir küçücük pencereye bile neredeyse tav olacak kadar zayıf bir duruma düşmüşsünüzdür. Bir ışık gelsin, şu etrafınızı aydınlatan ışıktan başka bir ışık, başka bir nefes girsin içeri, şu dışarıdan içerilere doluşan havadan başka bir hava… Tertemiz bir hava. Oysa ne bir zindanda mahkûmsunuz gün sayıyorsunuzdur ne de artık iyice geciktiğine kani olduğunuz ölüm meleğinin bir an önce kapınızı çalmasını bekleyecek kadar döşeğe çakılmış bir hasta. Hayır, ne o ne de bu. *Etrafı fark etmeye, kendinizi bulmaya karar verdiğinizde ya da sizi kuşatan her şey bir bir yarılıp un ufak olduğunda, ufuktaki aydınlıkla aranızdaki perde kalkmaya başladığında siz artık başka bir ışığın başka bir aydınlığın peşine düşmüşsünüzdür.* Zulmeti yeniden tanımlamayı başarmış, gafletin tam da bu noktada karanlıkları nasıl da zifiri karanlığa çevirdiğini bizzat fark etmişsinizdir. Derdiniz uyanmaktır, bir ışık görseniz oraya doğru koşacak, bir parıltı hissetseniz ardınıza bakmadan harekete geçeceksiniz. Buralar size dar geliyordur, ondandır, uzaklardan beklediğiniz sesin size iyi gelecek bir yanı vardır, öyle sanıyorsunuz. Belki de tılsım oradadır, sır orada, nefes de oradadır. Kendinizi bulmak için bir tecrübeden öbürüne koşturup durursunuz. Biriyle konuşmak, birkaç sayfa kitap okumak, sevdikleriniz için kaleme sarılmak, başka da her şey belki. Denemediğiniz bir şey kalmaz. Okursunuz, okur olursunuz; yazarsınız, yazar olursunuz. Yeni, yepyeni ilgilerle sık sık kendi bağlamlarınızdan uzaklaşmak istersiniz. Sanatçı olmanıza ramak kalacak derinlikte işe iyice asıldığınız anlar olur, derin bir yetkinlikle etrafınızdakilerden ayrışmayı öncelediğiniz eşiklere varır kalakalırsınız. Geçseniz de birdir bu eşikleri bu yanda kalmayı seçseniz de. Durum aynıdır, yapayalnızsınızdır. Ayarlarınız bozulmuş, tadınız kaçmış yeni bir şeyler bulmak adına kendinizi öğütmeye başlamışsınızdır. Birkaç kuşak öncenizin değerleriyle büyüyen ebeveynlerinizin, akrabayı taallukatınızın nasıl olup da bu tuhaf vartaya düşmediğini anlamaya çalışırsınız. Kendi hâllerinde yedikleri her şeyin tadını anında hisseden insanlarla aranızdaki mesafenin ürkütücülüğü canınızı sıkar. Ya onlar doğru bir yol tutturmuştur, onlara takılmak gerekir ya da asıl gerçek olan sizinkisidir, burada kalmak gerekir. Belki de başka bir şey, bir karardan öbürüne savrulmak yaşamanın fiyakasıdır. Bunları dert eder durursunuz. *İçimize sığamayız, dışarıda da bizi kimse buyur etmez. Herkesin derdi kendinedir.* Düşüncesizce gelişen sıkıntılarımızı bir formüle bağlayan kadim düşünürlerin söyledikleri hayatınızda bir bir karşılık bulmaya başlar. Onlardan çoğunun aforizmaları işte şimdi yaşadıklarımızı birebir özetleyecek kıratta tam da sizi anlatmaktadır. Ne güzel düşünmüşlerdir ne güzel anlatmışlardır. Sanki size bütün bunların yaşanması ve bunalımı, onlara da hissetmeleri ve yazmaları düşmüştür. Bir yerde eksik olan bir şey kesin vardır. İhmal edilen, es geçilen, üzerine düşülmeyen şeylerden ağzımız yanmıştır. Şimdi bir başka yere dönüp ufukta bizi bekleyen bir kurtarıcı beklemek yerine oturup yanı başımızda ne var ne yok ona bakmak gerekir. *Belki de tohum burada, toprak burada, rahmet de buradadır.* | Necdet Subaşı
·
63 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.