Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Bilmek Ve Olmak Adlı Kitabımdan Alıntıdır 1984 yılında Konya'nın Çeltik ilçesine bağlı Torunlar köyünde dünyaya geldim. Köyümüz, hemen yanı başında velut bir derenin aktığı, ahalisinin neredeyse tamamının hayvancılık ve tarımla uğraştığı tipik bir Anadolu köyüdür. Çocukluğum annem olmadığından daha çok ninemin yanında geçmiştir. Bazı psikologlar, başta Freud olmak üzere insan yaşamında çocukluk çağının özellikle sıfır yedi yaş arasının çok önemli olduğunu ve insan kişiliğinin bu dönemde belirlendiğini söylerler. Şu an direkt çocukluk çağım üzerinde düşününce aklıma bugünle irtibatlı, benim bugünümü etkileyen neredeyse hiçbir şey gelmiyor. Haliyle Çocukluk döneminin belirleyici olmasına kuşkuyla yaklaşıyorum. Kesin öyledir de diyemiyorum, öyle değildir de diyemiyorum. Fakat yetişkin bir insanın şu an sahip olduğu bazı karakter ve kişilik özelliklerinin oluşumu açısından, çocukluk döneminde kendisine bakım veren ve yanlarında bulunan kişilerden doğrudan etkilenerek kişinin bu gününü etkilediğinden ve belirlediğinden hiç şüphem yok. Mesela bir gün eşim bana "Ali çocuklarını hep dinliyor, hiç terslemiyorsun" demişti. Eşim bunu söyleyene kadar böyle olduğumun farkında değildim. Biraz düşününce az da olsa öyle olduğumu ve bu özelliğimi ninemden almış olabileceğimi düşündüm. Çünkü ben küçükken nineme çok sorular sorarken ninemin beni bir defa da olsa terslediğini hatırlamıyorum. Yine şuan İslam’a ve dine olan eğilimimi ninemden aldığıma inanıyorum. Çocukluk dönemimde aklımdan en çok kalan köyümüzde ki dere ve kendisiyle yaşadıklarımdır. Beş altı yaşlarımda iken o güzel akarsu ile tanışmış, benden yaşça büyüklerin derede yüzüşlerini geriden seyredip, hep korkuyla bakmışımdır o güzel dereye. Sonra artık yavaş yavaş dereye iyice yaklaşmış, sığ ve derin olmayan yerlere girmeye, eğlenmeye, yüzmeye başlamıştım. Dereye korkarak, yüzmeyi bilmeyen, acemice ilk girmeye başladığım zamanlar birileri bana "bir gün geldiğinde çok iyi bir yüzücü ve dalıcı olacaksın, şuan sana girilmesi imkansız görünen yerlere girip, yüzecek bir de üstüne suyun içinde elinle balık tutacaksın" deseydi elbet asla inanmazdım. Bu bahsettiklerim 18 yaş civarına geldiğimde gerçekleşmişti. Gerçi 18 yaşından çok önceleri yüzmeyi öğrenmiştim, ama suyun içinde elle balık tutmayı öğrenmem ve uygulamam bu yaşlarımda başlamıştır. Köyümün deresi ile olan ilk tanışma ve kendisiyle çok haşır neşir olma aşamasına gelinceye kadar yaşadıklarımın bir benzerini "hayat" ile de yaşamışımdır. Gerçi hayatta yaşananlar ve başa gelenlerle, bir derede yaşananlar ve başa gelenler birbirleriyle kıyaslanamazlar elbet. Hayat çok daha komplekstir. Fakat bir metafor olmuyor da değil. Şu an yaşım otuz dokuz. Yirmi dört yaşında geldiğim Belçika'da on beş yıldır yaşıyorum. Buraya ilk geldiğim sıralar da köyümdeki dere ile ilk tanışmama benzer haller yaşamadım değil. Dilini bilmediğim bir ülkede, bir mesleğimin olmayışından ve farklı bir kültür ortamında kendimi bulmamdan kaynaklı, tamamen yabancıların içinde, hayata biraz korkarak bakmadım değil. Şu an aradan on beş yıl geçmiş durumda. Dilini iyi kötü öğrendim, bir mesleğim de var, kültürüne de aşina oldum... Tıpkı köyümün deresiyle yaşadıklarım gibi. İlk önce, başaramamaktan kaynaklı korku, endişe ve temkinli hareket etmek, sonra da alıştıkça korku ve endişenin yerini, motivasyona ve bir şeyleri elde etme duygusuna bırakması... Yaşım yedi olunca ben de herkes gibi köyümde ilk okula başladım. Şu an geriye dönüp baktığımda belki de hayatımın en parlak dönemlerini ilk okul yıllarımda yaşamış olabilirim diye düşünüyorum. Bu düşüncem boşuna değil. İlk okul birinci sınıftayken okuma ve yazmayı ilk ben öğrenmiştim. Sınıf öğretmenim beni seven, bana ilgi alaka gösteren biriydi. Öğretmenimin anlattığı her şey hemen zihnimde yer ederdi. Belki de ben gayet zeki biriydim bilemiyorum. Ama ilk okul yıllarımda aklımda kalan derslerimin hep iyi olması, kötü alışkanlıklara hiç meyletmemem, kavga ve gürültüden uzak duruşum ve öğrenme merakım gibi iyi yönlerimdi. Yedi sekiz yaşlarımda iken bizden yaşça büyüklere ait bir fen bilgisi kitabının kapağında gördüğüm gökyüzü ve bazı gezegenlerin görüntüsünden ne kadar etkilenip, uzayın sırlarını öğrenme isteğimin içimde belirişini halen hatırlıyorum. Fakat ortaokul okumak için gittiğim yatılı okulda içimde ki merak ve hayretin söndüğünü, sadece günleri geçirmek ve diploma almak için okula devam ettiğimi de hatırlıyorum. Kaldığım yatılı okul, küçük bir köyün yakınlarına kurulmuş, etrafı tel örgülerle çevrili her türlü sosyal faaliyet ve hobiden uzak ve yalıtılmış bir yerdi. Burada geçen tam üç yılımın sadece derslerden edindiğim bilgilerin dışında bana neredeyse hiçbir katkısı olmadı diyebilirim. Gerçi orta okulda okurken de yazları köyüme gelir, üç ay boyunca köyümdeki akarsuyun ve arkadaş ortamının tadını çıkarmışımdır hep. Lise yıllarıma gelince, hazırlık ve lise birin iyi ve başarılı geçtiği, lise iki ve üçün ise bazı özel nedenlerimden dolayı sıkıntılı, okuldan soğumuş, derslere ilgisiz bir halde, diplomamı bile alamadan zar zor tamamladığım dört yıllık bir süreçti. Liseden sonra tekrar köyüme dönmüştüm. Askere gidene kadar da aşağı yukarı iki yıl köyümden dışarı çok nadir çıkmışımdır. Köyde kaldığım bu iki yıl zaman zarfında, yazları tarlalarımızda çalışır, boş olduğumuz zamanlar arkadaş grubu ile derede yüzer balık tutar ve köyün kahvehanesine takılırdık. Fakat o zamanlar bende köylerdeki imkân ve şartların sınırlı olmasını fark etmekten ileri gelen artık köy hayatından tatmin olmama hali başlamıştı. Geleceğimi daha fazla imkanların olduğuna inandığım herhangi bir şehire yerleşerek orada kurmak istiyordum. Bu konuda özellikle bazı yakınlarımın yaşadığı Belçika bana çok cazip görünüyordu. Askerden önce ne kadar istesem de Belçika’ya yerleşmek bir türlü nasip olmadı… Köyde kışları ise insanların evlerine kapandığı, neredeyse tek sosyal faaliyetin özellikle erkeklerin vakit geçirmek için takıldığı kahvehane ortamından ibaret daha monoton bir hayat vardı. Haliyle kışları benim için daha sıkıcıydı. Köyün kışları büründüğü o yaşam şartlarından ne kadar sıkılsam da hayatımda yaşadığım en ilginç farkındalıklardan birini de köyde bir kışın yaşamıştım. Yemek için bir kaz kesmiştik. Hayvanın kesilip atılan başı dikkatimi çekince gidip elime alıp incelemiştim. Ve o esnada ne kadar etkilenip, o ana kadar yaşamadığım duyguları, düşünceleri yaşadığımı halen hatırlıyorum. Hayvanın kapalı gözlerinin etrafındaki çizgiler, bembeyaz yumuşacık tertemiz tüyleri, gagası… beni o kadar sarsmış ve kendi cismaniyetimin dışına çıkarıp, algılarımı düşüncelerimi ötelere öyle götürmüştü ki, o beş on dakika içinde yaşadıklarımla “böyle bir eser tesadüf eseri oluşamaz” diyerek Allah’a iman düşüncelerinin tohumları zihnimin derinliklerine ekilmişti. O anki etkilenmem ve tefekkürüm sayesinde, neredeyse hiçbir kitabın ve kişinin bana veremeyeceği bazı düşünme niteliklerini ve derinliklerini elde etmiştim. Ve inanıyorum ki, etkilenme ve farkındalık hiç ummadığın yerde, hiç ummadığın bir anda, hiç ummadığın bir şeyle gelir ve daha çok senin iraden dışında gerçekleşir. Bu ve benzeri yaşadığım olaylar karşısında anladığım şeylerden biri de şudur “önemli olan uzun yaşamaktan ziyade, bize birtakım dersler veren, hayatın bazı inceliklerini öğreten, kendimize, başka insanlara ve tüm varlıklara bakış açılarımızı değiştiren veya yeni bakış açıları kazandıran yaşantılar deneyimleyebilmektir” sonuçta harcanmış bir milyon lira da bir lira da harcanmış elden çıkmıştır. Lakin bir milyon lira lüzumlu yerlere harcanmış ise o zaman bir lira ile elbet kıyaslanamaz. Kendisiyle birtakım değerler, erdemler, anlamlar üretemediğiniz bir asrın böyle olan birkaç dakika ile benim gözümde hiçbir farkı yoktur. Vakti gelince askere gittik. Acemi birliğini Isparta’da, usta birliğini Siirt’te tamamlayıp tekrar köyümüze geldik. Askerlikte en çok hatırladığım, neredeyse tüm askerlerin “ne zaman bitecek bu askerlik “diyerek terhis günlerini beklemeleriydi. Askerden sonra yaşım biraz daha ilerlediği için artık köy hayatı kısıtlı imkanlarıyla iyice cazibesini yitirmişti benim için. Evlenerek Belçika’ya gelene kadar yaklaşık iki yıl daha geçirecektim köyümde. Köyde boş zamanımın çok olmasından farklı bir ilgi alanım ve hobim olmuştu. “Definecilik”. Köyümüzün yakınlarında bazı ören yerleri ve oralardaki bir kısım insan izlerinden anladığımız kadarıyla bizlerden önce oralarda birileri yaşamıştı. Ben ve birkaç arkadaşım “elbet o eski yaşantı yerlerinin sakinlerinden oralarda muhakkak bir şeyler kalmıştır” diyerek ve düşünerek hareket ediyorduk. Hakkında hiçbir bilgi ve tecrübemin olmadığı defineciliği kulaktan dolma bilgilerle değil de gerçekten doğruluğu ispatlanmış bilimsel verilerle yapmak istiyordum. Ve bunun için internette çok fazla zaman harcıyor Anadolu’da yaşamış eski medeniyetlerin ölü gömme geleneklerini, yaşam biçimlerini öğrenmeye ve anlamaya çalışıyordum. Gerçekten bilimsel ve gerçek bilgi ile, hurafe ve uydurma bilgi arasındaki farkı ilk gördüğüm yer bu alan olmuştur. Köyde bizden başka ve bizden çok önceleri bu işle yıllardır ilgilenen kişiler vardı. Tanıdıklarımız olduklarından özellikle kış günleri bu konu hakkında epey anlatırdık. Hayatımda en ilginç ve fantastik hikayeleri bu sohbetler esnasında dinlemişimdir. Mesela “çok büyük bir definenin olduğu yerde yılın belirli günlerinde sadece sabahları üzerinde gelinliği olan çok güzel bir kadın beliriverirmiş. Sonra biraz dolanıp yürür ve birden kaybolurmuş. İşte kadının tam o kaybolduğu yer o yüklü definenin olduğu yermiş. Kadını görmek için yılın tam o günlerinde ve saatlerinde orada, kadının seni göremeyeceği, ama senin kadını görebileceğin bir şekilde hazır bulunmalıymışsın.” Bu ve benzeri uydurmalara karşı definecilik hakkında edindiğim en sağlam ve gerçek bilgilerden biri de Tümülüsler ve höyükler hakkında öğrendiklerimdir. Tümülüsler başta Anadolu’da yaşamış Lidya, Frigya olmak üzere birçok uygarlığın kendi içlerindeki kral, kraliçe yönetici ve yüksek statülü kişiler için yaptıkları anıt mezarlardır. Yapımları kabaca şöyle gerçekleşmiştir, ilk önce toprak zemine mezar odası inşa edilir sonra mezar odasının üzerine toprak yığılarak mezar tamamlanır. Bir tümülüsün ne kadar yüksek olacağı, ölen kişinin önemine göre değişir. Büyük krallar için yapılanlar doksan metre kadar yüksekliğe ulaşırken, daha alt konumda olanlar için en alçağı dokuz metre olmak şartıyla dokuz ve dokuzun katları olacak şekilde inşa edilmişlerdir. Bir yığma mezarın Tümülüs olması için en az dokuz metre olması gerekir. Ayrıca Tümülüsler o dönemin mimarları kabul edilebilecek kişiler tarafından inşa edildikleri için çok özel yapılardır. Bir tümülüsü açmak ve mezar odasına ulaşmak öyle herkesin üstesinden gelebileceği bir iş değildir. Ciddi bilgi, donanım ve ekip çalışması gerektirir. Tümülüsler hakkında bu bilgileri edindikten sonra keşfettiğim ilk Tümülüsün bende uyandırdığı heyecanı halen hatırlıyorum. İlk önce uzaktan görmüş, Tümülüs olabileceğinden şüphelenmiş sonra yanına varınca dikkatle incelemiş ve Frigyalılar’a ait bir Tümülüs olduğunu anlamıştım. Acaba kendisinde ne defineler barındırıyor diyerek heyecandan yerimde duramıyor gidip defineci arkadaşlara anlatıyordum. Ayrıca dile kolay yaklaşık üç bin yıl önce burada kendilerine göre gelenek, görenek ve inançları olan insanlar yaşamış. İşte bu Tümülüs bunun en güzel kanıtı. Acaba kılık kıyafetleri nasıldı, ne yiyorlardı içiyorlardı, dış görünüşleri nasıldı, nasıl kişilikleri kimlikleri vardı? Şu an bozkır olan bu bölge o zamanlar belki içinde aslanların geyiklerin yaşadığı ormanlıktı. Gibi düşünceler zihnimde uçuşmuştu. Ulaşımı zor bir bölgede olmasından, zahmetli bir işçilik gerektirdiğinden ve kanunen yasak oluşundan o tümülüste herhangi bir çalışma yapamadık. Bir başka arkeolojik yapı olan höyüklerin oluşumlarıysa şöyle bir süreç izlemektedir. Bir grup insan yaşamak için münasip bir bölgeye özellikle tatlı su kaynaklarının yanı başına gelir yerleşir. Daha sonra farklı nedenlerden dolayı mesela savaş, yangın veya herhangi bir doğal afetten, o yaşadıkları yeri terk etmek zorunda kalıp bırakıp giderler, belirli bir zaman sonra bir başka grup insan yine o terkedilen yere yine yaşama uygun olduğu için gelir yerleşir. Fakat yine belirli bir zaman sonra onlar da o yeri terk etmek zorunda kalır. Malumunuz önceden savaşlar, baskınlar çok daha fazlaydı. Dolayısıyla insanlar daha fazla yer değiştirmek zorundaydılar Bu yerleşme ve terk etme birkaç sefer tekrar ettikten sonra, eskinin evleri de daha çok topraktan kerpiçten olduğu için o evler yıkılır üzeri doğal olarak zamanla toprak ve küllerle kaplanır ve ortaya sanki insanlar tarafından bir şeyleri saklamak için özel olarak yapılmış bir yığma yapı çıkar. Ve böyle yapılara da höyük denilir. Bir Tümülüs çok özenli, titiz ve planlı bir çalışma neticesinde inşa edilip içinde güzel defineler barındıran düzenli bir yapı iken, bir höyük yıllar içerisinde yukarıda belirttiğimiz süreçten geçtikten sonra oluşan düzensiz ve plansız bir yapıdır. Ve bir höyük de kesin defineler olacak diye bir garanti de yoktur. İşte orayı terk eden insanların unuttukları, giderlerken yanlarına alamadıkları veya bir şekilde sakladıkları bir şeyler belki olabilir. Bu iki tarihi yapının aralarındaki farkları bilmeyen kişilerce bazen bir höyük Tümülüs gibi veya bir Tümülüs höyük gibi algılanabilir. Aslında biraz düşününce “Tümülüs ve höyük” arasındaki benzerlik ve farkların insanlara ve toplumlara bir metafor olarak uygulanabileceğini uygun görüyorum. Gelişmiş ve kalkınmış toplumlar belirli ilkelere ve değerlere uydukları için gelişmiş ve kalkınmışlardır. Keza geri kalmış toplumlarda, halen geleneksellikten kurtulamadıkları için, kendilerine bir yararı olmayan düşünce ve davranış örüntülerini kuşaktan kuşağa aktardıkları ve belirli ilkelere uymadıkları için geridirler. Bir toplumun ileri ve geri oluşunun nedenleri öyle herkes tarafından kolay kolay görülemez, idrak edilemez. Ama bence bunun için bir toplum bilimci olmanız da gerekmez. Tıpkı Tümülüs ve höyüğün arasındaki farklar bilinmediği zaman birbirine karıştırıldığı gibi. Refah seviyesi ve yaşam standartları yüksek toplumların neden öyle olduğu, bilmeyen kişilerce sadece paraya ve maddi imkana bağlanır. İşte adamlarda para var da ondan ülkeleri kalkınmış, ulaşım ağı gelişmiş, sağlık hizmetleri ve sosyal hakları yeterli denilir. Bu durum fert bazında da geçerlidir. Bilge diyebileceğimiz veya kendi hayatında bir fark yaratmış, kaliteli hayatları olan kişilerin de öyle olmayanlara göre uydukları belirli kriterler ve ilkeler vardır. Kendimce o ilkelerden birkaçını burada belirtmek istiyorum. O kişiler proaktiftirler, kendi kaderlerinin üzerinde bir yere kadar etkileri olduğu bilinci ile ve hayatlarını daha güzel yaşayabilecekleri şekilde düzenleyebilecekleri inancıyla hareket ederler. Kendi enerji ve zamanlarının kısıtlı olduğunun ve önce kendi hayatlarına bakmaları gerektiğini bilirler. Sorumluluklarının farkındadırlar ve sürekli daha iyi bir şekilde o sorumlulukları yerine getirmeye çalışırlar. Öğrenmeye açıktırlar. Esnektirler. İnsan onuruna saygı duyarlar. Kendilerinin hep haklı olmayabileceklerini bilirler. Hata ve kusurlarını kabule hazırdırlar. Emek olmadan ürün olmayacağı için bir şeyleri elde etmenin yolunun emek ve gayretten geçtiğini bilirler. Sağlıklarına dikkat ederler. Dünya ve ahiret dengesini kurmaya çalışırlar. Ve en önemlisi kendilerine olan hâkimiyet ve kontrolü insan iradesinin el verdiği ölçüde neredeyse hiç kaybetmezler. Bir tümülüs içinde güzel defineler barındırdığı gibi bu saydıklarımız ve benzerleri birer erdem ve meziyet olarak bizim içimizde kişilik ve karakter özelliği olarak olmalı ki hayatlarımız da farklı olsun. Maalesef yaşamın böyle nüanslarını göremediğimiz ve anlayamadığımız zaman, nerede neden olduğumuzu da anlayamaz, kendi gücümüz ve potansiyelimizden bihaber başkalarını ve kaderi suçlar dururuz. Askerden geldikten bir yıl sonra Belçika’da yaşayan eşimle nişanlandım. Nişanlandıktan bir yıl sonra da evlenip artık beni apayrı bir hayatın beklediği Belçika’ya geldim.
·
189 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.